30 Kasım 2010 Salı

Mutluluğun Ders Notları...


"“Yapılacak işler” listesiyle büyüdük, formüllerle yaşamaya çalıştık, sorguladık, sorduk, irdeledik, özlü sözler okuduk, haplar yuttuk hayata dair. Başa çıkamadığımız anlarda iki dakika delirip, ciddi anlamda mutlu olmayı başardık. Kimse inanmadı mutlu olduğumuza, tedavi edildik.


“Evet ben mutluyum” dediğimizde, mutluyuzdur.

Belki çok istediğimiz bir şey olmuştur, belki bir hastalıktan kurtulmuşuzdur. Belki de çok özlediğimiz birine kavuşmuşuzdur ya da sadece hava güzeldir, aynadaki aksimiz gözümüze bir hoş gelmiştir falan falan..

Mutluluğu sürekli yaşayan ama gerçekten, yaşamının her anında göğsünü gere gere “ben mutluyum kardeşim!” deme zevkini tadan kaç insan evladı var acaba? Hani “aptallık en büyük mutluluktur” savıyla biçimlenen mutluluk değil demek istediğim. Harbi mutluluk!

Yok değil mi? En azından benim çevremde artık öyle insanlar yok. Tamam kabul ediyorum, yaşam şartları, ülkenin hatta dünyanın durumu, bir merhabayı bile birbirinden esirgeyen insanların varlıklarını sürdürmeye çalıştıkları kentler ve daha bir ton nedeni var bunun.

Ama bazen düşünüyorum ve diyorum ki kendime, acaba bizler cevabını asla bulamayacağımız sorular üretmeye başladığımızda mı kaybettik mutluluğu?
“Mutluluk nedir?” ile başladık, o kadar çok tanım ve reçete ürettik ki sonunda “yok be abi, bu durumda ben kesin mutsuz bi şey oluyorum” deyip rahatladık.

Daha çok mutlu olmak için, daha sağlıklı olmaya karar verdik. Haksız da sayılmazdık çünkü sağlık her şeyin başıydı. Ama sonra, yemeden içmeden kesildik. Mümkünse sadece otlarla beslenen, bilmem kaç tür mineral katkılı sudan başka bir şey içmeyen garip bir canlı türüne evrildik. Şöyle batan güneşe karşı iki kadeh devirdiğimizde suçluluk duyar olduk. Hele yanında bir de mezenin dozunu kaçırmışsak, bunalımlara girdik. Ama asıl hüsranı bu malzemeye bir de sigara yakışır dediğimizde yaşadık. İki duman arası kahrolduk, ölüp ölüp dirildik.

Geleceğimizi düşünüp imkanları el verişli, parası bol bir işimiz olsun istedik. Çocuklarımızı bu tür mesleklere yönlendirdik. Sonra saatleri saya saya tükettiğimiz ömrümüzün son baharında resim kurslarına yazıldık, korolara katıldık. Bazen yeteneğimizin olmadığı yerde imdadımıza hırsımız yetişti. Olmazı olur yapmaya çalıştık, olmadı. Ve her olmayışın nedenini, kendimizden başka her yerde ve herkeste aradık. Dev aynaları serdik egolarımızın önüne, kesmedi, sihirli aynalar yarattık. Her şeyi bildik ama bir kendimizi bilemedik.

Aşık olduk, aşkı yaşayamadık. Kadın erkek bir imzanın derdine düştük. Hayırlı kısmetler dilenmişti bizim için, bulmaya odaklandık. Kaç sevda yanaştı kıyılarımıza kim bilir, ama “ya sonra?” kazınmış ya ruhumuza, haliyle korktuk, kaçtık. Günler, aylar ve yıllar sonrasını düşündük de, “peki ya şimdi?” demeyi akıl edemedik.

“Yapılacak işler” listesiyle büyüdük, formüllerle yaşamaya çalıştık, sorguladık, sorduk, irdeledik, özlü sözler okuduk, haplar yuttuk hayata dair. Başa çıkamadığımız anlarda iki dakika delirip, ciddi anlamda mutlu olmayı başardık. Kimse inanmadı mutlu olduğumuza, tedavi edildik.

“İyilik, sağlık” diye diye, ölüp gittik. Geriye sorularımız kaldı. Şu dünya üzerinde, bir gün gelip de öleceğini bilerek yaşayan tek canlı türü, bizlerdik. Belki de bu yüzden çok mutsuz varlıklardık. Sonsuzlukta var olabilmek için “mutlu olmanın bilmem kaç şartını, yollarını, sırlarını” ürettik, tükettik.

