4 Eylül 2012 Salı

Asmalı Cavit...


Cuma akşamı için aklımızda bambaşka bir program vardı. Ta ki, sabah radyoda Mazhar Alanson’un o çook sevdiğimiz şarkısı, “...sana sarı laleler aldım, Çiçek Pazarı’ndan..” çalıpta, çook uzun zamandır Beyoğlu’na çıkmadığımızı hatırlatana kadar.

Şarkıyla beraber modumuz, modumuzla beraber de programımız değişti ve akşamın program çatısını Beyoğlu üzerinde kurduk.

Benim için genellikle konu Beyoğlu ise, gerisi teferruattır ama bu sefer uzun zamandır gitmek istediğim bir mekan konusunda ısrarcı oldum, Asmalı Cavit.

Yeri adından da anlaşılacağı gibi Asmalımescit’te ama daha detaylı tarif isterseniz, kepaze bir şekilde Yemekhane diye bir lokantaya çevrilen tarihi Markiz Pastanesi’nin yanındaki sokağa sapın, son dönemde pek popüler olan tek tekçinin Asmalı temsilcisini solunuza alarak aşağıya doğru yürüyün, sağ tarafınızda kalacak.

Asmalı Cavit’in kuytuda kalmış girişine dışarıdan bakınca, Alp stili bir dağ evinin andırır. Ancak mekan içine girince mucizevi bir şekilde genişler ve yüksek tavanının verdiği ferahlıkla sizi sarmalar. Çok kişi üst katı tercih etse de bize göre giriş, ahşap kaplamaları, yüksek tavanı ve açık kapıdan dolaşan temiz hava ile vazgeçilmezdir.

Meyhaneye giden insanlar o mekanları genellikle yemek kalitesinden çok ambiansları için tercih eder. Asmalı Cavit, hem ambiansı hem de on numara yemek kalitesini bulabileceğiniz nadir mekanlardan biridir.

Biz o akşam rakımızın yanına kavun ve beyaz peynirle beraber daha iyisini hiçbir yerde yemediğim köz patlıcan salatasını, içinde bir tane bile kılçık bulunmayan deniz börülcesini ve kocaman taze karidesleri meze yaptık.

İlk dublelerimizin sonuna geldiğimizde mekanın spesiyali, pamuk kıvamındaki yaprak ciğer sofrada yerini aldı. Biz istemedik ama ızgara muska börekleri ve kalamarlarının yan masalardan aldığı iltifatlar kulağımıza kadar geldi.

Biz kapanışı, yine mekanın spesiyallerinden, tam zamanı da olduğu için, sardalya ile yaptık. Hamsikuşu gibi üstüste yapıştırarak ızgarada pişirdikleri sardalyalar sulu sulu, kıvamında pişmiş ve çok lezzetliydi.

Çay – kahve ikramından sonra gelen hesap iki kişi için, İstanbul ölçeğinde makul, yediklerimizin kalitesi ve lezzetine göreyse ucuzdu.

Bu okuduklarınızdan sonra ağzınız sulandı, mideniz asit salgılamaya başladı mı? Ne güzel, size de afiyet olsun!

3 Eylül 2012 Pazartesi

Lance Armstrong Güzellemesi...

 
 18 Eylül 1971, Plano (Teksas) doğumlu olan Armstrong, profesyonel kariyerine triatlet (3,8 km yüzme, 180 km bisiklet ve 42,2 km koşu) olarak başlarken, 1991 yılında direkt bisiklet sporuyla ilgilenmeye başladı. Bir yıl sonra 1992 Barcelona Olimpiyatları'nda yol yarışına katılan Amerikalı sporcu, yarışı 14. sırada bitirdi ve profesyonelliğe geçiş yaptı. Aynı yıl St. Sebastian Klasik Yarışı'nda ilk profesyonel yarış birinciliğine imza attı.
1993-95 yılları arasında Team Motorola ile yarışmaya devam eden Armstrong, dünyanın en önemli profesyonel bisiklet yarışı Fransa Turu'nda iki etap birinciliği kazandı. 1996'da ülkesindeki en önemli bisiklet yarışı olan Tour dePont'u kazandı. Ancak Fransa Turu'nu tamamlayamadı ve ülkesindeki Atlanta Olimpiyatları'nda büyük hayal kırıklığı yaşadı. 1996 sezonu kapanırken Armstrong, Dünya sıralamasında 1 numaraya yerleşmişti. Ve bu genellikle başarılarla dolu yıl, kötü bir haberle bitti.
Bir gün bisikletten acılar içinde indiğinde 1996 Ekim'inin başlarıydı. Bir süre önemli bir şey olmadığına, yaşadıklarının bisiklet sporunun getirdiği acılardan olduğuna inanan Armstrong, sonunda doktora gitti. Rutin bir kontrol amacıyla gittiği doktorda hiç hoşuna gitmeyen bir sonuçla karşılaştı. Lance kanserdi. Testler testislerinde başlayan kanserin mide, beyin ve akciğerlere yayıldığını gösteriyordu. Doktorlar yaşama şansını yüzde 40 olarak açıkladılar.
Korkmuş ama bir o kadar da kazanmaya kararlı olan Lance, önce çok ağır bir kemoterapi yöntemi kullandı, ardından da, bir uzmanın tavsiyesiyle, yan etki olarak akciğer kapasitesinin azalmasını engelleyen değişik bir kemoterapi yöntemi denedi. Bu arada da, 2 büyük ameliyat geçirdi.
 
1996'da TV yorumcusu ve Lance'in takımı Motorola'nın halkla ilişkiler müdürü olan Paul Sherwen, Armstrong'un kansere yakalandığını tüm dünyaya duyuran kişi oldu. Sonrasını bir ropörtajında şöyle anlatıyor; "Hayatımın en kötü haftalarından biriydi. Birkaç ay sonra onu Indianapolis'te hastanede ziyaret ettim. Ne saçları vardı, ne de kaşları. Herşeyin bittiğini, onu son kez görmekte olduğumu düşündüm. Oysa hem ben, hem de ona sadece 3 ay ömür biçen doktorlar yanılmıştık."
Aylar süren tedavisi olumlu yanıt vermeye başlayan Lance’ın içinde, bir gün bisiklete dönme umutları yeşermeye başladı. Armstrong sonraları, en umutsuz anlarında içinden bir sesin ona sürekli mücadele etmesini, ayağa kalkmasını söylediğinden bahseder.
Armstrong, kanserle savaşından galip, bununla birlikte fiziksel ve manevi olarak hasarlı bir şekilde çıkmıştı. Bugün geçmişe döndüğünde "başıma gelen en iyi şeydi" diye bahsediyor bu savaştan. Kanserle savaşı kazanmış birçokları gibi, o da hayata bakış açısını değiştirir. Ona göre, kemoterapinin kazıdıkları sadece kanserli hücreler değil, geçmişindeki tüm olumsuzluklardır.
Armstrong’a göre, iyileşmesindeki en önemli faktörlerden biri de, bu acımasız hastalık hakkında kendini eğitmesidir. Hastalığın teşhisinden sonra, Lance Armstrong Vakfı  / LIVESTRONG adında bir vakıf kurar ve kanser hastalarına yardım etmeye, toplumu daha duyarlı olmaya çağırmaya başlar.
 
