13 Haziran 2014 Cuma

Wes Anderson’dan Bir Masal, Büyük Budapeşte Oteli...




Özellikle The Darjeeling Limited, Tenenbaum Family ve Moonrise Kingdom filmlerinden tanıdığımız ve kendine has tarzıyla, çok özel yönetmenler arasında yer alan Wes Anderson’un son filmi olan Büyük Budapeşte Oteli’ni, çeşitli aksilikler sonucunda ancak geçen hafta izleyebildim.

Film dünyasında Wes Anderson denince akla gelen değişmez özelliklerin başında simetri, pastel tonlar ve masalsı bir anlatım geliyor. Kural, hem Şubat ayındaki 64. Berlin Film Festivali’nin, hem de Nisan ayındaki 33. İstanbul Film Festivali’nin açılışını yapan, Büyük Budapeşte Oteli’nde de değişmemiş.



Duyan gelmiş! diyebileceğimiz genişlikte bir oyuncu kadrosuna sahip filmde, Anderson’un değişmezleri arasında yer alan Bill Murray, Jason Schwartzman ve Owen Wilson’ın yanı sıra, Ralph Fiennes, Tilda Swinton, Jude Law, Edward Norton, Adrien Brody, F. Murray Abraham ve Harvey Keitel gibi birbirinden ünlü isim rol almış. 1930’larda, olmayan bir ülkedeki bir otelin kapı görevlisi Gustav H ve yardımcısı lobi görevlisi Sıfır Mustafa’nın işle başlayıp arkadaşlığa dönüşen ilişkileri sırasında başlarından geçenleri anlatan filmde senaryo, dialoglar, müzikler ve kadrajlar inanılmaz.



Gustave dakik, titiz, kimi zaman sert, "müşteri her zaman haklıdır" ın ayaklı kanıtı adeta. Müşterilerinin, ama özellikle de zengin ve yaşlıca kadın müşterilerinin, şahsi sıkıntılarını dahi bilen, çözen, derdini dinleyen bir adam Gustave. Ama aslında onlardan faydalanan, çıkarcı, cingöz bir karakter gerçekte. Bir gün otelde işe yeni başlayan lobici çocuk "Zero"yu yanına alıp onun hamisi olmasıyla film boyunca başımızı döndürecek bir tempoda anlatılan olaylar da başlamış oluyor.

Absürd komedinin en güzel örneklerinden bazılarıyla karşılaştığınız filmin çok yerinde Chaplin filmi izliyor gibi oluyorsunuz. Her ne kadar komedi dalında bir esermiş gibi gözükse de, film yer yer ciddi dram öğeleri de içeriyor ve yaklaşan savaşın ayak seslerini tüm gücüyle yansıtıyor. Hayali bir ülkede, şatafatlı bir otelde yaşanan bir masal, gerçek dünya ile bağını, film boyunca avrupa tarihi ve iki dünya savaşı arasındaki döneme dair referanslarla sağlıyor. 1930'larda en şatafatlı dönemini yaşayan otel, dünya savaşı ile beraber ZZ subaylarının karargahına dönebiliyor mesela.

The Telegraph’tan George Prochnik’e verdiği röportajda Anderson, Stefan Zweig ile 6-7 yıl kadar önce “Beware of Pity” ile tanıştığını, sonrasında diğer tüm kitaplarını alıp okuduğunu ve filmin arka planındaki detayları Zweig’dan çaldığını! söylemiş. Buna karşılık filmde Tim Wilkinson’ın oynadığı “anlatıcı” ve Jude Law’ın oynadığı, anlatıcının karaktere bürünmüş halinin de, Zweig’ı temsil ettiğini eklemiş.

Filmin sonunda “Zero”nun, M. Gustave için söylediği "ait olduğu dünya o doğmadan çok önce sona ermişti ama o bize büyük bir zerafetle taşıdı" sözü, belki Anderson için de geçerli. Günümüz karmaşası içinde, artık çok geçmişte kalmış bir dünyaya ait filmler yapıp, ağzımıza birer parmak bal çalıyor.

12 Haziran 2014 Perşembe

Bursa'nın Şar Dağları'ndaki Devamı, Üsküp...


7 günlük, “Ballı – Kanlı” bir rotada, toplamı otobüsle 1.850 km süren, seyahatimin ilk duraklarındandı Üsküp. Küçücük, modernle eskinin bir arada olduğu, son dönemde kendine bir kimlik yaratmaya çalışan, Vardar Nehri’nin ikiye ayırdığı bi şehir.

Tarihçesi elbette bize dokunuyor. Yıldırım Beyezıd'in 1392'de fethettiği ve 522 yıl Osmanlı hakimiyetinde kalan Makedonya’nın başkenti Üsküp.

Makedonların "Kamen Most / Stone Brige" dediği, 2. Murat’ın yaptırdığı, Vardar nehrinin üzerindeki taş köprü, şehrin iki yakasını sanki iki farklı medeniyeti birbirine bağlar gibi duruyor. Nehrin kuzeyi türk/müslüman kısım, güneyi ise hristiyan kısım olarak anılıyor.



Köprünün bir tarafı, kalesi, “Baş Çarşı”sı, camileri, arnavut kaldırımlı sokakları ile bakımlı bir orta anadolu şehrine benziyor.



Diğer tarafa geçtiğinizde ise, geniş caddeler, modern binalar, nehir kenarı cafeleri ve meydanlar karşılıyor sizi. Alexander Square, belki de son dönemdeki hassasiyetimizden bana biraz öyle geldi ama, şimdiye kadar gördüğüm en güzel düzenlenmiş meydanlardan biri. Bi kere meydanda hoperlörle klasik müzik yayını yapılıyor. Hepsi yenicene yapılmış olsa da, yirmiden fazla heykel var sanırım burada ve tabii ki en görkemlisi meydanın ortasındaki Büyük İskender.



Diğer heykellerde de, ülkenin tarihinde yer edinmiş şahıslar ve olaylara ait birer gönderme var. İçlerinde beni en çok etkileyeni  26 Temmuz 1963'te meydana gelen ve bin 70 kişinin hayatını kaybettiği Üsküp depremi anısına şehrin içine serpiştirilmiş, “Unutma, Unutturma!” heykelleri oldu.