Bedenlerimiz doğaya karıştı gitti. Bizi biz yapan ruhumuzdur dedik ama o ruhun yaşamasına izin vermedik. Neyi zorladığımızı ben anlayamadım. Altı üstü üç günlük şu yol filminde biz nerede kendimizi yitirdik? Çok mu değerliyiz? Çok mu zavallıyız?

“Tanrıyı güldürmek istiyorsanız, plan yapın” demiş Albert Einstein.

Merhumun cümle aleme dilini çıkardığı o malum fotoğrafını, bu ‘özlü söz’ünün uygun bir yanına iliştirelim ve “ya sonra?” demelere devam edelim."

* Dipnot.tv'den alıntıdır...

8 Kasım 2010 Pazartesi

Kimsenin Yazamayacağı "New York'ta Beş Minare"...



Bu filmle ilgili vizyona girdiği gününden beri bir sürü yazı ve yorum okumuş olabilirsiniz. Ancak en azından benim denk geldiklerim, aşağıda yazacağım bakış açısına sahip değildi.

Sürünün arkasına katılıp, genel görünüşle alakalı şunları söyleyebilirim:

- Türk film tarihi açısından önemli bir basamak olduğunu düşünüyorum.
- Güzel görsel öğeler var.
- 3. sınıf Hollywood aktörleri bizimkilerin tozunu attırıyor.
- Metinler çok yapmacık duruyor.
- Kurguda zorlama noktalar var. Birçok konu eksik kalmış.
- Tahmin edilebilen ancak işyeyiş açısından beklenmeyen bir finali var. Çok vurucu.
- Filmatografik olarak "Güneşi Gördüm" ün üzerine çıkamamış.

Fakat bence filmin çok önemli alt metni "Okyanus Ötesi'ni" aklama çabasıdır. Düşünün bir karakter yaratılıyor, o kadar ama o kadar "Hoca Efendi'ye" benziyor, radikal dinci bir grubun lideri olmaktan aranıyor, Amerika'da yaşıyor fakaat bir bakıyorsunuz ki, kendisi sizin sandığınızın aksine o kadar ama o kadar iyi bir insan ki, karıncayı bile incitemez, bir hristiyanla evlenecek, kızını da bir hristiyana verecek kadar dinlere saygılı, çevresi tarafından sadece yaptığı iyiliklerle bilinen biriymiş.

Aynı Di Caprio'nun "Inseption" filmindeki gibi, fragmanlarından anladığınız kadarıyla salona "Hoca Efendi'nin", yakalanıp ülkesine getirildiği bir film izlemek için girip, bilinç altınıza o teröristin bambaşka bir kişi olduğu, Hoca Efendi'nin de kanatsız bir melek olduğu fikri ekilmiş olarak çıkıyorsunuz.

Gerçek dünya için kendi toteminize* tutunma zamanı...

*Totem: Inception filminde rüyalar aleminde dolaşan kişilerin uyandıklarında gerçek dünya ile rüyayı ayırabilmelerini sağlayan objeleri.

21 Ekim 2010 Perşembe

Dullar - Şehir Tiyatroları...


Kimi genç, kimi orta yaşlı ama hepsi dul 5 kadının bazen sohbet, bazen minik skeç bazen de monolog olarak, "En iyi koca ölü kocadır" felsefesi üzerine kurgulanmış oyunu.

Biz belki de hiçbir beklentimiz olmadan gittiğimiz için çok eğlendik, çokça yerde de kahkahalar attık.

Kulis şeklindeki sahne düzeni, hem bölümler arasındaki geçişlerde kostüm değişikliklerine izin veriyor hem de samimi bir ortam yaratıyor.

Özellikle Güzin Özyağcıları ve Süeda Çil'i çok beğendik.

Biz Fatih Reşat Nuri'de seyrettik. Kasım ayında Ümraniye Sahnesi'nde izleyebilirsiniz.

14 Ekim 2010 Perşembe

Tehlikeli İlişkiler - Şehir Tiyatroları...


Oyunun tanıtımında "18. yüzyıl sonlarında, dönemin fransız aristokrasisine dair eleştiri sunuyor. Choderlos de Laclos tarafından yazılan eserde, tutkulu bir aşk hikâyesi ekseninde ikiyüzlü cemiyetin tüm değerlerden yoksun, yıkıcı görüntüsü çiziliyor." diyor. Fazlaca yalın olduğunu düşünsem de çok kabaca hikayenin özü bu.

Maskeliler'de seyrettiğimde sahnedeki duruşunu pek beğenmediğim Levent Üzümcü bu oyundaki rolünde kesinlikle daha iyi. Bize göre rolü için her anlamda zayıf kaldığını düşündüğümüz Cemal Ahhan Şener dışındaki Tomris İncer, Ece Özdikici ve Esra Ronabar gibi isimlerden oluşan kadro genel olarak başarılıydı.