LIVESTRONG bugün dünyanın önde gelen kanserle savaş vakıflarından biri. Araştırma, eğitim, toplum sağlığı ve toplumun bilinçlendirilmesi olmak üzere 4 programda faaliyet gösteriyor. Her yıl düzenlenen organizasyonlarla milyonlarca dolar kanser araştırmalarına aktarılıyor.
Armstrong bir yandan vakfıyla ilgilenirken öte yandan da bisiklete geri dönmeye çalışır. Hastalığı atlattığında vücudunda işe yarar tek bir kas kalmamıştır. O, bütün kaslarını en baştan örmeye başlar. Bir çoklarına göre, iyileşmesi mucizevidir ancak bisiklete dönmesi tam bir çılgınlıktır.
Ancak kitaplarında bahsettiği üzere, Lance' nin hayat felsefesini Nietzche' nin bir sözü oluşturuyor. Annesinin, onu yetiştirirken kullandığı bu söz, yıllar geçtikçe Lance' in de ilkesi haline gelir. Söz ne mi?
"Beni öldürmeyen şey güçlendirir".
Kanseri, 'Büyük olasılıkla başıma gelen en iyi şeydi. Beni öldürmeye çok yakındı; fakat öldürmek yerine beni çok iyi bir bisikletçi yaptı. Bunu yenersem her dağa tırmanabilirim diye düşündüm.' şeklinde değerlendiren Armstrong, hastalığından önce istikrarsız bir sporcuydu. Mesela, 1993 yılında dünya şampiyonluğunu kazandı; ancak aynı yıl Fransa Bisiklet Turu'nun ilk etaplarında yorgunluktan ve sakatlıktan yarışı terk etti. 1994 ve 1996 yıllarında hiç başarılı olamadı, 1995 yılında bir etabı ilk sırada tamamlamasına rağmen genel değerlendirmede 36. sırada yer aldı. İki yıl kadar süren tedavisinden sonra 1998 yılında evlenen ve tekrar pedal çevirmeye başlayan Amerikalı bisikletçi, 1998'de US Postal takımı ile anlaşma imzaladı ve çok sevdiği bisiklet parkuruna geri döndü. Çıktığı ilk büyük yarış olan İspanya Bisiklet Turu'nda (Vuelta) genel klasmanda dördüncü olarak büyük bir başarı yakaladı. Çocukluk hayali olan Fransa Bisiklet Turu'ndaki ilk şampiyonluğunu 1999 yılında yaşadı. Armstrong, yirmi etaptan dördünü (prologue, 8, 9, 19) ilk sırada tamamladı. Ünlü bisikletçinin en başarılı olduğu ve rakiplerine fark attığı etaplar dağ etaplarıydı. Düz etaplarda iddialı olan favori pedallar, ünlü bisikletçinin dağlık bölgelerde gösterdiği yüksek performans karşısında çaresiz kaldılar.
Uzun süre kanser tedavisi gören Lance Armstrong'un çok zorlu yirmi etaptan oluşan Fransa Bisiklet Turu'nda şampiyon olması, kimilerini şaşırttı, kimilerini hayrete düşürdü, kimilerine de ilham kaynağı oldu. Ancak çoğunluğu şaşkınlık yaşayanlar oluşturuyordu. Bir insanın ölüm döşeğinden kalkıp dünyanın en zorlu yarışlarından birini kazanması inanılır gibi değildi. Nitekim, bu başarıyı kabullenmek yerine çeşitli spekülasyonlar ortaya atıldı. Fransız Richard Verinque'nin de aralarında bulunduğu favori bisikletçileri geride bırakan Armstrong'un kullandığı ilaçlar şüpheliydi ve mutlaka incelenmeliydi. L'EQUIPE’in başını çektiği Fransız medyasına göre, ABD'li bisikletçinin idrarında 'stereoid' tespit edilmişti. Armstrong ise bütün olup bitenleri sineye çekmeye çalışıyor ve kanserden sonra kendini en fazla zorlayan bu iddiaların bir an evvel son bulmasını bekliyordu. Kısacası, ABD'li bisikletçinin ilk şampiyonluğu, spekülasyonların gölgesinde kaldı.
2000 yılındaki Fransa Bisiklet Turu, bir yıl önceki şampiyonluğun tesadüfi olmadığını ya da ilaçlarla kazanılmadığını ispat etmek için çok önemliydi. Bunun çok iyi farkında olan Lance Armstrong, üç hafta süren yarış boyunca istikrarlı bir grafik çizdi. Sadece 19. etabı ilk sırada tamamlayabilmesine rağmen bu büyük organizasyonda ikinci kez şampiyonluk kürsüsüne çıktı. Bu başarı, kendisine saygıyla bakılmasını sağlamaya başlamıştı artık. Sydney 2000 Olimpiyat Oyunları'nda ülkesine bronz madalya kazandıran Armstrong, aynı yıl bir mutluluk daha yaşadı. Kanseri yenmesinde önemli katkıları bulunan eşi Kristin, bir erkek çocuğu dünyaya getirdi. Bu mutluluklar, ünlü bisikletçinin yaşama sevincini ve azmini daha artırdı.
Dünyanın en büyük bisiklet yarışı organizasyonunda arka arkaya elde ettiği iki şampiyonluk, Armstrong'un güvenini iyice yerine getirmişti. Artık yeni hedefi aynı yarışta üst üste üçüncü kez zirveye çıkmaktı. Armstrong, favori olarak gösterildiği 2001 Fransa Bisiklet Turu'nda yine birincilik kürsüsüne çıkmayı başardı. En başarılı olduğu etaplar yine dağlık etaplardı. Bu etaplardan dördünü (10, 11, 13, 18) ilk sırada tamamladı ve şampiyonluğa ulaştı. Armstrong bu yarışta centilmenliği ile de çok konuşuldu. Ünlü bisikletçiyi en fazla zorlayan Alman Jan Ullrich, diğer rakiplerle arayı epey açtıkları bir sırada yoldan çıkıp şarampole yuvarlanmıştı. Armstrong, bu fırsattan yararlanıp arayı açmak yerine durup rakibine yardım etti. Rakipleriyle eşit şartlarda yarışmayı bir hayat felsefesi haline getiren Armstrong, yirmi etap sonunda en yakın rakibi Ullrich'e 6 dakika 44 saniye fark atarak mutlu sona ulaştı.
 
Lance Armstrong, 28 Temmuz'da sona eren 2002 Fransa Bisiklet Turu'nda yine zirveye çıktı. Etapların dördünü (prologue, 11, 12, 19) birinci sırada tamamlayan ABD'li pedal, her zaman olduğu gibi yine dağlık bölgelerde gücünü ortaya koydu ve en yakın rakibi İspanyol Joseba Beloki'ye 7 dakika 17 saniye fark attı. Böylece, 89 yıllık mazisi bulunan, dünyanın en önemli ve en köklü spor organizasyonlarından biri olan Fransa Bisiklet Turu'nda dört şampiyonluğu bulunan beş bisikletçi arasına girdi.
Ancak onu önemli kılan esas faktör, Fransa Bisiklet Turu'nun en başarılı sporcularından biri olması değil. United States Postal takımı adına yarışan 31 yaşındaki Armstrong'u diğerlerinden ayıran en önemli özelliği, neredeyse tüm bedenini sarıp sarmalayan kanserin pençesinden azmi sayesinde kurtulması ve temmuz sıcağında tam üç hafta süren bu büyük yarışta (3280 km) şampiyonluğu kimseye kaptırmaması.
Ancak Armstrong'un gerçekleştirmek istediği hedefler bitmiş değildi. Önce beş şampiyonlukları bulunan İspanyol Miguel Indurain, Belçikalı Eddy Merck, Fransız Jacques Anquetil ve Bernard Hinault'u yakalamak istiyor, sonra da bu pedalları geride bırakıp 6 şampiyonlukla rekor kırmayı düşünüyordu. O, bunun üzerine bir birincilik daha aldı ve Fransa Bisiklet Turu’nun üstüste 7 kez kazanan tek bisikletçi olarak tarihe geçti.
 