 
Ve bir de çok başarılı modern tasarımlar var...




“Kaybolan Şehir” şiirinde, Yahya Kemal Beyatlı'nın "Üsküp ki, Şar Dağı’nda devamıydı Bursa’nın" dediği şehrin, yukarıda saydığım özelliklerinin yanına eklenmesi gereken son bir özelliği de bence, 2000 yılında, ülkedeki azınlıklara "hıristiyan" bir ülkede yaşadıklarını unutturmamayı amaçlayarak, Şar Dağları’ndaki Vadno Tepesi’ne diktikleri, gece karanlığın ortasına gökten sarkıtılmışçasına insanın gözünü alan, şehrin her yerinden görülebilen, 66 m yüksekliğindeki haç.


26 Mart 2014 Çarşamba

Örümcek Kadının Öpücüğü / Tiyatro Hal...


 
Son dönem Devlet ve Şehir Tiyatroları’nın performansından mutsuz olup, oyunların yarısında, daha fazlasına tahammül edemediğimiz için çıkmaya başlayınca, zaman ve nakit kaynağımızı gerçekten değeceğini düşündüğümüz özel tiyatroların seçme performanslarında değerlendirmeye başladık. Evet, Şehir ve Devlet Tiyatroları ile kıyaslayınca oldukça pahalılar ama gerek sundukları performans gerekse de ödeneksiz, sadece bilet gelirleriyle hayatta kalmaya çalıştıkları düşünülürse, verdiğiniz paranın karşılığını fazlasıyla alıyorsunuz.

İşte bu mantıkla bu sene hep seçmece ve tavsiye üzerine özel tiyatroların performanslarını izledik ve açıkçası büyük çoğunluğundan da oldukça mutlu ayrıldık. İşte Mecidiyeköy’deki Şişli Emniyet Müdürlüğü’nün hemen arkasında, sınırlı imkanlarla, performans merkezine dönüştürülmüş, Tiyatro Hal’da izlediğimiz “Örümcek Kadının Öpücüğü” de tadı damağımızda kalan oyunlardan biri oldu.

1985 yılında Manuel Puig’in aynı isimli romanından beyazperdeye uyarlanmış, William Hurt’ün muhteşem “Molina” performansı ile oskar aldığı filmin tiyatro uyarlamasında, oyun içinde oyun tekniği kullanılmış.

Normalde asla yanyana gel(e)meyecek insanların zorunluluktan da olsa kesişen hayatlarını anlatan bir eser Örümcek Kadının Öpücüğü.  

"Yaşamın çok güç olduğu Arjantin varoşlarında büyüdüm. Kadınların küçümsendiği, erkeklerin yüceltildiği, maçoluğun meziyetten sayıldığı, iktidar ve gücün prestij olduğu bir dönemde. Bir erkeğin sahip olabileceği en kötü özelliğin, hassasiyet ve nezâket olduğu bir kültürde...

Çocukluğumda hep Amerikan filmlerine ilgi duydum, çünkü Arjantin filmleri korkutucu Arjantin gerçekleriyle bezeliydi. Annemle haftada dört kez sinemaya gider, fantazi dolu müzikaller ve romanslarda kaçışı bulurduk.

Gerçek, filmlerdeki gibi güzel olmalıydı, dışarıdaki gibi güç değil...

Ya da gerçeklik denilen şey kötü sınıf bir filmin içinde hapis olmaktı." diyor yazar Manuel Puig.

İşte bu hissiyattan yola çıkarak, eserinde bir politik düşüncelerinden ve eylemlerinden dolayı hapse düşmüş bir devrimciyle, pedofiliden içeri girmiş bir eşcinseli aynı hapishane hücresine koymuş.

 
Devrimci olan adam (Valentin), son derece maço tavırlı, sert düşünceli, kolayca asâbileşebilen, davasına sâdık, yoldaşlarına bağlı ama gördüğü işkencelerden dolayı hastalıklı ve güçsüz bir delikanlıdır. Gay hücre arkadaşı ise (Molina), becerikli, süslü, kendini tamamen kadın gibi hisseden ve o şekilde hareket eden, valentin'e karşı anaç tavırlarla yaklaşan duygusal bir adamdır. Valentin, okumayı, yazmayı ve davası üzerinde düşünüp planlar yapmayı sever. Molina, makyaj yapmayı, yemek pişirmeyi, Valentin'e sevgilisiymiş gibi bakmayı, onunla sohbet etmeyi ve sinemayı sever.

Hücrede vakit geçirmek için sinemadan konuşurlar. Molina, Valentin'e izlediği bir filmden bahseder. Filmi anlatan Molina, kendini baş kadın karakterle özdeşleştirir. Valentin'se, konuyu tamamen kendi penceresinden algılar ve devrimci bakış açısıyla yorumlar.

Manuel Puig, eserde Molina’nın Valentin’e anlatacağı film olarak başlarda Drakula’yı düşünmüş. Fakar New York’ta bir gece yarısı televizyonda 1942 yapımı Kedi İnsanlar’a rastlayınca cinsel baskı temalı bu gerilim filminin daha uygun olacağına karar vermiş.

Oyunun iki ana karakteri de çok başarılı. Valentin’i oynayan Çağdaş Tekin’in arada çok hızlı konuştuğu için anlaşılamamasını saymazsak, sıkça gündeme gelen cürretkar sahnelerin üzerinden başarıyla gelmiş.

Molina rolündeki Göktay Tosun, ise aynı William Hurt gibi, bir “gay” i değil, bir “kadın”ı oynamış. Hatta “kadın” olmuş. Aşık, hüzünlü, duygusal, becerikli, anaç, canayakın, saf bir “kadın”.

 
Gerçekten iyi bir oyun izlemek istiyorsanız, Tiyatro Hal’daki Örümcek Kadının Öpücüğü’nü şiddetle tavsiye ederim.

20 Mart 2014 Perşembe

Allacciate le Cinture / Kemerlerinizi Bağlayın...