Dekor olarak kullanılan dev aynalar bence izleyici üzerinde müthiş bir etki bırakıyor. Kostümlerse dönemi oldukça güzel yansıtıyor.

8 Ekim 2010 Cuma

Mehmet Ali...


Adam bugüne kadar ekranda her türlü rezilliği yaptı. Bel altı konuştu, başta hostesler olmak üzere dişi her şeye sulandı, adamın pantalonunu indirdi ses çıkartmadınız, abuk subuk hediyeler almak için ekranda kendinizi parçaladınız, Noooooolur Memed Ali Beeeeey diye adamın ayaklarına kapandınız, iyiydi de, "Mum söndü mü oynuyorsunuz?" deyince mi kötü oldu?

Bu kadar mı derindedir bu milletin ar damarı?

Ancak şimdi mi "Kutsal" ınıza dokundu?"

7 Ekim 2010 Perşembe

Macbeth / Oyun Atölyesi...


2010 - 2011 Tiyatro Sezonu'nu pazar günü Oyun Atölyesi'nde sahnelenmeye başlayan Macbeth ile açtık. W. Shakespeare'in göreceli olarak kısa eserlerinden olan Macbeth alıştığımız Sabahattin Eyüboğlu yerine Haluk Bilginer çevirisiyle sahnedeydi.

Öncelikle şunu belirtmeliyim ki bu benim sahnede izlediğim ilk Macbeth'ti, dolayısıyla değerlendirme kriterlerim farklı olacak.

Belki de son söylenecek şeyi başta söyleyeceğim ama ben oyunu, özellikle de Macbeth'i oynayan İlker Aksum'un oyunculuğunu zayıf buldum. Ne ses tonu, ne tonlaması ne de "acting" i beni tatmin etmedi. Hatta bir çok noktada aksanı Canım Ailem'deki rolü "Halim" e kaydı gibi geldi bana.

Yanlış bilmiyorsam Macbeth'in en önemli anlarından biri, kendisiyle konuştuğu o müthiş:

" Yapmakla olup bitseydi bu iş,
Hemen yapardım, olup biterdi.
Döktüğüm kanla akıp gitse her şey,
Bir vuruşta sonuna varılsa işin,
Bir anda bu dünyayı olsun kazanıversen,
Zaman denizinin bir kumsalı olan bu dünyayı
Öbür dünyayı gözden çıkarır insan.
Ama bu işlerin daha burada görülüyor hesabı."
...

tiradı, eğer ben özellikle bekleyip takip etmeseydim güme gidecekti. Halbuki, yine Shakespeare'in, Venedik Taciri'nde Mehmet Ali Kaptanlar, müthiş Shylock rolündeki o tirad sahnesinde, sahnede resmen büyümüştü, hatta filmdeki Al Pacino'yla bile aşık attığını söyleyebilirim.

Bugünkü yazısında Ahmet Hakan soruyor; "Nasıl kaç yıldır Behlül olarak izlediğimiz Kıvanç Tatlıtuğ, sadece 4 blümde "Sekiz" oldu?". Bence cevap "oyunculuk", karakteri üzerine giyebilmekle alakalı.

Mesela Haluk Bilginer, bir bakıyorsunuz "İslami terörist" diğer tarafta "Kenan Birkan" veya herhangi bir sitcom karakteri olabiliyor ve biz bunu hazmediyor ve beraber yaşıyoruz. Aklımıza bir önceki karakterin herhangi bir detayı gelmiyor.

Macbeth'e dönersek, 8 yıl televizyondan sonra bu rolle sahneye dönen İlker Aksum bence rolü giyememiş. Kötü oyuncu olduğundan değil muhtemelen ama belli ki kan uyuşmazlığı olmuş.

Oyunun genelinde dikkatimi çeken diğer bir konu da, oyunun dönemiyle alakasız olarak ilk sahnede Cadı'ların üzerine örtülmüş gazeteler oldu. Ha bir de oyunun içinde roller blade ile dolaşan, 3-4 sahnede görünüp kaybolan bir çocuk var ki onu hiç bir yere koyamadım.

20 Eylül 2010 Pazartesi

Kalbimin Kudüs'üydün, Kalbimin Bağdat'ı Olmuşsun...

Sen Kudüs kadar güzeldin, ben Kudüs kadar yorgun. Sen Bağdat gibi kırılmışsın, ben Bağdat kadar kırgın..