2005'teki şampiyonluğunun ardından sporu bırakan Armstrong, ve ilk gözağrısı triatlona, “Ironman” olarak dönen Lance, hakkında çıkan doping söylentilerini de kesin bir dille yalanladı. Haziran 2006'da hakkındaki doping soruşturmasında da adı temize çıktı.
Ancak ABD Anti-Doping Ajansı (USADA), iki yıl önce başta Lance olmak üzere bir çok bisikletçi için yeni bir soruşturma açtı.
Geçtiğimiz Temmuz ayında Hollanda gazetesi De Telegraaf, Amerikalı bisikletçiyle uzun yıllar aynı takımda birlikte yarışan George Hincapie, Levi Leipheimer, Christian Vande Velde ve David Zabriskie'nin, Amerika Anti-Doping Ajansı’na verdikleri ifadede doping yaptıklarını söylerken Lance’in aleyhinde tanıklık yaptılarını ifade etmişti. Ancak USADA Başkanı Travis Tygart, De Telegraaf'ta çıkan haberi yalanlarken, bu tip tanıkları tahmin etme yönündeki çabaların hatalı olduğunu söyledi. Tygart, tanıklara gözdağı verilmeye çalıştığını ifade ederken, çalışmalarının süreceğini söyledi.
Ve Ağustos ayının sonunda Lance Armstrong, sitesinden yayınladığı bir yazıyla artık kendisine karşı yapılacak doping suçlamalarıyla mücadele etmeyeceğini açıkladı.
Daha fazla bu iddialarla uğraşmak istemediğini ifade eden Armstrong, “Herkesin hayatında böyle bir an vardır. Benim için artık yeter. 1999’dan beri kazandığım yedi zaferimi hile ve haksız yollarla elde ettiğim iddia ediliyor. Ben artık bununla uğraşmak istemiyorum” dedi. Geçen yıl yarışmayı bırakan bisikletçinin aktif sporculuk hayatı boyunca hiçbir testi pozitif çıkmazken, Armstrong kendisine karşı yapılan muameleyi bir cadı avına benzetti.
Armstrong’un artık mahkemede savunma vermeyeceği şeklindeki açıklaması USADA tarafından “Suçunu kabul etmek!” olarak yorumlandı ve 24 Agustos 2012 tarihinde ABD Anti-Doping Ajansı (USADA), doping yaptığı gerekçesiyle Lance Armstrong'un 1 Ağustos 1998'den bu yana elde ettiği bütün başarılarla, 1999 ile 2005 yılları arasındaki 7 Fransa Bisiklet Turu şampiyonluğunu elinden aldı ve sporcuyu ömür boyu pistlerden men etti.
Lance Armstrong bugün sadece bisiklet üzerinde elde ettiği başarılarla tanınan bir sporcu değil, kanserle savaş konusunda da takdir toplayan işlere imza atan bir insan haline geldi. Bu da onu bir sporcu özelliğinden çıkartıp 21. yüzyılın gördüğü en önemli insanlardan biridir.
Tüm hayat hikayesini yakından takip etmiş, kitaplarını okumuş, uzunca bir dönem, LIVESTRONG’un sarı bilezikleriyle gezmiş biri olarak, onun zihniyetinde birinin doping yapmış olabileceğine hiçbir zaman inanmadım ve inanmayacağım. Belki klişe ama şampiyonlukları kağıt üzerinde elinden alınsa da, o turları “biz” onunla beraber koştuk, podyuma beraber çıktık, Paris’teki şampiyonluk turlarını birlikte attık. Ve kim ne derse desin, o hep “bizim” şampiyonumuz olacak. Çünkü o hiç vazgeçmedi, aynı aşağıdaki fıkradaki gibi...
 
Lise basketbol koçu, zor geçen sezonun sonuna doğru oyuncularına bir motivasyon konuşması yapıyormuş. Takıma sormuş: "Michael Jordan mücadeleden hiç vazgeçti mi?" Takım hep bir ağızdan cevap vermiş: "Hayır!".
- Ya Kristof Kolomb? O vazgeçti mi hedefinden?
- Haaayıııır!
- Peki, Lance Armstrong?
Hasta olmasına rağmen yarışmayı bıraktı mı?
- Haaayııır!
- Ya Elmer MacAllister?
Uzun bir sessizlik sonunda bir oyuncu cesaretini toplayıp sormuş: "Elmer MacAllister kim? Onu hiç duymadık..."
Koç cevabı yapıştırmış: "Tabi duymazsınız, o vazgeçti."

23 Ağustos 2012 Perşembe

Amerika Açık 2012 Öncesi, Tenis 101...

Utanarak söylemem gerekiyor ki, tenise olan ilgimin sadece 8-10 yıllık geçmişi var. O zaman kadar tenisi herkes kadar biliyordum, yani neredeyse hiç. Bildiğim kadarıyla tenis, genelde iki kişinin, raket ve tenis topuyla, dikdörtgen, ortasından ağ geçirilmiş, kırmızımsı bir alanda oynanan bir oyundu. Ama içine girdikçe tenisin bunun çooook ötesinde bir spor olduğunu keşfettim ve bileklerimdeki sıkıntı yüzünden oynayamasan da, sağlam bir izleyici oldum.
 
Şimdi gelin pazartesi başlayacak Amerika Açık öncesi tenis ile ilgili genel ve deyat bilgilerin üzerinden geçelim:
İlk olarak, İngiltere'den 1800'lerde oynanmaya başlayan oyun, öncelikle İngilizce konuşulan ülkelerde yayılmış. Bugün bir olimpiyat sporu da olan tenisin, her seviyeden, her yaştan ve her ülkeden oyuncusu bulunuyor.
 
 
Kort
Tenis, kort dediğimiz bir dikdörtgen saha üzerinde oynanır. Tenis kortları 23,77m (78 feet) uzunluğunda ve 10,97m (36 feet) genişliğindedir. Tekler müsabakası için genişlik 8,23m (27 feet) ‘dir. Ağırlıklı olarak tercih edilen toprak, çim, sert veya sentetik korttur.
 
Toprak kortları 'yavaş' olarak tanımlanırlar;çünkü top rakete gelene kadar hız kaybeder ondan sonra oldukça yükseğe zıplar ve yere çarptıktan sonra ani bir hizlanma olur;çünkü toprak kortta oyuncular top-spin vuruşları tercih etmeleridir. Toprak korttaki maçlar winner adı verilen sayı alan vuruşların daha zor olması sebebiyle daha uzun sürer. Sayılar genellikle oyuncularin basit hatalar denilen topun filede kalması ya da çizgilerin dişarı atilmasi sonucu alınır . Toprak kortlarında oynanan oyunlarda topun bıraktıği izler belirgindir.
Sert ve çim kortlar daha "hızlı" yüzeylerdir. Bu hız yapıldıkları maddeye göre değişir. Bu yüzeylerin özelliği kısa sıçrayışlardır. Bu kortlarda sert servis atan ve vuruşları sert olan oyuncuların avantajı vardır. Çim kortlarda topun sıçraması miktarı, çimin ne kadar sağlıklı ve ne sıklıkta biçildiğini gösterir.
Sayı yapmak için topunuz kortun ortadaki küçük dikdörtgenin, çizgileri dahil, içinde kalmak zorundadır.
 
Oyunlar
Bir taraf servis atarak oyunu başlatır. Kazanılan her sayıda oyuncunun puanı 15, 30 ve 40 şeklinde artar. Sayı, topun rakibin sahasında kalması, rakibin topu hatalı atması, rakibin iki kere üst üste hatalı servis kullanması gibi durumlarda kazanılır. Üç sayı alıp 40 puana erişen oyuncu, bir sayı daha kazanırsa, o set içinde 1 oyun kazanmış olur. Toplamda 6 oyun kazanan oyuncu, bir set kazanmış olur.
 
