28 Kasım 2012 Çarşamba

Total Recall...


Film, Paul Verhoeven'in yönettiği 1990 tarihli bilim kurgu klasiği Gerçeğe Çağrı’nın, Len Wiseman idaresindeki yeniden çevrimi. Bir Philip Dick uyarlaması olan ilk film, çekildiği yılı da baz alırsak, türün en zeki ve yaratıcı örneklerinden biriydi. 2012 tarihli versiyonunda ise, tüm öykü ve ardındaki fikirler en basite indirgenerek, film dur durak bilmeyen bir aksiyona dönüştürülmüş.

5 farklı kişinin kaleme aldığı senaryoda, Verhoeven'in filminden bazı önemli noktalarda ayrılıyor. Mars konusu tamamen çıkarılmış ve tüm öykü dünyada kurgulanmış. Kimyasal savaş sonrası yine dünyanın canına okumuşuz ve yaşanacak sadece iki alan kalmış. Tüm emperyalist güçler, Birleşik Britanya Federasyonu bünyesinde, Britanya ve civarındaki küçük bir bölgede toplanmış. Tüm alt sınıflar ve azınlıklar ise, dünyanın öbür ucunda, Koloni adıyla anılan Avustralya'da yaşıyor.

Koloni'deki çok sayıda insan, çalışmak için her gün Britanya adasına yolculuk ediyorlar. İnsanlar, sanki metroyla seyahat ediyormuşçasına, Koloni’den BBF’na, dünyanın merkezini geçerek ulaşan bir tür tüp kullanarak, işlerine gidiyor. Çoğu vasıfsız, çoğu BBF’ı yönetenlerin, direnişçilere karşı kullandığı robot askerlerin üretildiği fabrikada çalışıyor.

Filmin başında, fena pejmürde, karman çorman bir evde, güzel karısının yanında yatan adam, esasında uzun zamandır, sıklıkla gördüğü ve bir türlü anlam veremediği rüyasından uyanmaya çalışıyor. Film işte bu noktada, kahramanımız Douglas’ı oynayan Colin Farrell’in “6 pax”leriyle başlıyor desem yalan olmaz.
Douglas, gördüğü rüyalarla gerçek hayatı arasında denge sağlamaya çalışırken, yolu Rekall adlı, insanlara zihinlerinde istedikleri macerayı yaşatmayı vaat eden bir yere düşüyor. Tam vücuduna bu halüsinatif deneyim için bazı kimyasallar enjekte edilmeye başlandığı sırada, mekanı polisler basıyor ve işte aksiyon bu noktada başlıyor Karısının onu izlemekle görevli bir ajan olduğunu ve sadece altı hafta öncesine kadar aslında Hauser adlı başka bir adam olarak yaşamını sürdürdüğünü öğrenen Douglas, hayatını kurtarmak için kaçmaya başlıyor. Fakat bu yaşadığı macera gerçek mi, yoksa bir sandalyeye bağlanmış halde Rekall'ın vaat ettiği illüzyonu mu deneyimliyor sadece?

Filmin geneli biraz “Minority Report”, biraz “Blade Runner”, biraz da “I, Robot” karması olmuş. Tamam bilim kurgu ama yeni bişi yok. Başroldeki Colin Farrell’a yardımcı rollerdeki Kate Beckinsale, özellikle aksiyon sahnelerinde Underworld’deki performansının ve formunun meyvelerini toplamış. Diğer önemli roldeki Jessica Biel ise keşke hiç böyle bi aksiyona girmeseydi. Bence biraz sırıtmış.
Filmin Arnold Schwarzenegger’li Sharon Stone’lu orijinalinin IMDB puanı 7.5’ken, 2012 versiyonu 6.3’te kalmış.


22 Kasım 2012 Perşembe

Kabare...

Yıllar önce Lisa Minelli'nin başrolünü oynadığı sinema versiyonunu izlemiştim ancak aklımda da pek bişey kalmamış. 4 sezon önce Şehir Tiyatroları'nda sergilenmeye başlandı. Son yaşananlardan sonra, bu sene hala programda olmasına açıkçası çok şaşırdım.

Peşin peşin söyleyeyim. Oyun 2 saat 40 dk sürüyor ve bizce Şehir Tiyatroları'nda izlediğimiz en iyi oyun. Değil sıkılmak, bitmesin diye dua ediyorsunuz. Yücel Erten'in sahneye koyduğu oyunda canlı performans sergileyen orkestra, müzikler, kostümler, metin ve başta MC'yi oynayan Mert Turak olmak üzere oyunculuk süper. Hele bir final sahnesi var, etkilenmemek mümkün değil. Oyunu son iki senedir, her sezon en az bir kere izlemek adına kendime sözüm var.
 