 


Ferzan Özpetek filmatografisinin, 10. Filmi olarak 14 Mart’ta vizyona giren “Kemerlerinizi Bağlayın”, bana göre diğer Özpetek filmleriyle kıyaslayınca ortalamanın altında kalmış olsa da, Recep İvedeik türevi kepazeliklerin arasında yine de bir sakinlik sağlıyor.

Özpetek, 13 yıllık bir ilişkiyi, öncesi ve sonrasıyla, acıları, tutkuları, sevinçleri, hüzünleri, gel-gitleriyle masaya yatırmış. Filmde, hayatın içindeki eşcinsellik, pastel tonlar, italyan çaçaronluğu ve güzel müzik, Özpetek’in imzası olarak çıkıyor karşımıza. Şükrü Erbaş'ın bir dizesini okumuştum geçen gün. "İnsanın İçini dökmekten vazgeçmesidir ayrılık" diyordu. Filmde de, bir ilişkinin aynı bu yolu takip ederek nereye vardığını izledik.

Her yerde yazıldığı ve neredeyse duymayan kalmadığı için ben de filmdeki kadın karakterin bir noktada kansere yakalandığını yazmakta bir sakınca görmüyorum. Filmin en çok tartışılan sahnesinde kadın kasta yatağında kocasıyla sevişiyor. Ferzan Özpetek, Ayşe Arman’a verdiği röportajda, çok yakın bir arkadaşının aynı süreçten geçtiğini, bir noktada “hala birlikte uyuyup uyumadıklarını” kendisine sorduğunu ve arkadaşının da “Bu erkeklerin midesi hiç bulanmıyor. Seviyorsa hiçbirşeyden iğrenmiyorlar!” dediğini ve kendisinin de demek ki, “Gerçek Aşk” sa böyle olduğuna karar verdiğini anlatıyor, bu cümleleri de filmde aynen kullanıyor.

Bir noktada geçmişle bugünü bağlamış Özpetek ve o noktada deniz ve kadın arasında bir ilişki kurmuş. Ruh hali sakin, mutlu kadını muhteşem durgun, pırıl pırıl bir denizle özdeşleştirirken, kafası karışık, üzgün ve yorgun kadının denizi köpürmüş dalgalar olarak karşımıza çıkıyor.

Filmi, yine, arasında duygusal bir bağ olduğunu söylediği,  Serseri Mayınlar’ı çekip galasını da yaptığı İtalya’nın, tam topuğunu oluşturan, Lecce kentinde çekmiş Özpetek. Şehirin dokusu filme ciddi bir artı katmış bence.
 
Başta da söylediğim gibi, eski filmleri kadar iyi olmasa da, şu anda vizyondakiler arasında yine de ortalamanın üstünde kalmış bir film olmuş “Allacciate le Cinture / Kemerlerinizi Bağlayın”.

27 Şubat 2014 Perşembe

Twice Born / Sen Dünyaya Gelmeden...


 
3 yıl önce izlediğim ve sonunda “ay, ay, ay...” demekten konuşmaya, hatta nefes almaya bile fırsat bulamadığım filmlerden biriydi “Incendies / İçimdeki Yangın”. Kanada yapımı filmde anne vasiyetinde çocuklarına Lübnan’a dönüp abilerini ve babalarını bulmalarını istiyordu. Ve sonrasında Ortadoğu’nun sapsarı  coğrafyasınında, “bir artı birin nasıl iki değil de bir ettiğini” anlatıyordu film.
İşte benzer bir kurguyla karşılaşacağımı, sonunda tabiri caiz ise mideme yumruk yemiş gibi kalakalacağımı bilmeden, biraz da gecikmeli izlemeye başladım, başrollerini Penelope Cruz ve Emile Hirsch’ün oynadığı Twice Born / Sen Dünyaya Gelmeden’i.

Film, kitapları ülkemizde de Doğan Kitap tarafından yayımlanan Margaret Mazzantini’nin “Venuto al Mondo” isimli kitabından uyarlanmış. Filmin yönetmeni Sergio Castellitto, aynı zamanda Mazzantini’nin kocası, filmde de Penelope’nin kocası rolünde...

 
Film, çok eski bir arkadaşın davetine karşılık, oğluyla, yıllar önce, savaş zamanı terk ettiği Bosna’ya geri dönen Roma’lı Gemma’nın savaştan önce tanışıp evlendiği Amarikalı Diego’yla aşklarını, çocuk sahibi olma isteklerini, Gemma’nın kısır olduğunu öğrendikten sonra yaşadıklarını ve savaş sürecinin onları ve çevrelerindeki insanları nasıl etkilediğini anlatıyor. Özellikle savaş sahnelerinde, yaşanmış gerçekle ekrandan olsa bile yüzleşirken, insanlığınızdan utanır hale geliyorsunuz.

Kurgu itibariyle günümüz ve geçmiş arasında gidip gelen filmde, Gemma’nın oğlunu da, Margaret Mazzantini ve Sergio Castellitto’nun gerçek hayattaki oğulları Pietro Castellitto oynamış. Bir diğer çok önemli rolde de bizden biri Saadet Işıl Aksoy var ve gerçekten de, oyunculuk performansı olarak, diğerlerinden hiç aşağı kalmamış.

26 Şubat 2014 Çarşamba

Garaj / Craft Tiyatro...




Pazar akşamı, Craft Tiyatro’nun Kazancı yokuşunun nispeten girişindeki binaların birinin teras katındaki yeni sahnesinde, aylardan beri büyük fırtınalar kopartan Garaj’ı izleme fırsatı bulduk ve fırtınanın sebebini de öğrenmiş olduk.

Belki hatırlayanlarınız vardır, geçen sene, Ukrayna’dan kandırılarak getirilip, burada hayat kadınlığına zorlanan kızların hikayesini anlatan Uçurum isimli, oldukça da başarılı, bir o kadar da sarsıcı bir dizi vardı. İşte o dizinin en özel karakterlerinden biri olan otistik Kutlu’yu oynayan Engin Arıkan, Garaj’da bir trans olarak karşımıza çıkıyor.