Eğer maç sırasında 40-40'lık bir eşitlik meydana gelirse, bir sonraki sayıyı kazanan avantaj kazanır. Böyle bir durumda oyuncu bir sayı daha kazanırsa seti alır., sayıyı rakibi kazanırsa eşitlik durumu yeniden oluşur. Bir oyuncu iki sayı üst üste kazanıncaya kadar da mücadele bu şekilde devam eder.
Grand Slam’lar harici turnuvalarda kadınlar ve erkekler maçlarını 2’şer set üzerinden oynar. Eşitlik durumunda kazanan 3. set sonunda belirlenir. Grand Slam’larda ise, kadınlar yine 2’şer set üzerinden oynarken, erkekler 3 set üzerinden maç yapar eşitlik durumunda kazanan 5 set sonunda belli olur.
Turnuvalar
Uluslararası teniste 4 büyük turnuva (Grand Slam) var. Bunlar; Avustralya Açık, Fransa Açık (Roland Garros), Wimbledon ve Amerika Açık'tır. Amerikan Açık Tenis Turnuvası; sert kortlarda, Fransa Açık Tenis Turnuvası; toprak kortta, Wimbledon; çim kortlarda, Avustralya Açık ise sentetik kortlarda oynanır. Bunun dışında yıl için erkekler için ATP (Association of Tennis Players)’nin, kadınlar için de WTA (Women’s Tennis Association)’ın düzenlediği genellikle birbirlerine paralel şehirlerde düzenlenen, oyunculara sağladıkları klasman puanları açısından 250, 500 ve 1000’lik olarak tabir edilen diğer turnuvalar vardır. Bunların kort tipi de değişkenlik gösterir ve genellikle 4 büyük Grand Slam öncesinde, oyuncular için, Grand Slam’in kort tipine hazırlık şansı da sağlar.
Terminoloji
Forehand: Sağ elle oynayanların vücutlarının sağ tarafında, sol elle oynayanların ise sol taraflarında topa vurma şeklidir.
Backhand: Sağ elle oynayan oyuncuların topa vücutlarının sol tarafında, sol elle oy­nayan oyuncuların topa vücutlarının sağ tarafında iken yaptıkları vuruştur.
Love Game: Sıfıra karşı kazanılan oyun
Miss Hit: Genellikle raketin kasnağına çarpıp yön değiştiren vuruş
Ace: Atılan servis topuna, rakip oyuncunun raketiyle dokunamamasına denir.
Çift Hata: Servis atışı sırasında, iki top hakkında da topları fileye takmak veya servis karesi içine düşürememek suretiyle puanı kaybetmektir.
Passing-Shot: Filede bulunan rakip oyuncunun, topa dokunmasına fırsat vermeden onu geçen ve puan olan vuruşlara denir.
Tie-Break: Setteki 6-6'lık durumda, beraberliği bozmak amacıyla oynanan, kazanmak için minimum 7 puan ve iki farka ihtiyaç duyulan oyun.
Deuce: Oyunda Eşitlik hali- Berabere Oyunlarda sayıların 40-40 olması
Net / Let Net / Let: Servis sırasında top fileye dokunup doğru alana düşerse, bu duyurular yapılır.
Slice (Kesme): Topa alttan ve raketi eğimli tutarak yapılan vuruştur.
Drop Shot (Kısa vuruş): Rakip sahada file önüne düşürülen top
Grand Slam: Bu kavram ilk kez 1933 yılında New York Times'ta John Kieran adlı bir yazar tarafından kullanılıyor. Yazar köşesinde, o zamanlar bunu başarmaya yakın olan Avusturalyalı tenisçi Jack Crawford için "eğer Amerika Açık'ı da kazanırsa, bu kortlarda 'Grand Slam' yapmak gibi bir şey olur" diye yazıyor. Burada yazarın kastetiği köken Briç'ten geliyor. Briç'te mevcut 13 eli (löve) kazanmaya 'Grand Slam' deniliyor. Daha sonraları 1930'larda bu terim ayrıca golfte sezonun 4 büyük turnuvası kazanıldığı zaman da kullanılıyor
Yakın geçmişte erkek ve kadın tenisini domine eden isimlerin başında Pet Sampras, Boris Becker, John McEnroe, Stephan Edberg, Ivan Lendl, Andre Agassi, Mats Wilander, Martina Navrotilova, Steffi Graf, Martina Hingins gelirken, bugünün tenisinin dominant kral ve kraliçeleri Roger Federer, Novak Djokovic, Rafael Nadal, Andy Murry, Juan Martin Del Potro, Williams Kardeşler, Maria Sharapova, Viktoria Azerenka ve Petro Kvitova.
Oyuncular açısından turnuva kazanmak çok önemli ancak dünya sıralamasının ilk sıralarındaysanız, kariyer hedefinizin başında 4 Grand Slam’i de kazanmak geliyor. Kare ası tamamlamak olarakta ifade edilen bu başarıya bugüne kadar Fred Perry (1935), Don Budge (1938), Rod Laver (1962), Roy Emerson (1964), Andre Agassi (1999), Roger Federer (2009), Rafael Nadal (2010)’ın aralarında bulunduğu 7 tenisçi ulaşabilmiş.
ABD’nin New York kentinde 27 Ağustos-9 Eylül tarihleri arasında düzenlenecek Amerika Açık Tenis Turnuvası, bu senenin / sezonun  son Grand Slam’i. Bu seneki diğer Grand Slam’leri sırasıyla Novak Djokovic (Avustralya Açık), Rafael Nadal (Roland Garros) ve Roger Federer (Wimbledon)kazandı.
Novak Djokovic, geçen sene, gluten alerjisi için özel bir diyet uygulayıp, O2 odasında düzenli tedavi görmeye başladıktan sonra, olağanüstü bir performans sergileyip, ortalığı birbirine katmıştı ancak bu sene, geçen seneki üst kalite performansının biraz altında. Bunda basınçlı O2 odasını kullanmasına izin verilmemesinin büyük etkisi olduğu söyleniyor.
 
İspanyol Boğası olarak anılan ve kazandığı kupaları öpmek yerine ısırmak gibi bir huyu olan Rafael Nadal’ın dizinde, oyun tarzından kaynaklanan tendinitis diye bir rahatsızlık var ve Roland Garros’taki performansı malesef sakatlanmasına sebep oldu. Hemen arkasından katıldığı Wimbledon’da ikinci turda elendi ve malesef Amerika Açık’a katılamıyor. Hatta sezonu kapatmış olabileceği yönünde söylentiler var.
Tüm tenis otoriteleri tarafından, gelmiş geçmiş en iyi tenis oyuncusu kabul edilen ve “Ekselansları” olarak anılan Roger Federer ise, 31 yaşına girmiş olmasına rağmen, iki yıl önce kaybettiği birincilik ünvanını bu seneki Wimbledon şampiyonluğundan sonra geri aldı. Golden Slam olarak adlandırılan 4 Grand Slam + Olimpiyat Madalyası hayalini, Londra Olimpiyatları’nda İngiliz Andy Murry ile yaptığı final maçını kaybederek gerçekleştiremese de, geçen hafta Cincinnati’deki finalde Djokovic’i yenerek bu sezonki  6. Şampiyonluğunu kazandı. Bu turnuvaya da 1 numaralı sırabaşı olarak katılıyor.
Kendileri genelde estetik olduğu halde, oyunlarını çok bağıra çağıra oynadıkları için izlemeyi pek tercih etmediğim kadınlar ayağında ise, dünya bir numarası Belarus Victoria Azarenka bu seneki turnuvanın 1 numaralı seribaşı olacak. Geçirdiği ciddi rahatsızlıklardan sonra kortlara fırtına gibi dönen Serena Williams ise, ev sahibi olduğu turnuvada 4. seribaşı olacak.
 

Ağva...


Bu bayram öncesinde, İstanbul’a yakın kaçamak alternatiflerini değerlendirirken, utanarak, neredeyse bazılarınızın belki de ayda bir iki kere kalmaya veya piknik yapmaya gittiği, ismi son dönemde özellikle dizilerde plato olarak kullanıldığı için sıkça telaffuz edilen Ağva’ya bugüne kadar hiç gitmediğimizi fark ettik. Dolayısıyla bunu bir fırsat olarak görüp, 3 günü Ağva’ya ayırmaya karar verdik.
Ağva’yla ilgili çevremizden duyduklarımız genelde birbirine benzer şeylerdi. İstanbul’a yakın (97 km), Karadeniz kıyısında, Şile’ye bağlı, içinden Göksu nehri geçiyor, yeşillikler içinde... Aşağıda, kendi Ağva’yı keşfetme sürecimden yola çıkarak öğrendiklerimi sizlerle de paylaşmak istedim:

Tarihçe:

Ayak basacağım her yeni yerin CV’sine bakmak genel huyumdur. Acaba kimler gelmiş, kimler geçmiş diye. Ağva’ya da neredeyse ayak basmayan kalmamış. Hititler, Frigler, Romalılar ve Osmanlılar gibi bir çok uygarlığın geçiş yeri olmuş Ağva. M.Ö. 7.yy. uzanan tarihin kalıntılarına Ağva' ya bağlı civar köylerde rastlamak mümkünmüş. Kalemköy' de Romalılara ait kilise kalıntıları ve mezar taşları, Hacıllı köyünde, 3.yy. sonu - 4.yy. başlarında bulunan Gürlek Mağarası, Hisar Tepe' de bulunan kale kalıntısı, Sungurlu mahallesindeki dağ değirmeni önemli buluntularmış. Ağva'ya 14. yüzyılın ikinci yarısında Konya, Karaman ve Balıkesir'den gelen Türkmen boylarını yerleştiği düşünülüyormuş. Bugünkü Ağvalılar da aynı Türkmen boylarının çocukları olarak biliniyormuş.