Bilmeyenler için hikaye kısaca şöyle: İkinci dünya savaşı öncesi, Nazizmin yükselişe geçtiği yıllarda Almanya'da bir kulüp. Yazı yazmak için farklı bir ortam ararken oralara düşmüş bir Amerikalı. Kit Kat Kulübün dillere destan dansçısı Sally. İhtiras, para, siyaset, eğlence, belki aşk ve tercihler...

Oyun ülkemizde ilk defa sahneleniyor. Her ay farklı bir yerde sahne alıyor. Üsküdar'da biraz "müslüman mahallesinde salyangoz satar" gibi oluyorlar ama yapacak bişey yok. Sahne orada :)) Bir şekilde fırsat yaratın ve kesinlikle kaçırmayın.

Ve unutmayın...
 
"Yalnız kalmanın neresi iyi
Gel de müzik dinle
Hayat bir kabare dostum
Kalk gel kabareye
Bırak kitabı, dikişi nakışı,
Hazır ol tatile
Hayat bir kabare dostum
Kalk gel kabareye"



19 Kasım 2012 Pazartesi

Alacakaranlık Efsanesi: Şafak Vakti (Bölüm 2)...


Stephanie Meyer’in yazdığı, milyonlar satan fenomen serinin son filmi geçtiğimiz Cuma günü vizyona girdi. Ve elbette bizde, 5 yıldır süren birlikteliğimize son vermek için oradaydık. Açıkçası sönük bir veda olduğunu söylesem, sanırım abartmış olmam.
 
Dört kitap ve 5 filmden olusan serinin son filmi, 4. Kitabın ikinci bölümünden oluşuyor. Artık Bella sancılı sürecini atlatmış, hem vampir olmuş, hem çocuğunu doğurmuş, hem de Edward’ına sonsuza kadar kavuşmuş. Yani elde işlenecek malzeme çok ama heyecanla beklenen ve bence, oya gibi işlenebilecek bir çok sahne (Bella’nın vampir olarak uyanışı, ilk beslenmesi, Edward’la ilk birlikte oluşu vs), nedendir bilinmez resmen geçiştirilmiş. Belki de hakkı verilerek çekilen tek sahne, kitapta 25 sayfa süren, Cullan’lar ve destekçileriyle Volturi arasındaki savaş sahnesi.
Kitapları neredeyse durmaksızın okumuş, birer şaheser olmadıklarını bildiğim halde, ilk 4 filmi yine de büyük bir keyifle seyretmiş birisi olarak, şaka gibi belki ama son filmle ilgili yazacak inanın başka birşey bulamıyorum.
Serinin diğer filmlerini izlediyseniz ve çok boş vaktiniz varsa, hatrı kalmasın diye bununla noktayı koyabilirsiniz.

16 Kasım 2012 Cuma

Skyfall...


 
Columbia Pictures ve Sony Pictures Entertainment'in Eon Productions tarafından üretilen, 23. James Bond filmi olan “Skyfall”, geçtiğimiz hafta vizyona girdi. “American Beauty” ve “Revolutionary Road’dan da tanıdığımız Sam Mendes'in yönettiği bu filmde, Daniel Craig James Bond karakterini olarak üçüncü kez canlandırdı. Her ne kadar bir esmer bir sarışın Bond, benim dengemi biraz bozsa da sanırım artık alıştım.

Konu kısaca, eski MI6 ajanının, tüm dünyada gizli çalışan ajanların listesini çalıp, M’e acı çektirmek ve onu tehdit etmek için yavaş yavaş youtube üzerinden açıklaması üzerine kurulu. Bu noktada Bond, bir taraftan kendini ispatlamak bu arada da tehditin kaynağını bulup, MI6’i bu tehlikeden kurtarmakla görevli.