Kalbimin Kudüs’üydün. Kudüs gibi vaad edilen, uğrunda savaşılan, elde edilen, kaybedilen, sürgün edilen, sürgünde istemekten bıkılmayan, tekrar dönülen, birçok hayattan vazgeçilen, uzlaşılan, uzlaşarak çok yaşanmayan tekrar savaşılan, her zaman her yerde hep arzu edilen ama hiç sahip olunamayan, içinde duvarlar örülen, ağlanılan, gözyaşıyla var olan, paylaşılan, paylaştıkça savaşılan Kudüs gibiydin.

Kalbimin Bağdat’ı olmuşsun..

Bağdat gibi, işgal edilen, işgali alkışlayan, hor kullanılan, yıkılıp yakılan, değeri bilinmeyen, kendi kendine ihanet eden, sahip çıkılmayan, öfkenin tohumlarından çiçek açan, güvendiklerinin silahıyla vurulan, yalnız bırakılan, geçmişi unutulan, güzelliği solan, derinliği kaybolan, bir an önce terk edip gitmek için çabalanan, içinde olmamak için uzaklara kaçılan, haşmeti ve görkeminin yerini hüzün bulutları alan, dünyaya darılan, kendisine kırılan, bir zamanlar narinliğine şiirler yazan şairlerin içini acıtan, gözyaşlarıyla geleceğini yazan, Bağdat gibi olmuşsun...

Sen Kudüs gibi güzeldin, ben Kudüs kadar yorgun...
Sen Bağdat gibi gibi kırılmışsın, ben Bağdat kadar kırgın...

Cihan Yavuz / Dipnot TV

17 Eylül 2010 Cuma

Kapadokya...


Bu gezi yazısını adım adım ne yaptık ettik şeklinde değil de, madde madde yazmak istedim. Daha önce Kapadokya'ya iki kez gitmiş olan kocam, bu seyahatin mutlaka bir tur eşliğinde yapılması gerektiğini söylüyordu, biz de öyle yaptık. Ancak şimdiki fikrim turla gitmeye hiç de gerek olmadığı. Dolayısyla aşağıdaki notlar belki sizin kendi seyahatinizi planlamanızda yardımcı olur.

Kapadokya:

Bölge 60 milyon yıl önce; Erciyes, Hasandağı ve Güllüdağ’ın püskürttüğü lav ve küllerin oluşturduğu yumuşak tabakaların milyonlarca yıl boyunca yağmur ve rüzgar tarafından aşındırılmasıyla ortaya çıkmış bir doğa harikası.

İnsan yerleşimi Paleolitik döneme kadar uzanıyormuş. Hititler'in yaşadığı topraklar daha sonraki dönemlerde Hrıstiyanlığın en önemli merkezlerinden biri olmuş. Kayalara oyulan evler ve kiliseler bölgeyi putperestlerin zulmünden kaçan Hıristiyanlar için devasa bir sığınak haline getirmiş.

Sadece Peribacaları'nın olduğu alandan ibaret sandığımız Kapadokya Bölgesi, esasında başta Nevşehir olmak üzere Kırşehir, Niğde, Aksaray ve Kayseri illerine yayılmış.

- Kapadokya'da özellikle görmeniz gereken yerler: Göreme, Avanos, Ürgüp, Uçhisar, Güvercinlik Vadisi, Derinkuyu ve Kaymaklı Yeraltı Şehirleri, Ihlara Vadisi, Selime Köyü, Hacı Bektaş Veli.

- Otelinizi ortamı daha iyi hissedebilmek için, mümkünse peribacalarının içine yerleşmiş butik otellerden seçin. Olmadı Göreme Açık Hava Müzesi'ni tepeden gören Turist Otel ilk seçeneğiniz olsun. Hem yeni, hem temiz, hem de karşınızda muhteşem bir manzara.

- 20 tl'ye bir müze kart alırsanız bir çok yere ücretsiz girebilirsiniz. Çok pratik.

- En güzel mevsim ilk ve sonbahar. Ancak açıktaki tüm mekanları ya sabah ya da akşamüstü dolaşın. Karasal iklim olduğu için güneş öğlen saatinde fena yakıyor.

- Akşam 3. sınıf yemek, uyduruk bir folklor ekibi ve göbeği kat kat olmuş dansözden oluşan ve Türk eğlencesi diye sizi sürükleyebilecekleri para tuzağından uzak durun.

- Ürgüp'e gittiğinizde Turasan'ın fabrikasında minik bir tur yapıp, saraplarını deneyebilirsiniz. Genel olarak meşe fıçılarda bekletilmiş şaraplara alışık olan damak tadımıza tüfte bekletilen şaraplar biraz sert geldi. Ama yine de ödüllü Rose ve Cabarnet+Merlot+Shiraz karışımından birer şişe aldık.