Doğa:

Ağva, Karadeniz kıyısında 3 km. uzunluğunda kumsala sahipmiş. Yerleşim yerleri çoğunlukla hayli içeride ve çamlıkların arkasında yer aldığı için burada deniz kirliliği yaşanmıyormuş. Kumsal, gelen tatilciler kirletmezse tertemiz.
 
 
Doğal plajı ve doğa harikası yeşili, etrafında yer alan bakir koylar, adacıklar, ormanlarla doğallığın iç içe ve oksijen oranının çok yüksek olduğu bir bölge. Kilim Koyu, Gelin Kayası, Saklı Göl mutlaka keşfedilmesi gereken yerlermiş. Kliplerde çokça denk geldiğimiz Gelin Kayası’nın bu adı alma sebebi, beyaz olması ve duvaklı bir geline benzemesiymiş.

Aktivite:

Eşsiz tabitatıyla keşfedilmeye hazır Ağva'da, yaz kış su sporları (dere kıyısında kano, deniz bisikleti) kış aylarında fitness, doğası itibariyle trekking ve avcılık yapabilirmişiz. Ormanda yürüyüş, koşu, bisiklet, kamping gibi aktiviteler için son derece uygun olan Ağva, yazın Karadeniz'in hırçın sularında serinlemek isteyenler için de ideal. Temiz havayı buram buram solumak, romatizmal hastalıklara iyi geldiği söylenen şifalı kumsalında yürümek, diğer tavsiye edilen aktiviteler.
Ağva'da pazar cuma günleri kuruluyormuş. Bu pazarda yöre insanının kendilerinin yetiştirdikleri ürünlerini bulabilirmişiz. Şehirde arayıp da bulamadığımız gibi; doğal, hormonsuz ve sağlıklı.
Konaklama:

Kalacak yer araştırırken, oldukça fazla alternatif olduğunu görmek beni şaşırtmadı ama karşılaşacağım kalite açısından biraz ürküttü. Ağva’da kelimenin tam anlamıyla her zevke ve her keseye hitap edecek bir alternatif bulunuyor. Tesislerin bir kısmı Ağva’nın içinden geçip Karadeniz’e dökülen Göksu Nehri’nin iki yanında sıralanırken, bir kısmı da Ağva’nın sırtlarında, daha orman içinde konuşlanmış. Tesisler genellikle ya konumlarının avantajını kullanarak (geniş bahçe / yeşil alan, havuz vs) ya da bünyelerine ekstra özellikler ekleyerek (canlı müzik, pet kabul etme vs.) fark yaratmaya çalışmışlar.

Pekiii, biz ne yaptık?

Bayram’ın ilk günü sabah 10 gibi Avrupa yakasından yola çıktık. Bomboş ikinci köprünün keyfini çıkartıp karşıya geçtik. Şile – Ümraniye sapağından çıkıp kendimizi Şile yoluna vurduk. Çok hafif bir kahvaltıyla yola çıktığımız için, sol yanımızda bizi dürten şeytana hiç direnmeyip, yol kenarındaki, orman içine yerleşmiş gözlemecilerden birine girdik. Gözleme, sinide menemen ve semaverde çay üçlüsüyle kendimizden geçip, 1,5 saat sonra ancak yola devam etme moduna geri dönebildik. Şile’ye geldiğimizde geniş, güzel otoban bitti ve biz geliş – gidiş tek şerit, bol virajlı Ağva sahil yoluna saptık. (Orman yolu daha virajlı ve nispeten sıkıntılıymış) Yaklaşık 1 saat sonra Ağva merkeze gelmiştik.

Bir sürü cezbedici otel alternatifleri arasında bizim tercihimiz Beyaz Ev’den yana oldu. Niye derseniz? Butikler, isimleri Hurma, Limon, İncir, Nar, Ceviz ve Zeytin olan, sadece 6 odaları var, 15 yaş altı çocuk kabul etmiyorlar ve belki de en önemlisi, evcil hayvan kabul ediyorlar. E daha ne olsun?
 
 

Kapıda tabelası olmadığı için 2-3 denemeden sonra bulabildiğimiz Beyaz Ev, ilk adımda içimize işledi. Bina Türkiye’nin ilk nörolog doktorlarından, aynı zamanda sanatsever, karikatürist, ressam ve eski bir İstanbul beyefendisi olan Ercüment Baktır’a aitmiş.  Ağva’ya gönül vermiş, Ağva sevdalısı olan Baktır, 1974 yılında her bir taşına emeğini koyarak bu güzel evi inşa etmiş, Ağva'daki birçok insanın gönüllü doktoru olmuştur. 2011 Mayıs ayında, 88 yaşında vefat etmiş ve kendi isteğiyle çok sevdiği Ağva'sında defnedilmiş. Sonrasında otele çevirdikleri evin işletmesini, Rengin ve Aslı adında iki arkadaş üstlenmiş. Yaklaşık 1,5 senedir, kendi hayallerini bizlerle paylaşmak için ruhlarını koyarak her detayı ince ince işleyip, oteli bugünkü haline getirmişler.
 

Şunu rahatlıkla söyleyebilirim, sanırım hem kafa dinleyip huzur bulmaya çok ihtiyacımız olduğundan, hem de yaptığımız konaklama seçimi buna çok güzel hizmet ettiğinden, iki gün boyunca sadece kitap okuduk, güzel sohbetler yaptık, çok lezzetli yemekler yedik, geceleri balkonumuzdan yıldızları seyrettik ve sonunda Ağva’dan kafamız boşalmış, ruhumuz huzura ermiş, hücrelerimiz şarj olmuş bir şekilde ayrıldık. Dönüş saatini de çok güzel ayarladığımız için, hiç trafiğe kalmadan tam 1.5 saatte eve vardık.
Eklemeden geçemeyeceğim, Ağva’yı bu şekilde yaşamak bizim tercihimizdi ama siz, derede motorla gezebilir, ikili yunus motorlarla dere üstünde dolaşabilir, sahilde denize girebilir, akşamları canlı müzik yapılan mekanlarda eğlenceli vakitte geçirebilirsiniz. Yani herkese göre bir Ağva var.

9 Ağustos 2012 Perşembe

Tanrıların Dağı’nda, Cennetten Bir Köşe - "Manici Kasrı"…

   
Havalar çok sıcak, artık ofiste geçirdiğiniz her saniye daha bir ağır, daha bir yorucu… Siz de hepimiz gibi fena şekilde tatile ihtiyaç duyuyorsunuz…

Ama bir probleminiz var. Güneydeki tatil köyleri size çok suni ve kalabalık, herşey dahil sistem ise, biraz zorlama geliyor.

Peki beklentiniz nedir? Cevaplarınızın arasında gezmek, görmek, eğlenmek, keşfetmek, küçük bir cip safari, zeytine, zeytinyağına, balığa doymak, biraz çılgınlık, biraz romantizm, biraz sükunet, her şeyden sonra da huzur içinde ve dinlenmiş olarak eve dönmek varsa çantanızı hazırlayın, size güzel bir tavsiyem olacak 

Bir yer düşünün; Orman içinde ama isterseniz deniz de var. Orada olduğunuz süre içinde size sadece kuş sesleri ve bol oksijen eşlik ediyor. Hepsi doğal malzemeden Ege Mutfağı’nın tadına doyulmaz lezzetleri sofranızda. Brokoli, ısırgan otu, hindiba ve semizotu içeren yöre yemekleri; çeşit çeşit zeytinyağlılar ve deniz mahsulleri otelin menüsünü süslemekte. Mutfakta kullanılan süt, peynir, bal ve zeytin Yeşilyurt ve çevre köylerden elde ediliyor.