Bu film, sanki karakterler arasında bir geçiş filmi gibi geldi bana. M’de yapılacak değişiklik için bir film yapmışlar ama sonuçta eli yüzü düzgün olmuş. Filmin bir “James Bond” filmi olması sebebiyle, reçetenin belli kalemleri zaten aynı; Güzel kızlar, alengirli oyuncaklar, “My name is Bond, James Bond!” klişesi, bol bol aksiyon ve fakat hiç buruşmayan takım elbise... Ancak bence bu filmin iki tane parlayan yıldızı var. Biri Javier Badem ve canlandırdığı Silva karakteri, diğeri de Adele’in seslendirdiği tema müziği. Filmin diğer önemli rollerinde ünlü aktörlere M rolünde seyircinin alıştığı Judi Dench, hükümet görevlisi Mallory olarak Ralph Fiennes, seksi Bond kadınları olarak ajan Eve rolünde Naomie Harris ve Severine rolünde Bérénice Marlohe eşlik ediyor. Bence filmin güzel bir süprizi de, Cloud Atlas’taki performansından sonra, Q rolünde Ben Whishaw’la tekrar karşılaşmak oldu.




Çekimler esnasında kopan güzültülerden hatırlayacağınız üzere filmin açılış sahneleri İstanbul ve Adana’da çekildi. Skyfall, From Russia With Love (1963) ve The World is Not Enough (1999) filmlerinden sonra Türkiye'de çekilen üçüncü James Bond filmiymiş. Ancak, Hollywood yine İstanbul’u köhne ve oryantal göstermekte ısrar etmiş malesef.

Skyfall, dediğim gibi derinliği olmasa da, eli yüzü düzgün bir “Bond” filmi, IMDB puanı da Craig’li serinin (ve sanırım tüm serinin) en yükseği, 8.1.



5 Kasım 2012 Pazartesi

Cloud Atlas / Bulut Atlası...


Son günlerin adından çokça söz ettiren filmi “Cloud Atlas”, ya seveceğiniz ya da nefret edeceğiniz bir çalışma. Bence ortası yok.

İngiliz yazar David Mitchell’in 2004 yılında yazdığı, edebi kurgu dalında “British Book Awards” ve “Richard & Judy Yılın Kitabı Ödülü” kazanıp, bir çok yarışmada da finale kalma başarısı gösteren,  aynı isimli romandan, Tom Tykwer ve Wachowski Kardeşler tarafından sinemaya uyarlanan film, iç içe geçmiş, paralel ilerleyen ve aynı kişilerin, farklı karakterleri canlandırdığı 6 hikayeden oluşuyor.

Cloud Atlas’ın birbirinin içine geçmiş 6 hikayesi bizleri, 19.yüzyılın Güney Pasifik’inden gelecekteki apokaliptik bir dönemin sonrasına taşıyor. Her hikaye, bir sonrakinin ana karakteri tarafından ya gözlemleniyor ya da okunuyor. İlk beş hikaye, hep en kritik noktalarda kesiliyor. Altıncı hikayeden sonra, geriye doğru diğer beş hikayeye dönülüyor ve ilk hikayenin sonuyla filmi bitiriyoruz.

Ana karakterlerimiz bir avukat, bir müzisyen, bir yayıncı, bir gazeteci, klonlanmış bir robot ve bir çoban. Filmin başrollerindeki Tom Hanks, Halle Berry, Jim Broadbend, Hugh Grant, Susan Sarandon, Jim Sturgess, Ben Whishaw, Doona Bae, 3 saatlik akış içerisinde 6 farklı karakteri canlandırıyor ve bence “acting” dersi veriyor.

Filmde kararlı bir intihar sahnesinden, 1849 yılındaki bir diş avcısına, 1930’larda “Bulut Atlası Altılısı” senfonisinin yaratıcısının eşcinsel aşkından, “Aklı başında biri niçin yayıncı olmayı seçer?” sorusuna, 1800’lerdeki kırbaçlama sahnesinden petrole karşı nükleer enerji olgusuna, rahimden veya tanktan gelmiş olsan da herkesin eşit haklara sahip olması gerektiğinden, apokaliptik dünya sonrasında bile bir şeylere inanma ihtiyacının devam edeceğine dair masalsı bir anlatım var.

Filmin özünde, belki de biraz gözümüze sokarak vermek istediği mesaj, hepimizin / herşeyin birbiriyle bağlantılı olduğu, bugün yaşadıklarımızın geçmişin bir sonucu, geleceğin de sebebi olduğu. Ayrıca süreç içinde reenkarnasyona da ciddi göndermeler var. “Ölüm sadece bir kapıdır, o kapıdan başka bir hayata geçersin” diyerek kalınca altı çiziliyor bu mesajın. Ve bir de çok bilinen “kumsaldaki deniz yıldızları” hikayesinin bir versiyonu “Sen nesin ki? Koca bir okyanusta sadece yitip gidecek küçücük bir damla” sorusuna verilen “E, okyanusta damlalardan oluşmuyor mu zaten” cevabı.