- Yaklaşık 40dk'lık bir yolculukla ulaşabileceğiniz Hacı Bektaş Veli'ye saat 15.00'te gidebilirseniz ücretsiz Semah gösterisi de izleyebilirsiniz.

- Alışveriş için etrafa yayılmış çanak çömlekçiler, halı - kilim dükkanları ve özellikle onyx taşı işleyen atölyelerin satış bölümleri alternatif olabilir. Ancak etiketler direkt turisler için hazırlandığından €, yerli turistlere genelde %50 indirimle veya €=Tl olarak işlem yapıyorlar.



- Son dönemde Kapadokya'nın simgesi haline gelen Balon turları için 4-5 tane alternatif şirket var. Rüzgarın en uygun olduğu sabah saatlerinde yapılıyor. Fiyatlar kişi başı € 130 - € 160 arasında değişiyor.

- Yeraltı şehirleri Kapadokya'nın olmazsa olmazı ancak aşağıya doğru 5 - 7 kat iniyorsunuz. Zaman zaman eğilerek geçmeniz gereken yerler var. Koridorlar daracık olduğu için ya giriyor ya da çıkıyorsunuz. Ve içeri girdikten sonra turu tamamlamadan çıkamıyorsunuz. Kalp ve astım hastaları ile klostrofobisi olanlara tavsiye edilmiyor.

- Her yer turistik olduğu için tuvaletler genelde tertemiz ancak paralı.

- Göreme Açık Hava Müzesi'nin girişinde çok güzel bir müze dükkanı ve cafesi var. Keyif yapmak veya dinlenmek için mükemmel.

- Bence Kapadokya'ya turla gitmeyin. Hatta uçakla gidip orada araba kiralayıp kendi turunuzu yapın. Böylelikle sürü içinde istemediğiniz şeyleri yapmak zorunda kalmayarak kendi keyfiniz ne istiyorsa o doğrultuda hareket edebilirsiniz.

6 Eylül 2010 Pazartesi

Namport...

Pazar günü etkinliklerini sırasıyla yazmam gerekirse, kahvaltıyla, dolayısıyla da Namlı Gurme'nin Karaköy vapur iskelesinin yanındaki şubesi Namport'tan başlamam gerekiyor.

3-4 ay önce Namlı Gurme'yi ilk duyup, Karaköy Kat Otoparkı'nın altındaki şubeye gittiğimizde çok acemiydik. Dolayısyla hem tahminimizin çok ötesinde bir ücret ödedik, hem de o kadar ama o kadar kalabalıktı ki, orada geçirdiğimiz zamandan keyif alamadık.

Bilmeyenlerin mekanı kafasında canlandırması için şöyle tarif edebilirim; Büyük bir şarküteri düşünün ve tabii ki çok miktarda da çeşit, işte o mekanın boş bulduğunuz her yerine masa ve sandalye koyduğunuzu, birazını da kapının önüne serpiştirdiğinizi hayal edin, işte mekan kabaca böyle. Bir şekilde masanıza yerleştikten sonra, tezgahın başından tepsinizle sıraya girip, o binbir çeşit içinden damak zevkinize uygun olan kahvaltılıkları seçebiliyor, yumurtanızı isteğinize göre yaptırıp, portakal suyu veya çayla siparişinizi tamamlayabiliyorsunuz.

Ancak o gün bize kimse bu siparişi Brunch olarak alırsak 28 - 30 tl gibi bir fiyat ödeyebileceğimizi söylemediği için biz tek tek aldık. Dolayısyla herşey dahil nispeten cüzzi bir ücret ödeyebilecekken biz sadece bir menemene 11 tl ödemiştik. Toplam hesabı ise teleffuz bile etmek istemiyorum. Diğer taraftan kalabalık, sıkışıklık, gürültü de cabasıydı. Yani oranın hafiften üstünü çizmiştik.

Dün sonraki aktivite öncesi Karaköy civarında kahvaltı edecek yer düşünürken aklımıza yine Namlı geldi ama bu sefer, geçen gidişimizde kahvaltı sonrasında yürüyüş yaparken keşfettiğimiz, kardeş şubeyi Namport'u denemeye karar verdik.

Kesinlikle isabetli bir karardı çünkü Namlı Gurme yine çok kalabalıktı ve hafif yağmurlu gri İstanbul sabahında burası hem sakin hem de olağanüstü keyifliydi.

Diğer bir güzellikte tam tabaklarımızı alırken Brumch mı istersiniz, tek tek mi seçeceksiniz? sorusu oldu. Bu noktada herşey dahil brunchın 32 tl olduğunu öğrendik ve inanamadık. Sınırsız kahvaltı, içecek (Çay, su, portakal suyu), isteğinize göre yapılan yumurta, sonrasında kahve, kurabiyeler, meyve bu fiyata dahildi. Hani istesek devam edebileceğimiz zeytinyağlı büfesini saymıyorum.