Hani bir rol oynayıp, o rol üzerine yapışan aktörlerden değil, Engin Arıkan. Daha önce DOT’un Kürklü Merkür’ünde de benzer bir rol oynamıştı ama Uçurum’daki Kutlu’nun yanında, ‘Genco’da tecavüzcüyü , ‘Yerden Yüksek’te de, saf bir türkücüyü canlandırmıştı. Hepsini de yaşayarak ve yaşatarak oynuyor.

Garaj’da da, 10 cm ince topuklu çizme (vallahi o kadar süre ben giyemem), mini bir elbise, jartiyer ve full bir makyajla çıktı karşımıza. Tarlabaşı’nın Orkide’si olarak... Elbette bir de Güven Murat Akpınar var oyunda. Hani Suskunlar dizisinin İbo’su. Burada, fotoğrafçılık okuyan Kahraman. Anne-babasını trafik kazasında kaybetmiş, anneannesiyle yaşayan bir öğrenci. Çok tutuk ve hayata dair hiçbir cümlesi yok. Orkide’yi görüyor ve onunla muhabbet etmek bir de izin verirse, ödevi için fotoğraflarını çekmek istiyor. Çünkü o topuklar üzerinde nasıl yürüdüğünü merak etmiş. Hepsi bu. “Hepimizin yapmak istediği şeyi, Kahraman çok rahatlıkla yapıyor ve bence seyirci bunu seviyor” demiş Arıkan. İki zıt karakterin diyalog kurmasının izleyene keyif verdiğini söyleyip eklemiş: “Bunu aslında herkes yapabilir. Yeter ki karşısındakini tanımak istesin…”

Oyunu Kemal Hamamcıoğlu yazmış, yine tiyatronun büyük isimlerinden, Ezel’in gözleri görmeyen annesi rolünden hatırlayabileceğiniz İpek Bilgin yönetmiş. Tüm ekip, yabancı yazarların oyunlarından biri yerine, içimizden birinin yazdığı, belki de yan apartmanınızda oturan kişilerin hikayesini anlatan bu oyunu sahnelemekten çok mutlu olmuş ve bu ekip çalışması sonuca direkt yansımış. Abartısız, bazen kahkahalara boğan, bazen gözlerinizin yaşarmasına sebep olan bir performans sergiliyor sahnedeki iki oyuncu ve her ne kadar rolünün özelliğinden ötürü Engin Arıkan daha bir ön plana çıksa da, Güven Murat Akpınar’da oynadığı karakteri resmen üzerine giymiş.

 
Kısaca Garaj, son dönemde izlediğim en iyi preformanslardan biriydi, yer bulabilirseniz, şiddetle tavsiye ederim.

5 Şubat 2014 Çarşamba

Sıdıka, Meze Restoranı...


Sıdıka'nın adı, çok uzun zamandır, genelde olumlu görüşlerle, dilden dile dolaşıyor ve yayılıyor. Bizde sonunda fırsat yaratıp, hatta üstüste iki hafta, Sıdıka'da yemek yeme ve menüsünden farklı alternatifleri deneme fırsatı bulduk.
 
Girişi belki de şöyle yapmak lazım, yeni bir restorana giderken, ne bulmayı beklediğiniz, aldığınız sonuç üzerindeki tatmininizde çok etkili. Ben Sıdıka'ya, çok küçük, hatta butik bir mekana gittiğimi bilerek gittim. Akaretler'e çıkarken sağdaki Beşiktaş'a giden yoldan devam ederek gittiğiniz Sıdıka, irili ufaklı çeşitli dükkanın arasında, gösterişsiz bir şekilde öylece duruyor. Ancak dikkat ettiğinizde veya biliyorsanız içeride, genellikle keyifli sohbetler ederken kahkahalar eşliğinde, yemek yiyen insanları görebiliyorsunuz.
 
 
 
Sıdıka'nın menüsü çok kalabalık değil. Menüye, kendilerine özel lezzetler ekleyerek, bir fark yaratmaya çalışmışlar, fena da olmamış.
 
Soğuk mezelerin kraliçesi sanırım Cibalikapı'da Girit Ezmesi adıyla yediğimiz, özünde şamfıstık, beyazpeynir, sarımsak ve zeytinyağından oluşan, Fıstıklı Peynir Ezme. En az Cibalikapı'nınki kadar başarılı olduğunu söyleyebilirim. Bunun yanında tadına baktığım Levrek Marine, Lakerda ve bu mevsimde bu kadar güzelini nereden bulduklarını bilemediğim kavun da çok lezzetliydi.
 
 
 
Ara sıcaklarda alternatifiniz çok. Mekanın spesiyallerinden olan ve adı Rumca'da ayva ağacı / ayvalık anlamına gelen Kidonya, bir tür deniz kabuklusunun haşlanıp, zeytinyağı ve karabiber ile çeşnilendirilmesinden oluşan bir yemek ve eğer midye türü şeyleri seviyorsanız, oldukça da lezzetli. Aynı şekilde, Ahtapot Izgara ve ilk defa Sıdıka'da karşılaştığım Sıcak Ot Tabağı da. Oldukça geniş bir ot yelpazesi var Sıdıka'da. Kaya koruğu, deniz fasulyesi, ebegümeci, hardal otu, turp otu, pancar otu, deniz börülcesi, kazayağı, şevketi bostan, labada... İstanbul'da bulamadıkları otları temin eden bir otçuları varmış ve ayrıca Zeytinyağı ve kırma zeytinleri Edremit’ten; tulum, ayvada, kidonya ve sübye yumurtası Cunda’dan; kaya koruğu Mersin’den; sofra şarabı da Edirne Yeniköy’den geliyormuş.
 

Sıdıka'nın diğer bir spesiyalli de, Telde Karides. Ben bunun kadayıfa sarılmış jumbo karides olacağını zannetmiştim ama muffin kalıbında pişirilmiş, içinde domates, kaşar ve karides karışımı olan kadayıf şeklinde servis edildi. Malzemeyle bütünleşmiş kısmı lezzetliydi ama onun dışındaki bölüm kuru kadayıf olarak kalmıştı ve lezzetsizdi.
 