Filmin yönetmenlerinden biri olan Wachowski Kardeşler (Kardeşlerden biri geçtiğimiz günlerde ameliyatla kadın oldu, dolayısyla “Wachowski Brothers” ifadesi yerine Wachowskis’i kullanmaya başladılar), aynı zamanda Matrix Üçlemesi’nin de yönetmeni olunca, iki film arasında zamanların kesiştiği noktalarda ciddi benzerlikler görüyoruz. Aynı şekilde kurduğum bir ilişki de, ikinci yönetmen Tom Tykwer’in eski filmlerinden Parfüm’deki baş rol oyuncusu Ben Whishaw’ın burada da önemli bir rol alması.

En başta da söylediğim gibi, IMDB puanı 8,3 olduğu halde, filmi ya çok seveceksiniz ya da nefret edeceksiniz ama ben kitabının siparişini verdim bile.

1 Kasım 2012 Perşembe

Political Animals...


Kadın: Eski First Lady, kaybettiği başkanlık savaşından sonra Başkan tarafından Dışişleri Bakanı olarak atanmış.

Adam: İki dönem başkanlık yapmış, politik duruşundan ziyade çapkınlıklarıyla gündeme gelmiş.

Hayır, bu Clinton ailesinin hikayesi değil. Bunlar Mr. and Mrs. Hammond. Hikaye, ana şekliyle başkanlık seçinini kaybettikten sonra “eski başkan” olan kocasından da boşanan Elaine Barrish üzerine kurulu. Barrish, bir taraftan ülkenin politik sıkıntıları çözmeye uğraşırken, bir taraftan da “Başkanlık” ve kampanya döneminde çok yıpranan ailesini bir arada tutmaya çalışıyor. Biri kendisiyle birlikte çalışan, diğeri uyuşturucu problemi olan, gay, ikiz oğulları, eski bir showgirl olan annesi, anoraksik gelini, yakın zamana kadar kendisiyle ilgili hep olumsuz şeyler yazarken bir anda yakın arkadaşı haline gelen bir gazeteci ve hayatından bir türlü çıkartamadığı eski kocası arasında gidip gelen bir yaşam.

Mini dizi olarak, 6 bölüm çekilen Political Animals’ın en önemli özelliği güçlü oyuncu kadrosu. Elaine Barrish rolünde, belki de Hollywood’un en karakteristik oyuncularından biri Sigourney Weaver var. Gazeteci kızı Carla Gugino, alkolik anneyi Ellen Burstyn’in oynadığı dizide eski başkan olarak Ciarán Hinds gerçekten bir oyunculuk resitali sunuyor.

Weaver kendisiyle yapılan bir röportajda dizinin, Beyaz Saray’daki aileler, orada olmak için ödedikleri ve bir kere orada olduktan sonra, tekrar olmak için ödemekten çekinmeyecekleri bedeller üzerine olduğunu söylemiş.

Yönetmenliğini Greg Berlanti'nin yaptığı dizi en çok eleştiriyi, muhteşem bir politik arka plana sahipken bunu HBO’nun The Newsroom veya Veep’i gibi kullanamamış ve seviyeyi kim kimle birlikte, kim alkolik, kim eşcinsel seviyesinde tutmuş olmasıyla almış.

Diğer taraftan, Hollywood’un bir türlü kıramadığı, bizim de buna çanak tuttuğumuz, İslam ülkesi Türkiye imajı, bu dizide de sıkça tekrarlanıyor. Türkiye, bir konuşmada İslam ülkesi (islamic) olarak tanımlanırken, diğer bir sahnede Büyükelçimiz, ABD Dışişleri Bakanı ile akşam yemeği ve kobra helikopterleri karşılığında, hamamda, pazarlık yapıyor.

Farklı noktalardan çokça eleştiri almasına rağmen, IMDB’de 7.5’u görmüş bu mini dizi, Pazar akşamları CNBC-e’de yayımlanıyor.
Blog Widget by LinkWithin

Etiketlerim..

...

"Hayat, özellikle, yazılanları okumak, çekilenleri seyretmek ve tabii ki pişirilenleri yemek için çok kısa, biraz koşmak lazım... "
myspace graphics

Free Counters

Hayatın İçinden...

 

Divitim... | Creative Commons Attribution- Noncommercial License | Dandy Dandilion Designed by Simply Fabulous Blogger Templates