Bir sonraki adımda Namport'taki bu servisin Brunch ile sınırlı olmadığını, hafta içi - sonu tüm gün devap ettiğini öğrendim ve ayrıca mutlu oldum. Vapurların biri yanaşıp biri ayrılırken, martılar sizin için şarkı söylerken, karşınızda Tarihi Yarımada manzarasıyla keyifli bir zaman geçirmek ve lezzetli yemekler yemek isterseniz Namport'u tavsiye ederim.

24 Ağustos 2010 Salı

Soranlara...


27 Mayıs 2010 Perşembe

Defter ve "Bir Serüvenin Tanımı"...

Hayatımda aldığım, gerçekten üzerinde düşünülmüş, en özel doğumgünü hediyelerimden birini dün aldım, Evroş'tan.

Bir Defter. Küçük, çanta boyu, bordo ve çizgili.

Aylar önce bir benzerini onda görmüştüm. Tiyatro'daydık. Oyun başlamadan hemen önce çıkartıp, o anda konuşurken aklımıza gelen güzel bir sözü not etmişti. Ben şaşırınca da "bende bu defterlerden onlarca var" demişti. "Benim için özel olduğunu düşündüğüm şeyleri not ediyorum içine...". Çok hoşuma gitmişti, çok da imrenmiştim.

Şimdi o defterlerden bir tane de benim var. Yeni yaşın başında çok özel bir önsöz ve yüreğimi dağlayan bir ilk şiirle...

Bir Serüvenin Tanımı

Hiçbir zaman yenilmedi geceye
Sevincim de inancım da
Doğru diye bildiğim güzellikler
Hiçbir gün kendisinden uzak
Bir şeye değişmedi

Hiçbir gün yolda koymadı beni
Güvenim ve direncim
Düşerim sandılar dönüp baktılar
Gülerek geçip gittim
Evet ben tek başındaydım
Onlar çok yalnızdılar

Afşar Timuçin

19 Nisan 2010 Pazartesi

Doç. Dr...

Heeeyyyyy, duyduk duymadık demeyin. Evroş bugün adının önüne bir ünvan daha ekledi ve Doçent oldu. Benim arkadaşım artık bir Doçent, yaşasııın:))

Evet ihtimaller dahilinde iki alternatif vardı, birinci sonuca ulaştı, şimdi sırada ikinci var. En kısa sürede onunda hedefine ulaşacağından hiç şüphem yok. Hadi bakalım Yasoş, kim tutar seni:))

6 Nisan 2010 Salı

Kanaat Lokantası...

Tiyatro programımız Üsküdar'da ise Evroş'la erken buluşup meydandaki Kannat Lokantası'na gittik iki kez. Görüşlerimi, belki yanılmışımdır diye, ilk seferinde yazmamıştım lakin bu düşüncelerimiz bu haftasonu yaşadığımız tecrübe ile pekişti ve anlatılacak kıvama geldi.

Peşin peşin söyleyeyim bizim Kanaat Lokantası için kanaat notumuz neredeyse sıfır. Nedeninin detayları ise aşağıda.

Kanaat Lokantası 1933 yılında kurulmuş. Masaları, teşhir bölümü, garsonlarının kıyafetlerine bakarsanız tipik bir esnaf lokantası. Ama mesela tuvaletlerin olduğu bölüm yeni yapılmış, sanırsınız italyan restorantındasınız. Yani öncelikle bir kimlik problemi var.

Sanırım turist rehberlerinde de adından sıkça bahsedildiği için, özellikle turistler arasında çok popüler Kanaat Lokantası. Ancak çalışanlar olağanüstü küstah. Ben ıslak mendil istedim, "Yok, kolanya vereyim mi?" diye bir cevap aldım. Olacak şey değil. Artık neredeyse sokaktaki kokoreççilerde ıslak mendil var. Ayrıca kolonya mı kaldı yahu.

Kapıdan girişte uzuuuun bir tatlı bölümü var. Bakınca içiniz gidiyor. Neredeyse yok yok. Sonra zeytinyağlılar ve salatalar dizilmiş. Sıcak yemekler ise sol dip taraftaki ocağın ön tarafında. Çeşit orada da çok bol. Ancak malesef ne yediysek beğenmedik.