Yeşilyurt ya da diğer adı ile Büyük Çetmi'nin merkezinde ve çevresinde birçok butik otel var. Bu oteller doğal ortamda tatil yapmak isteyenlere hizmet veriyor. Buradaki çoğu tesis, yeni bir tatil anlayışının örnekleri. "Sürdürülebilir ya da soft turizm” olarak nitelendirilen tarzla, geleneksel turizm anlayışının o bölgeye verdiği zararın en aza indirilmesi hedefleniyor.

Bu otellerden biri de Manici Kasrı. Mani söyleyen anlamına gelen adı, yemek ve dinlenme salonundaki resimlerin sahibi ve otelin inşaası sırasında büyük emeği geçen İzmir’li ressam Faruk Manici’den geliyor.

Kazdağı eteklerinde, uçsuz bucaksız zeytinlikler, badem ve incir ağaçları arasında şehirden uzak bir kaç gün geçirmek isteyenler için konforlu seçenekler sunan otel, bütün stresinizden arınıp ruhunuzu ve bedeninizi yenilemeniz için mükemmel.

Manici Kasrı’nın sahibi Tarık Ulusoy, Yeşilyurt köyüne yerleşeli epey olmuş. İnşaat işleriyle de uğraşan Ulusoy’un köyün restorasyonunda da büyük emekleri var. Civardaki köy evleri orjinaline sadık kalınarak onarılıyor. Köylülerle yaptıkları işbirliği sayesinde köyün çehresi, eskisine sadık kalınarak değiştirilmiş ve şehirden uzaklaşmak isteyenler için muhteşem bir mekan haline gelmiş.

Mekan otantik taş mimari üslupla, yıkılmış eski bir zeytinyağı fabrikasının taşları, ahşap kolon ve kirişleri kullanılarak inşa edilmiş. Fabrikanın yüz yıllık ateş tuğlaları ile örülmüş kemerli koridorlarına bakınca Manici Kasrı'nın tarihi bir bina olmadığına inanmakta güçlük çekebilirsiniz.

Genel olarak ingiliz tarzının hissedildiği dekorasyonda aile üyelerinin topladığı antika parçalar, yurtdışından getirilmiş döşemelik kumaşlar kullanılmış. Hepsi farklı renkte ve tarzda döşenmiş odalarda, şömine başındaki berjer koltuklar ve kadife perdeler dikkat çekiyor.
Otelin iç ve dış mekanlarda hizmet veren kafe terasında ve barında zaman zaman şiir veya fasıl geceleri düzenleniyor. Terasta yapılan sucuk ve sıcak şarap partileri ise size sunulan diğer özel keyifler arasında.
Manici Kasrı, sessizliğiyle ünlü... Çünkü önünden araç geçmeyen bir dağın yamacında, televizyonun olmadığı, cep telefonun bile zar zor çektiği bir yer burası. Otele gazete bile alınmıyor. Denize girmek isteyenler 4 km. uzaklıktaki Manici'nin özel plajına otelin araçlarıyla da gidebiliyor.

8 Ağustos 2012 Çarşamba

Christopher Nolan’ın "Batman" Üçlemesi...

Belki Christopher Nolan’ın “Dark Knight Rises’la” finalini yaptığı olağanüstü Batman Üçlemesi’ne değinmeden önce, genel bir Batman incelemesi yapmakta fayda var.

Çeşitli kaynaklardan öğrendiklerimizi toparlarsak; Batman veya Yarasa Adam karakteri 1938'in başında Action Comics serilerindeki Superman'in başarısından sonra, sonradan DC Comics olacak olan National Publications 'ın editörleri tarafından yaratılmış. Bob Kane ve Bill Finger tarafından yaratılan karakterin ilk çizimleri Superman tarzındaymış, kostümü kırmızımsıymış ve eldiveni de yokmuş. Maskeli balolarda takılana benzer bir maske takan karakter bir ipte sallanıp, yarasaya benzeyen sabit iki kanat ve büyük bir amblem de taşıyormuş.

Batman karakteri çok sevilip, popülerliği artınca elbette Hollywood boş durmamış ve çizgi karakter çeşitli yönetmenlerin kameraları aracılığıyla bedenlenmiş. 1943, 1949 ve 1966’da 3 kez beyaz perdeye aktarılan karakter, 1989 – 1997 arasında da, Tim Burton ve Joel Schumacher tarafından ikişer kez birbirinin devam filmleri olarak çekilmiş. Bunlarda Batman karakterini Michael Keaton, Val Kilmer ve George Clooney canlandırmıştı.
Yıllar içinde Batman'in orijinal hikâyesi, geçmişi ve görünümü/davranışları bazen küçük, bazen de büyük revizyonlara uğramış. Bazı olaylar büyük değişim geçirir iken, ailesinin ölümü ve adeletin peşinde olması gibi olaylar ve konular değişmemiş.
Tüm öykülerde Batman, Bruce Wayne'in alt kişiliği. Bruce Wayne varlıklı bir playboy, yatırımcı, hayırsever bir işadamı ve doktor olan babası Thomas Wayne ve annesi Martha Wayne'in bir gece sokakta hırsız tarafından öldürülmesinden sonraki yıllarda kendini, fiziksel ve mental olarak geliştirerek, suçla savaşıp, çok sevdiği Gotham’ı kurtarmaya adıyor. Karşısındaki kötü karakterler ise en popüleri Joker olmak üzere kimi zaman Penguen, kimi zaman ise Buz Adam veya Zehirli Sarmaşık olmuş.
2005 yılında Batman serilerinde sazı, Memento, İnsomnia, Prestij ve İnception filmlerinden de hatırlayabileceğiniz, İngiliz, Christopher Nolan aldı eline ve geçmiş kurgu ve anlayışın üzerine bir sünger çekerek ama ana hikayeye sadık kalarak, yepyeni bir Batman yarattı.

Nolan’ın Batman Üçlemesi’ni, bana göre, diğer Batman filmlerinden ayıran en önemli özellik, ilk filmden başlayarak Batman'i "üstün güçleri olan bir süper kahraman" olarak değil, gerek dövüş becerisi, gerek kıyafeti, gerek kullandığı ekipmanlar olsun, mantık süzgecinden geçirilmiş, günümüz dünyasına uyarlanmış, kafadaki soru işaretlerinden uzaklaştırılmış olarak karşımıza çıkartması. Bunun yanında Tim Burton'ın Batman'inde gördüğümüz karanlık ve puslu, gotik Gotham yerine de, Manhattan'ı andıran, daha gerçekçi bir Gotham gelmiş. Ayrıca üçlemede başta Batman (Christian Bale) olmak üzere Alfred’den (Michael Caine) Lucius Fox’a (Morgan Freeman), James Gordon’dan (Gary Oldman) Ducard / Ra's Al Ghul’a (Liam Neeson) kadar tüm önemli karakterlerin aynı kişiler tarafından canlandırılmış olması da diğer öne çıkan bir ayrıntı.

Üçlemenin ilk filminde (Batman Begins), Bruce Wayne’in çocukluğunu, başta babası olmak üzere ailesiyle ilişkileri, onları kaybetmesinin üzerinde yarattığı travmayı, sonrasında Gotham’dan ve kendinden kaçışını, Ducard tarafından bulunup eğitilmesini, Ducard’ın Gotham’ı yok etme planını öğrendiğinde de, çok sevdiği şehrini kurtarmak için geri dönüşünü ve şirket çalışanlarından Lucius Fox’un da yardımlarıyla Batman’i yaratmasını izlemiştik.

İkinci filmde (The Dark Knight), malesef filmin vizyona girdiği sıralarda hayatını kaybeden, Heath Ledger tarafından canlandırılan, bence, gelmiş geçmiş en iyi Joker uyarlamasıyla tanıştırdı bizi Nolan. Batman karakteri ve oyuncakları da (Batsuit, Batmobile, Batpod vs) artık iyice oturmuştu. İyiyle kötünün savaşı daha bir anlam kazanmıştı. Sonuçta da, Batman, iyilikle mücadelenin herşeyin ötesinde olduğunu savunarak kendini feda etti ve tüm kötülükler için kendisinin suçlanmasına izin verdi.