İlk gidişimde balığa yer kalmamıştı ama ikincisinde mekanın bir başka spesiyali olan Asma Yaprağında Levrek'i denedim. Ama nedense balıktan çok et tadı geldi ağzıma. Sonra sorunca öğrendim ki menüde köfte de varmış. Muhtemelen daha önce köftenin piştiği ızgarada levreği pişirdiler ve malesef lezzetler birbirine karıştı.
 
Ve finalde gelelim Abidin'e. "Sen mutluğun resmini yapabilir misin, Abidin?" sözünden yola çıkarak isimlendirdikleri tatlıları, başka mekanlarda volkano diye de adlandırılan, içi sıcak çikolatalı kek. Farkları bunu bitter çikolatayla yapıyor olmaları ve gerçekten sonrasında çok ama çok mutlu hissediyor olmanız.
 
 
Sonuç olarak, iddiasız ve fakat samimi bir mekanda güzel bir akşam yemeği yiyip, keyifli dost sohbetleri yapmak isterseniz, tavsiye edebileceğim bir mekan Sıdıka ama rezervasyonunuzu yaptırmayı ihmal etmeyin.

24 Ocak 2014 Cuma

Şapkalı O***** Çocuğu / İkinci Kat

Hedon - Oben beni dürtmese, Gezi'den beri, neredeyse 8 aydır buraya birşeyler yazmadığımı / yazamadığımı fark etmeyecektim. Hazır bi taraftan dürtülmüş, bi taraftan ellerim yazmak için kaşınmaya başlamış, bir taraftan da bu geçen sürede bayağı bir malzeme biriktirmişken, dedim fırsat bu fırsat, "Vira Bismillah!" 
 
Madem bu kadar süre sonra tekrar yazıyorum, bari konu başlığı sansasyonel olsun diye, ilk olarak, iki gün önce İkinci Kat - Karaköy'de izlediğimiz, Şapkalı O***** Çocuğu'yla başlamaya karar verdim.
 
 
Amerikalı yazar Stephen Adly'nin 2011 yılında yazdığı ve Broadway'de kapalı gişe oynayan, "The Motherfucker with the Hat" isimli oyunu, bu sezon Ezgi Erdoğan çevirisi ve Bedir Bedir'in rejisiyle İkinci Kat - Karaköy'de sahneleniyor.
 
Oyun, farklı bağımlılıkları olan 5 karakterin, kendileriyle ve birbirleriyle ilişkilerini, hayattan kaçışlarını, küskünlüklerini, hayal kırıklıklarını ve beklentilerini, kara komediyle izleyiciye aktarıyor.
 
Son dönemde özel tiyatroların oyun seçimlerinde ve performanslarında özellikle dikkatimi çeken bişey var. Sanki oyunu ne kadar küfürlü oynarlarsa ve oyundaki çıplaklık ve seksapelite ne kadar aşırı olursa, sanki performans o kadar iyi olacakmış gibi düşünüyorlar ama yanılıyorlar.
 
Çok hassas çizgideki bu kavram ve hareketlerin fazlalığı bir yerden sonra seyirci olarak beni rahatsız etmeye, oyuna ve oyuncunun performansına konsantre olmamı engellemeye başlıyor.
 
Mesela yukarıda bahsettiğim oyun, kokain ve alkol bağımlılığıyla mücadele eden kişiler arasında geçiyor tamam ama ortam bu diye her cümlenin içine en az 5 tane küfür koyarsanız, metin inanırlıktan uzaklaşıyor ve konsantre olup izlemesi çok zorlaşıyor. Aynı şekilde cinsellik ve seksin kullanım şekli ve sıklığı, izleyici olarak bende, benzer problemler doğuruyor. 



 
Tüm bu handikapların içinde, 5 kişilik ekipte, özellikle Evrim Doğan ve Ünal Yeter'in performanslarını oldukça başarılı bulduk. Fatmagül'ün Suçu Ne? isimli dizide kötü yengeyi canlandıran Esra Dermancıoğlu'nun sahneye çıktığı bölüm ise, bizim için oyun adına kırılma noktasıydı çünkü eğer öncesinde ara olsaydı, sanırım oyunun yarısında çıkabilirdik.
 
Bitirirken, İkinci Kat'ın Karaköy Sahnesi ile ilgili de birşeyler söylemeden geçmemek lazım sanırım. Ödenek sıkıntısı yaşayan özel tiyatrolar, ellerindeki imkanları sonuna kadar kullanıp, yeri gelince ceplerinden harcayıp, büyük bir özveriyle, son dönemde de birbirlerinin sahnelerinde "destek oyunları" oynayarak, müthiş işler çıkartıyorlar. Her ne kadar İkinci Kat - Karaköy, yer olarak Perşembe Pazarı'nın arkalarında, çok ters ve ürkütücü bir lokasyonda olsa da, büyük ve desteklenmesi gereken bir proje.

4 Haziran 2013 Salı

Diren "Gezi"...


29 Mayıs 2013 Çarşamba

Son Oyun / Ahmet Altan...


 
Ahmet Altan’ın gazeteciliği, siyasi yönü, taraf veya tarafsızlıkları beni nedense hiç ilgilendirmiyor. Benim için Ahmet Altan, “Bir orospuyu azize yapar aşk, bir azizeyi de orospu!” sözüyle, aşkı tarif etmek adına yazılabilecek veya söylenebilecek herşeyi tek cümlenin içinde ifade edebilmiş kişidir. O yüzden benim için çok önemli ve çok değerlidir.

“Son Oyun”a kadar çok ciddi bir süre ara verdi roman yazmaya Ahmet Altan. Az buz değil 9  senedir bekliyoruz. Uzun ve sancılı bir dönemden sonra doğan Son Oyun, her zamanki Ahmet Altan romanları gibi çok provokatif başlıyor ama detayların veriliş şekli itibariyle, sanki alışılmış tarzının bir çıt altında kalmış.