Geçen sefer kuyu kebabı yemiştim sertti. Kadayıf dolması istemiştik. Bilen bilir tazesi makbuldür. Bu neredeyse bir gün önceden kalmış gibiydi. Yumuşamış ve tıkış tıkış. Bu sefer zeytinyağlı ıspanak istedim, sadece köklerinden yapıyorlarmış, peki dedik, tatsız tuzsuzdu. Beğendi üzerinde özellikle iyi pişmiş döner istedik, döner çiğdi, beğendi accayip unlu. İlk seferde de iyi bir hesap ödemiştik ama bu hafta 2 beğendi üztü döner, 1 zeytinyağlı ıspanak, 2 su ve çaya 44 tl ödemek, hele ki yediklerimizden bu kadar memnun kalmamışken hakikaten üzdü bizi.

Son kararımızdır, daha da gitmeyiz Kanaat Lokantasına.

Yeni Şeyler Söylemek Lazım...

Her gün bir yerden göçmek ne iyi
Her gün bir yere konmak ne güzel,
Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş.

Dünle beraber gitti cancağızım,
Ne kadar söz varsa düne ait,
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.


Mevlana...

2 Nisan 2010 Cuma

Köpek Bakımı (Alaylıdan :)...

Geçen hafta, pazar sabahı havayı iyi görünce hem biz hem de Zilli hava alsın diye kendimizi dışarı attık ve vurduk kendimizi sevgili kocamın arkadaşlarından duyduğu Riva yolu üzerindeki Mahmut Şevket Paşa Köyü içindeki Kulidağ yollarına. Biz yeni öğrendik ama meğer "karşıdakiler" için bayağı bilinen ve popüler bir yermiş. Temiz hava, güzel kahvaltı, gelenlerin performansına bağlı olarak sakin bir ortam.




Biz oturup kahvaltımıza başladıktan bir süre sonra, başka bir "Golden'li" aile geldi. Yüzünden belli o daha ufak. Sonradan öğrendik 7 aylıkmış. Bir süre sonra kaçınılmaz olan "köpek sahipleri sosyalleşmesi" yaşandı. Kızımızı çok beğendiler. Kendi ifadelerine göre "Cadde'de bunun gibisi yokmuş." O arada kendi köpeklerinden bahsettiler. Bir süredir kreşe gidiyormuş, orada havlamayı öğrenmiş, iki haftadır çok zorluk çekiyorlarmış, zaten yemek yedirmek çok büyük bir problemmiş falan falan. Sonrasında biz naçizane tecrübelerimizi onlarla paylaşınca çok sevindiler, bir çoğunu kullanacaklarını söylediler. Böyle olunca bu yazıyı yazıp, iki yıla yaklaşan köpekle yaşama tecrübelerimizi sizlerle de paylaşmak istedim. Ancak altını özellikle çizmek isterim ki bunlar tamamen bizim Zilli ile (golden retriever) yaşadıklarımızın sonuçlarıdır, bir kısmı bilimselden öte tecrübe ile olgunlaşmıştır.

Genel

- Golden Retriever hayatını insanlar üzerine kurmuş, tek beklentisi sevgi olan bir köpek cinsidir. Sevgi alır ve karşılıksız sevgi verir.

- Tahmininizden çok ama çok daha akıllıdırlar.

- Hayatları sizi mutlu etmek üzerine kurulduğuğu için doğru yol izlerseniz emir komuta zincirini çok çabuk öğrenir. Bir noktadan sonra komutları konuşarak bile verebilir hale gelirsiniz.

- Dişi köpekler erkeklere nazaran daha uysal ve sevgi doludur, sahibine daha bağlıdır. Çişlerini oturarak yapmaları, özellikle evde bakılan köpekler için önemli bir artıdır.

- Evde bakılan köpekler için ilk 8 ay çok önemlidir. Bu dönemde evi öğrenirler, tuvalet terbiyesini öğrenirler, dişleri değişir, aşıları tamamlanır.

- Eğer uygun şekilde alıştırılır, sonrasında da özellikle ilgi ve sevgi açısından açıkları telafi edilirse evde yalnız kalabilirler.

Çiş - Kaka Terbiyesi

- Zilli'nin evdeki düzeni şöyle: Sabah 8, akşam 7 yalnız kalıyor. Evde giriş, hol, arka oda ve balkon dışındaki bütün mekanları kapıları gündüz kapalı. Yağmurlu günler dışında, sabah akşam tuvaleti için dışarı çıkıyor. Ancak gün içinde kullanabilmesi için, balkonda, altta hasta yatak bezi üstüne gazete serilmiş yeri var.

- Balkondaki yerine gelinceye kadar şöyle bir süreç izledik. Önce gündüz açık olan yerlerde 4 ayrı yere gazeteler koyduk. Tuvaletini gazeteye yapması gerektiğini öğrendi, farklı bir yere niyetlenince sert bir dille uyarıp doğru yeri gösterdik. Sonrasında da o 4 yeri balkona en uzak noktadan başlayarak kaldırdık. En son balkondaki yer kaldı. Şimdi gerektiğinde sadece orayı kullanıyor, asla başka bir yere yapmıyor.