20 Temmuz 2012 tarihinde vizyona giren serinin üçüncü ve Nolan’a göre de son filmi olan Dark Knight Rises, ABD'nin Colorado eyaletinin Aurora şehrindeki ilk gösterimi sırasında düzenlenen saldırıda 12 kişi hayatını kaybetmesiyle tatsız bir şekilde hafızalarda ve yüreklerde yer etse de, gelmiş geçmiş en iyi gişe filmlerinden biri olma yolunda ilerliyor.
Muhteşem oynanmış bir Joker karakterinin üzerine gelecek kötü karakter konusu çok kritikken, Nolan konuyu DC Comics’in az bilinen ve üzerinde güzel oynanabilecek Bane’i ile çözmüş. Tom Hardy’de karakterle müthiş bütünleşmiş.

İkinci filmin üzerinden sekiz yıl geçtikten sonra başlayan son filmde, çökmüş, kendini hayata kapamış, fiziksel arazlarıyla yaşamayı kabul etmiş, herşeyden önemlisi Batman’i sonsuza dek gömmüş bir Bruce Wayne’le karşılaşıyoruz. Herşey üstüste kötü giderken karşımıza gelen Bane, kapitalizmle sömürülen hayatlara karşı suçlulardan bir direniş gücü oluşturarak “adaleti” sağlama görevini üstleniyor ve Gotham’ı yok oluşa doğru sürüklemeye başlıyor. Bu arada da, kendisine karşı durmak için fiziksel olarak karşısına çıkan ama mental olarak buna hiç hazır olmayan Batman’i de hallaç pamuğu gibi dağıtıp, dünyanın bilinmez bir yerindeki, bir yeraltı hapishanesine kapatıyor. Ve iyilikle kötülüğün savaşı, azmin insanı taşıyabileceği nokta bundan sonra gelişiyor.
Son filmin, üçleme içindeki en önemli fonksiyonu, bence, hiçbir konuyu açıkta bırakmıyor oluşu. Bu da, senaryoyu kardeşiyle birlikte yazan Nolan’ın, üç filmi de birlikte düşünüp, kurgusunu öyle tasarladığı fikrini güçlendiriyor. Filmin içinde ve özellikle de son bölümünde yaptığı flashback’lerle, akılda kalabilecek tüm sorular karakterler üzerinden cevaplanmış.

2005 ve 2008’de çekilmiş ilk iki filmi izlemiş olabilirsiniz ama tavsiyem, hafızanızda detayların üzerinede birikmiş tozları kaldırıp, yeni film öncesi tazelenmek adına, The Dark Knight Rises öncesinde Batman Begins ve The Dark Knight’ı bir kere daha izlemeniz. Sonrasında da, Kara Şövalye’nin yükselişinin tadını çıkartmanız.

30 Temmuz 2012 Pazartesi

Cibalikapı Balıkçısı ve Rembetiko...

Oben’in bu akşam www.radionovo.com ‘da 20-23 arası rembetiko çalacağını duyunca, aklıma Balat’ın yıllar içinde klasiği haline gelmiş Cibalikapı Balıkçısı geldi.

Dışarıdan bakıldığında, Kadir Has Üniversitesi’nin duvarı ile diğer binaların arasına sıkışmış, küçücük, 3 katlı bu ahşap bina, içeride size sunacağı zevk konusunda pekte ipucu vermez. İçerisi, ahşap binayla uyumlu ahşam zemin, masa ve sandalyelerle o eski Türk filmlerinde görmeye alıştığımız klasik meyhaneler gibidir. İnce bir salaşlık tülüyle örtülmüş hissi verse de, saatler ilerledikçe müşterilerin camlardan taşan kahkahaları mekanın esasında ne kadar sevildiğinin ve tercih edildiğinin göstergesi. Camlar açıldığında direkt Haliç’in içindesiniz. Hele ki üçüncü kattaki manzara muhteşem, Hasköy’den, tarihi Galata kulesi’ne, Topkapı Sarayı’na uzanan nefis bir panaroma…

İşin lezzet bölümüne gelirsek, iddia ediyorum ki, Cibalikapı Balıkçısı, İstanbul’un en özel ve en güzel balık mezelerine sahip.

Masaya oturduğunuzda önünüze gelen örnek tepsideki meze ve otların hiçbir tanesi sıradan değil. Normalde ancak Ege’deki balıkçılarda görebileceğiniz, mevsimine göre değişen, Kaya Koruğu, Şevketi Bostan, Radika veya Deniz Börülcesi gibi otlar, Saraylı, Cibalikapı Usulü Girit Ezme, Kurutulmuş Domates Sarması, Kopsiya, Mezgit Sarma, Zeytin Dolması gibi mezeler... Ara sıcak olarak gelen bir permesanlı midye var ki, hani anlatmak için kelimelerim kifayetsiz... Balık üstüne bir kez Bodrum’da yiyip sonrasında burada geliştirdikleri, başka hiçbir yerde yiyemeyeceğiniz enginar tatlısı ve helvayı meyveyle karıştırıp fırınladıkları Cibalikapı tatlısı... Yemek üstüne ise kahvenizle beraber ev yapımı Satsuma, Vişne veya Nar likörü.

Cibalikapı Balıkçısı’nın yıllardır değişmeyen bir geleneği ise, fonda devamlı rembetiko çalmaları ve denk gelirseniz size çıkışta bir cd hediye etmeleri.

Sanırım geçen senenin sonunda, mekanın ortaklarından Behzat Şahin, “Tariflerimizi deneyip kullanmanızda bizce bir sakınca yok!” diyerek, mekanın neredeyse tüm tariflerini içeren “Cibalikapı Balıkçısı’ndan” isimli bir kitap çıkarttı. Başlangıçtan sona kadar menünün tüm alternatiflerinin detaylıca verildiği kitapta, peynirden zeytinyağına, manavdan balıkçıya tedarikçileriyle de röportajlar mevcut. Resimlerini Moda’daki şubenin arkasında kendi kurduğu düzenekle çeken Behzat Şahin, bu yüzden onları ‘organik’ olarak tanımlamış. Kitabın bonusu ise, elbetteki beraberinde hediye ettikleri rembetiko CD’si. Bence bu kitap, hayatımda gördüğüm en komplekssiz paylaşım.

26 Temmuz 2012 Perşembe

Londra 2012 Öncesi, Olimpiyat Oyunları 101...

Olimpiyat Oyunları, kısaca Olimpiyatlar, 4 yılda bir yapılan, oldukça kapsamlı spor organizasyonudur.  Yaz, Kış, Paralimpic ve Gençlik gibi çeşitleri vardır.

Antik şekli Eski Yunan'da yapılan oyunlar, Fransız soylusu Pierre de Frédy, Baron de Coubertin tarafından 19. yüzyıl'ın sonlarında modernize edilmiştir.
4 ana çeşitten en çok bilineni olan Yaz Olimpiyatları, 1896'dan beri Dünya Savaşları istisnaları hariç her dört yılda bir yapılmıştır. İlk 13 olimpiyat sadece bir koşu yarışından ibaretmiş. Daha sonra pentatlon, güreş, boks ve bayrak yarışları oyunlara katılmıştır. Günümüz Yaz Olimpiyatları programında, 26 spor dalında 20 farklı disiplin ve 300'e yakın yarış bulunmaktadır.

5 kıtayı temsilen ilk kez 1920 Olimpiyatlarında kullanılan Olimpiyat Bayrağı’nda mavi daire Avrupa'yı, sarı Asya'yı, siyah Afrika'yı, kırmızı Amerika'yı, yeşil de Avustralya'yı temsil eder. Bu beş kıtanın üzerinde bir tek güneş parlar. Güneş ışınlarından yararlanılarak bir büyüteçle yakılan olimpiyat meşalesi de oyunlar devam ettiği sürece söndürülmez.
Olimpiyatların sloganı üç kelimelik latince ifadedir: Citius, Altius, Fortius. "Daha hızlı, Daha yüksek, Daha güçlü." anlamına gelen ifade sporcunun birinci olmayı değil, elinden gelenin en iyisini yapmasını öğütler. Sloganın bir diğer anlamı da şudur: "En önemlisi kazanmak değil, katılmaktır". Slogan Pierre de Coubertin'in önerisiyle 1894'te Uluslararası Olimpiyat Komitesi'nin kuruluşuyla beraber kabul edilmiş.