Uzun süredir roman yazamanyan bir yazar, yeni arayışlarla, bir cinayet romanı yazmak için çıktığı yolculukta, zeytinliklerle çevrili bir kasabada önce mola verir sonra da oraya yerleşir. Kasaba, belalı çetelerin elindedir, bir yanda belediye başkanı, diğer yanda kasabanın köklü ailelerinden biri iktidar savaşına girmiştir. Her iki tarafın emrinde azılı kabadayılar, kiralık katiller vardır ve onlar aracılığıyla kan davası sürmektedir. Hikaye anlatıcı pozisyonundaki yazarımızın, işlediği cinayet sonrasında kendiyle hesaplaşmak için oturduğu kasaba meydanındaki bankta, kendisiyle konuşmasıyla başlıyor ve ağırlıklı flashbacklerle ilk günden o ana geliyor.

Son Oyun, Ahmet Altan ve bir Ahmet Altan romanı okuduğunuzun bilincinde değilseniz, tarz olarak sert, cüretkar veya belden aşağı gelebilir ama ne istediğinizi bilerek veya bekleyerek bu kitabı elinize alacaksanız o zaman da değil cüretkar, mütevazı bile bulabilirsiniz.

Ben kitabın en çok, aynı zamanda anlatıcısı olan yazarın Tanrı ile, iki yazar/meslektaş olarak, tatlı tatlı didiştiği bölümlerini sevdim.

Bir bölümde yazarımız Tanrı’ya, “Senin egon çok yüksek... Kitapların geniş kitleler halinde, kocaman binalarda okunsun, herkes senin yazdıklarını beğensin istiyorsun. Ama başta yarattığın karakterleri sen de beğenmemişsin ki, “yaktı” diyorlar senin için” diyor. Sonrasında da bulduğu “insan” karakteri ve o karakterin içine koyduğu değişkenliler için onu tebrik ediyor. Ama bu dialoglardaki belki de en can alıcı soru sanırım günah üzerine olan; “Günahı işleyen mi, yoksa o günahı yaratan mı daha günahkar?”

20 Mayıs 2013 Pazartesi

Pera Müzesi'nde Manola Valdés Sergisi...


 
“Resim özel bir uğraş. Nasıl ki edebiyat edebiyattan doğuyorsa, benim resmim de resimlerden doğar. İşim daima sevdiğim parçalardan esinlenir, daha doğrusu bu yapıtlar aracılığıyla yaşarım.”
Manola Valdés
Andy Varhol’la tanıdığımız Pop Sanat’ın, İspanya’daki temsilcisi Manola Valdés. 1942 doğumlu sanatçı, İspanya’da kurucuları arasında yer aldığı Equipo Cronica 1981’de dağılınca, sanat hayatına solo devam etmiş. Sanatında referanslarla hareket eden sanatçının yapıtlarında Velazquez’den Zubaran’a, Matisse’ten Picasso ve Lichtenstein’a izler mevcut.
 
Geçmişin başyapıtlarından yola çıkan, tarihsel izler, renk tonları ve dokulardan oluşan sonsuz bir görsel zenginlik sunan ve sanat tarihinden referanslarla hareket eden sanatçının eserleri özellikle figür, nesne ve serilerden oluşuyor.
 
 
Valdés genellikle çuval bezi ve katmanlı boya kullanarak resim, metal, ahşap ve su mermeri kullanarak da heykel çalışmış. Ölçek hep “çok büyük”, resimler genelde birbirinin alternatifi...
 
Sergi benim son dönemde Pera’da gezdiğim en başarılı ve en etkileyici sergi. Gerek eserlerin çokluğu ve çeşitliliği, gerekse de Valdes’in tarzı itibariyle.
 
 
Çoğunluğu “kadın” konulu 46 resim ve 13 heykelden oluşan 59 yapıtlık “Manolo Valdés, Resimler ve Heykeller” Sergisi, 21 Temmuz’a kadar Pera Müzesi’nde. Müze’nin 3 katı sergiye ayrılmış durumda, hazır gitmişken ikinci kattaki, Kaplumbağa Terbiyecisi’nde de, kısa bir selam durmayı unutmayın...

11 Nisan 2013 Perşembe

Tatlı Bela / Beautiful Disaster...


 
Kitaplarınızı almadan önce, onlar hakkında araştırma yapma alışkanlığınız varsa, GoodReads bu konuda oldukça kapsamlı ve güvenilir bir kaynak. Sitenin yapısı basit, içeriği geniş, katılımcı / okuyucu sayısı yüksek. Dolayısıyla ilgilendiğiniz kitapla ilgili objektif görüş alma olasılığınız çok yüksek.

Goodreads’de kitapları yazarına, ismine, yayınevine vs.  göre arayabileceğiniz gibi, yetişkin, gençlik aşkı, kolej romantizmi, erkek arkadaş vs. gibi alt gruplarla da arayabiliyorsunuz veya o size “bak o beğendiğin gibi, bir de bunlar var” diye yönlendiriyor.

İşte özellikle itunes’dan e-book almaya başladıktan sonra, sıkça yararlandığım Goodreads’in oldukça “hit” alan kitaplarından biri olan Beautiful Disaster, geçtiğimiz hafta “Tatlı Bela” ismiyle, Yabancı Yayınları’ndan ülkemizde de yayınlandı.

Kitap, Amerikan okuyucusunun çok sevdiği, “kolejli gençlik aşkı” temasının işlendiği başarılı bir örnek. Bu tip kitapların genel yapısı şöyle oluyor. Bir şekilde ilişki içine girecek kız veya erkeğin biri veya ikisinin, geçmişinde unutmak istediği bir olay oluyor. Bu onun yeni ilişkisinin ilk zamanlarını genelde iki taraf içinde çekilmez hale getiriyor ancak bir noktada bu direnç kırılıyor, eğer varsa etekteki taşlar dökülüyor, bazen bir hazım süreci geçiyor ve sonuçta çiftimiz birbirinin / ilişkilerinin kıymetini anlayıp, mutlu mesut hayatlarına devam ediyorlar. Anlatım dilinin ne kadar akıcı veya eğlenceli olduğu ve süreç hikayelerin ne kadar tutarlı veya yaratıcı olduğu, benzer tarzdaki kitapları birbirinden ayırıyor, bazılarını da öne çıkartıyor.

Tatlı Bela’daki iki ana karakterimizde geçmişten biraz sorunlu. Abby, tüm hayatını geride bırakıp, en yakın arkadaşıyla şehir değiştirip, onu kimsenin fark etmeyeceğini düşündüğü bir hayata başlamak için, Eastern Üniversitesi’ne geliyor. Ancak onu fark eden kişi, tüm üniversitenin kızlarını “elden geçirmiş”, vücudu dövmelerle kaplı, hayatını dövüşlerden kazanan, dövüş lakabı “Mad dog / kuduz köpek” olan, dövüşmeyi kendinden büyük 4 erkek kardeşten öğrenen Travis oluyor.

Artı eksi kutupların birbirini çektiği, ne kadar uzaklaşmak isteseler o kadar birbirlerine yaklaştıkları, sürprizlerin, kavgaların, gözyaşlarının, dedikoduların, kahkahaların, umutların ve hayalkırıklıklarının havada uçuştuğu, okuması keyifli, sıkmayan, sonunu hissetseniz de, süreci merak uyandıran bir roman Tatlı Bela. Yayınevinin web sitesinde, New York Times’ın çok satanlar listesinin üst sıralarındaki kitabın Grinin Elli Tonu ile kıyaslandığı iddia ediliyor. Benim görüşüm, ancak kitapları okumayan kişilerin bu kıyaslamayı yapıyor olduğu veya bunun gereksiz bir satış stratejisi olduğu yönünde.

Kitabın, otuzlu yaşlarının ortasındaki yazarı Jamie McGuire, 3 çocuk annesi ve gerçek bir kovboy olan kocasıyla Oklahoma’da bir çiftlikte yaşıyor. Bu kitabı basmak için değil, eğlenmek için yazmış. Travis içinde, kolej yıllarındaki büyük aşkında esinlendiğini söylüyor.

Tatlı Bela / Beautiful Disaster, Beautiful Serisi’nin ilk kitabı ve hikayeyi Abby’nin ağzından okuyoruz. Serinin ikinci kitabı olan Walking Disaster, dünya çapında 2 Nisan’da yayınlandı. Bu sefer olayları paralel akışta Travis anlatıyor.

9 Nisan 2013 Salı

Orphan Black...


Orphan Black, Dr.Who, Torchwood veya Ripper Street’in yapımcısı olarak bildiğimiz BBC America’nın fırından yeni çıkarttığı, oldukça da iddialı yapımı.

Dizi, yetim olarak büyümüş, hayattaki tek destekçisi de, kendisi gibi yetim Felix olan, 10 ay önce kendisini de büyüten Mrs.S.’e bıraktığı kızını almak için geri dönen Sarah’ın, kendisine çok benzediğini fark ettiği bir kızın intiharına tanık olmasıyla başlıyor. Basitçe, sadece intihar eden kızın bıraktığı çantasını çalıp, parasına el koymak için yaptığı içgüdüsel hareket, onu, kendisine çok benzeyen kızın yerine geçmeye kadar götürüyor. Ancak elbette herşey, ancak filmlerde bu kadar basit olabilir.

Sarah, intihar eden Beth’in hayatına yerleştikçe, onun soruşturma gören bir polis olduğunu, uzun süredir ilaç kullandığını, uzun dönemli sancılı bir ilişkisi olduğunu keşfeder. Sorunlardan kaçarken sorunların tam ortasına düşmüştür.

Sarah, günlük hayatında sıyrılıp, Beth olarak yaşamaya çalışırken fark eder ki, dünyada kendisine benzeyen sadece bir kişi yoktur. Çok kişi vardır. Ama bu nasıl olabilir? İşte bu noktaya kadar, geçmişini ve köklerini hiç araştırma ihtiyacı duymayan Sarah, biraz da çevre baskısıyla!, farkında olmadan içinde bulunduğu derin komployu araştırmaya başlar.

Henüz iki bölümü yayınlanmış olmasına rağmen oldukça gelecek vaad eden bir prodüksiyon Orphan Black. Alışık olduğumuz Amerikan tarzının aksine, katıksız İngilizliğini her aşamada hissettiren yapımın oyuncu kadrosu ağırlıklı Kanadalı. Özellikle başroldeki Tatiana Maslany, farklı karakterleri oldukça başarılı canlandırıyor. Üvey kardeş Felix’i oynayan Jordan Gavaris ise, her ne kadar biraz abartılı oynasa da, bir noktadan sonra resmen sizi karakterinin içine çekiyor.

Cumartesi günleri yayınlanan Orphan Black'in IMDb puanı 7.4.

İzlemeye başlamadan önce, merakınızı biraz daha körüklesin diye işte trailer'ı.

1 Nisan 2013 Pazartesi

"Katar"... Cana Can Katar...


 
Hani derler ya; ”İşim gereği bla bla bla”, işte o hesap ben de işim gereği, normalde seyahat listemizin üst sıralarında yer almayacak ülke ve şehirlere gidiyorum. İnanın bundan da çok mutluyum. Yoksa ne zaman görürdüm, Bakü’yü, Doha’yı, Rabat veya Tanca’yı...

Çok kısa süre önce, 5 yıl aradan sonra bir kez daha, Doha’daydım. Bildiğiniz gibi Doha, Katar’ın başkenti.

Arap Yarımadası'nın doğusunda, 11.521 km2’lik yüzölçümüyle küçük bir ülke konumunda olan Katar, 400 yıl Osmanlı hâkimiyetinde kaldıktan sonra 20. yüzyıl başlarında İngiliz sömürgesi haline gelmiş. 1971’de İngiltere’den bağımsızlığını ilan eden 800 bin nüfuslu bu küçük Arap ülkesinin petrol ve zengin doğalgaz kaynakları bulunmadan önce en büyük geçim kaynağı balıkçılıkmış. Şu anda ise Katar, dünyanın doğalgaz rezervleri itibariyle en şanslı ülkelerinden biri sayılıyor ve sahip olduğu 25.7 trilyon metreküp hacmindeki kanıtlanmış doğalgaz rezervi ile, dünyadaki doğalgaz rezervinin yüzde 15'ini elinde bulunduruyor.