Londra’nın 3. kez ev sahipliği yaptığı ve bu yıl 30.su düzenlenen olimpiyatların organizatörleri, ‘‘Wenlock” ve ‘‘Mandeville” adlı iki çizgi film animasyon karakterini 2012 Londra Olimpiyat Oyunları için maskot olarak belirledi.

Karakterlerin isimleri için, 19. yüzyılda spor oyunlarına evsahipliği yapan Shropshire şehrinin ”Much Wenlock” köyü ile paralimpik oyunların doğduğu bölge olan Buckinghamshire’daki ”Stoke Mandeville” hastanesinin adından esinlenilmiş.

Kalınlık: 7 mm
Çap: 85 mm
Ağırlık: 400 gr
Tasarım: David Watkins
Bu zamana kadarki en büyük yaz oyunları madalyası. Sanatçı David Watkins, ön ve arka yüzdeki başlıca sembollerin, oyunların ruhunu ve geleneğini vurgulamak için Nike'ın, Londra kentini vurgulamak için de Thames nehrinin etrafında yer aldığını söylüyor. Madalyanın arka yüzündeki 2012 çalışması çağdaş kenti, mücevhere benzer, jeolojik bir maden filizi gibi temsil ediyor. Mikado oyunundaki çubuklara benzetilen arka plan, sporcuların enerjisi ve ekip ruhunu gösteriyor. Thames nehri, ortadan bir kurdela gibi geçiyor. Spor ve disiplin her bir madalyanın kenarında yazıyor. Tüm madalyalar, Güney Galler'deki Llantrisant'ta bulunan Kraliyet Darphanesi'nde üretildi.

2012 Londra Olimpiyatları'nın meşalesi alüminyum alaşımdan yapıldı. Üzerinde lazerle açılmış 8000 minik delik bulunuyor. Bunlar, meşaleyi taşıyacak kişileri temsil ediyor. Meşalenin yolculuğu 19 Mayıs'ta başladı ve 70 gün sürdü.
Açılış töreni, kadınlar futbolundaki grup karşılaşmalarından sonra, 27 Temmuz Cuma günü Türkiye saatiyle 21:30'da Olimpiyat Stadyumu'nda yapılacak oyunlar, 12 Ağustos’ta sona erecek. Yaz Oyunları'nın açılış töreninde olimpiyatlara katılan bütün sporcular olimpiyat yemini edecek ve  ''Olimpiyat Oyunları'nda ülkemin şerefi ve sporun zaferi için kurallara uyarak dürüst yarışacağımıza ve gerçek sportmenlik ruhu içinde mücadele edeceğimize and içeriz'' diyecekler.
Sanat direktörlüğünü 8 dalda Oscar kazanan ''Slumdog Milyoner'' filminin yönetmeni Danny Boyle'un yaptığı açılış töreninde, Olimpiyat Stadı'nın içine koyun, at, inek, keçi, ördek, kaz, tavuk gibi çiftlik hayvanlarının yer alacağı örnek bir İngiliz köyü kurulacak.
Dünya genelinde yaklaşık 1 milyar kişinin izlemesinin beklendiği açılış töreninde 10 bin gönüllü görev yapacak.
27 milyon sterlin harcanarak hazırlanan açılış töreninde, efsanevi müzik grubu Beatles'in üyesi Paul McCartney'nin de aralarında bulunduğu ünlü sanatçılar sahne alacak.
Diskalifiye olaylarından, altın madalya hikayelerine, olimpiyat oyunları için yapılan harcamalar ve hazırlıklara kadar tarihte olimpiyat oyunlarında yaşanan bazı ilginç olaylar ise şöyle:
-1928 yılındaki Amsterdam Olimpiyat Oyunlarında, Avustralyalı kürekçi Henry Pearce, çeyrek finalde yarışırken kayığını durdurarak, nehirden geçmekte olan ördek sürüsüne yol verdi. Pearce duraksamasına karşın, altın madalyayı ülkesine götürmeyi başarmış.
-1904 yılında Amerikalı maraton koşucusu Fred Lorz, St Louis'de yapılan oyunlarda yarışın büyük bir bölümünü arabaya binerek tamamladığı ortaya çıkınca diskalifiye olmuş.
-Londra Olimpiyat parkındaki 269 milyon sterline yapılan ve yüzme ile dalış yarışlarının yapılacağı ''Aquatics Centre'', vatoz balığı şeklinde tasarlanmış. 17 bin 500 kişi kapasiteli merkez, kuşbakışı bakıldığında, yüzen vatoz balığı görünümünde.
-Tarzan filmleriyle bilinen ve 12 Tarzan filminde oynayan ABD'li aktör Johnny Weismuller, 1924 ve 1928 olimpiyat oyunlarında yüzmede beş altın madalya kazanmış.
-Uçan hedef atıcılığında, 1900 yılındaki olimpiyat oyunlarında ''kilden güvercin'' yerine gerçek güvercinler kullanılmış ve müsabakalarda 300 güvercin öldürülmüş.
-1948 yılındaki Londra Olimpiyat oyunlarında kötü hava koşulları nedeniyle, oyunlar akşam karanlığına sarkınca, araba farlarıyla mücadelelerin yapıldığı alanlar aydınlatılmış.
-Olimpiyat oyunlarındaki madalya töreninde, her ülkenin milli marşı kural gereği üç dakikadan fazla çalınamıyor. Uruguay'ın altı buçuk dakika uzunluğundaki milli marşı ise bu kurala uymuyor.
-Londra 2012 Olimpiyat Oyunlarında, doğal hayatı korumak için olimpiyat parkına 500 kuş ile 150 yarasa yuvası yerleştirilmiş.
-Antik Yunan döneminde Olympia'da atletler, çıplak olarak müsabakalara katılırmış.
-Londra 2012 Olimpiyat Oyunları için, Londra Filarmoni Orkestrası 205 ülkenin milli marşını kaydetmek için stüdyoda 50 saat geçirmiş.
-Siyahi atletler olimpiyatlarda 1960 yılına kadar maraton koşusunu kazanamamış. Maraton kazanan ilk siyahi atlet 1960 yılında Etiyopyalı Abebe Bikila olmuş.
-Olimpiyat Oyunlarının açılışında meşaleyi yakan ilk kadın atlet ise, 1968'deki Meksika Oyunlarında Norma Basilio olmuş.
-1904 Paris Olimpiyat Oyunlarında, kazanan atletlere madalya yerine tablo hediye edilmiş. Fransızlar tabloların, madalyadan daha değerli olduğunu savunmuş.
-Televizyondan yayımlanan ilk olimpiyat oyunları, 1936'daki Berlin oyunları olmuş.
-Londra'nın ev sahipliği yaptığı ilk olimpiyat oyunları olan 1908 yılındaki oyunlar, Nisan-Ekim ayları boyunca altı aydan fazla sürmüş. Oyunlar aslında, İtalya'nın başkenti Roma'da yapılacakmış. Ancak oyunlardan iki yıl önce İtalya'daki yanardağ patlamasının, Napoli kentine hasar vermesi sonucu İtalyan hükümeti olimpiyat oyunlarını iptal etmek zorunda kalmış ve oyunlar Londra'ya alınmış.
Blog Widget by LinkWithin

Etiketlerim..

...

"Hayat, özellikle, yazılanları okumak, çekilenleri seyretmek ve tabii ki pişirilenleri yemek için çok kısa, biraz koşmak lazım... "
myspace graphics

Free Counters

Hayatın İçinden...

 

Divitim... | Creative Commons Attribution- Noncommercial License | Dandy Dandilion Designed by Simply Fabulous Blogger Templates