Bugünkü sosyal refahını, sahip olduğu petrol ve doğalgaz rezervlerine borçlu olan Katar’da kaydedilen bu değişim, ülkedeki yaşam standardının yükselmesini sağlamış. Tüketim maddelerinin hemen tamamı dışarıdan temin edilen Katar’da nüfusun çoğunluğu petrol sektöründe çalışıyor. Geri kalan kısım ise, geçimini halen büyük ölçüde balıkçılıkla sağlıyor. İşgücünün ancak yüzde 2’sinin tarım sektöründe çalıştığı ülkede, kişi başına düşen gelir 67 bin dolar civarında. Giderek yükselen refah seviyesinden dolayı Katar bugün Ortadoğu bölgesinde bir çekim merkezi haline gelmiş durumda. Ülkede yaşayan toplam nüfusun sadece 200 binini Katarlılar oluşturuyor. Ülkenin diğer vatandaşları ise Araplar, Hintliler, Pakistanlılar ve İranlılar.

Ülkenin, Basra Körfezi’nin kenarında, yaklaşık 1.500.000 nüfuslu başkenti Doha ise, 1825’te Al Bidda ismiyle kurulmuş, sonrasında ismi Arapça’da “büyük ağaç” anlamına gelen Doha olarak değiştirilmiş. Eskiden basit bir köy görünümünde olan başkent Doha, bugün yüksek gökdelenler, lüks oteller, alışveriş merkezleri ve modern yapılarıyla göz kamaştırıyor. Şu anda başkent olmasının yanında Üükenin ticari ve kültürel merkezi de olan Doha, Ortadoğu’nun en rahat ve en iyi planlanmış şehirleri arasında yer alıyor.

Ben 5 yıl önce gittiğimde ufak ufak başlamış olan şehri yeniden yapılandırıp, bambaşka bir boyuta taşıyalım hareketi, meyvelerini fazlasıyla vermiş. Şehirdeki binaların mimari projeleri bizzat Emir tarafından onaylanıyormuş ve çoğu abartısız birer sanat şaheseri.

 
Dubai ile girdiği, batıya adaptasyon ve markalaşma yarışında, pilot şehir olarak seçtiği Doha ile, son dönemde atağa kalkan, 15. Asya Oyunları, ATP Tenis Turnuvası ve Moto GP gibi birçok uluslararası spor organizasyonuna da ev sahipliği yapan Katar, bildiğiniz gibi 2022 Dünya Kupasına’da ev sahipliği yapacak ve o güne kadar tamamlanacak 15’in üzerindeki stadyumun hepsinde, dışarıdaki sıcaklık mevsim itibariyle 40 dereceler civarında olacakken, 22 derecede sabit sıcaklık vaad ederlerken, bazılarını da turnuva sonrasında demonte edip ihtiyacı olan Afrika ülkelerine hibe etmeyi öngörüyor.

Arabistan yarımadasında, Suudi Arabistan’ın baskısı altında olmasına rağmen Doha’da hayat çok laik. Kadınlar için örtünme zorunluluğu yok, namaz saatlerinde dükkanlar tatil olmuyor, içki de her yerde serbest.

Gerek tekstil, gerekse yemek sektöründeki uluslararası zincirlerin bir çoğu Doha’da mevcut. Mutfak olarak Arap, özellikle de Lübnan etkisi ağırlıklı olarak hissedilse de, yakın zamana kadar gelirlerini balıkçılıktan sağladıklarından olsa gerek, mutfaklarında deniz ürünlerinin de ayrı bir yeri var. Özellikle levrekle aynı familyada bulunan, “Hammur” isimliği balığı, çeşitli soslarla harmanlayıp farklı lezzetler yaratıyorlar.

Her ne kadar ülkeyi batıya entegre etmeye çalışıyorlarsa da, haftalık tatilleri hala Cuma günü. Dolayısıyla, Doha şehir merkezi ve ona giden tüm yollar Perşembe akşamı kilit.
 
İçinde 4-5 tane büyük ölçekli ve modern alışveriş merkezi bulunduran Doha’nın oryantal alışveriş merkezi ise Souq Waqif. Bizim Mısır Çarşısı’nın bir versiyonu diyebiliriz. Birbirini kesen sokakların içi, baharat, tekstil, yedek parça veya hediyelik eşya vs. satan dükkanlarla dolu. Şehirdeki modernleşmeden, İran Pazarı’da denen Souq Waqıf’ta nasibini almış ve dükkanlar aynı bizim Kapalıçarşı’daki gibi, sanat galerisi, modern cafe veya niş restoranta dönüştürülmeye başlanmış.

 
Oryx(çöl keçisi), aynı zamanda ulusal bir sembol ancak hediyelik bişeyler almaya kalktığınızda illaki de figür olarak deve J

 
Son olarak, THY, Qatar Airways ve Emirates (aktarmalı olarak) her gün İstanbul’dan Doha’ya uçuyor. Doha’nın belki turistik bir değeri olmayacağını düşünüyor olabilirsiniz ama ev sahipliği yaptığı etkinlikleri, son derece modern otel ve restorantları, mimari şaheser binaları, Korniş’i ve Mathaf’ı (modern sanat müzesi), Dubai’deki The Palm’ın karşılığında 2004’te inşa etmeye başladıklar The Pearl’leri, muhteşem deniz ve deniz ürünleri, çok iddialı bir şekilde hazırlandıkları 2022 Dünya Kupası Organizasyonu ile Doha size bunun aksini kanıtlamaya kararlı.

Blog Widget by LinkWithin

Etiketlerim..

...

"Hayat, özellikle, yazılanları okumak, çekilenleri seyretmek ve tabii ki pişirilenleri yemek için çok kısa, biraz koşmak lazım... "
myspace graphics

Free Counters

Hayatın İçinden...

 

Divitim... | Creative Commons Attribution- Noncommercial License | Dandy Dandilion Designed by Simply Fabulous Blogger Templates