-Genel olarak köpeklerde, özellikle de goldenlarda heyecan çişi denilen birşey olabilir. Yeni birini gördüklerinde, birşeyden korktuklarında çişlerini kaçırabiliyorlar. Ya yaşlarını doldurduklarında bu huylarından vazgeçiyorlar ya da siz bununla nasıl başa çıkacağınızı çözüyorsunuz. Mesela Zilli'deki sıkıntıyı, yeni birilerini gördüğündeki tepkisi için, karşı tarafın ona hemen ilgi göstermemesi veya sevecekse de oturtarak değil, Zilli ayağa kalkmış şekilde sevmesi şeklinde çözdük.

Aşıları
- Köpeklerin senelik 4 veya 5 tane düzenli aşısı var. (Kuduz, karma, kanlı ishal, gençlik hastalığı)İlk uygulama arada hafta atlayarak çifter doz olarak yapılıyor, sonrakiler her sene 1'er doz olarak uygulanıyor.

- Bunlara ek olarak, her iki ayda bir düzenli olarak yapılan iç ve dış parazit aşısı var. İç parazit deri altına yapılıyor, dış parazit ise ense tüyleri aralanarak arasına sıkılarak yapılıyor. Sonrasında o sıvı deri tarafından emilerek tüm vücut çevresinde bir kalkan oluşturuyor. Kene gibi parazitler köpeğinizi ısırsa bile üzerinde tutunamıyor.

- Bir de kene tarafından ısırılmış köpeğinizden size mikrop geçmesini önleyen lyme aşısı var. Biz 2 kere yaptırdık ama geçen sene ithalatı durdu diye bir söylenti vardı, son durumu bilmiyorum.

Banyo


- Biz Zilli'yi sanırım 9 aylık olana kadar kendimiz yıkadık ancak sonrasına ikimiz birden duşakabine sığamamaya başlayınca veterinere götürmeye başladık. Bu boy, evde yaşayan bir köpek için en doğru hareketin bu olduğunu düşünüyorum. Çünkü köpeklerin yıkanmasından çok kurutulmaları büyük olay. Banyo sonrası düzgün kurutulmazlarsa hem ıslak halı gibi kokuyorlar hem de ciltleri çok hassas olduğu için mantar oluyorlar. Zilli'nin banyo rutini ayda bir. Her ay banyosunu yapıyor, o arada tırnakları kesiliyor, kulakları ve poposu temizleniyor.

- Bu popo temizlenmesi ciddi bir olay. Köpeklerin kakalarını rahat yapabilmelerini sağlayan bir anal keseleri var. Bu anal kese zamanla doluyor ve hem hayvana rahatsızlık veriyor (kaşınma ihtiyacıyla popoları üzerine oturup, kendilerini yerde kızaklamaya başlıyorlar) hem de kötü bir kokuya sebep oluyor. Dolayısıyla belli bir frekansta profesyonel eller tarafından sıkılıp temizlenmesi gerekiyor.

- Diğer taraftan biz Zilli'yi her dışarıdan geldikten sonra, biz her akşam eve geldikten sonra ve biz evdeyken çişini yaptıktan sonra muhakkak siliyoruz. Bununn için kendiniz de bez hazırlayabilirsiniz, bizim gibi hazır ıslak sabunlu bezleri de kullanabilirsiniz.

Beslenme

- Bu konu yakın zamana kadar bizi en çok zorlayan şey oldu diyebilirim. Önce Hill's denedik, ameliyattan sonra ondan tiksindi, sonrasında Pro Plan ve Royal Canin tecrübemiz oldu. Elbette bunların "puppy large breed"leri. Tavuklusu, kuzulusu. Olmadı da olmadı. En son içine köpek brownisi ufalayınca biraz biraz yediğini keşfedince hatırlıyorum, 4-5 paket stok yapmıştık eve. Ama sıpa o kadar akıllı ki canı istemezse browniyi yiyordu, mamayı bırakıyordu. Sonra bir gün Arkadaş Pet, Orijen Mama'yı Türkiye'ye ithal etmeye başladı ve bütün sorunlarımız ortadan kalktı.

- Orijen Mama, Amerika'daki Dog Food Analysis'teki 6 yıldızlı 2-3 mamadan biri. Bizim en iyi diye bildiğimiz mamalar orada 2 yıldız filan. Orijen'in diğer mamalardan farkı içinde tahıl, katkı maddesi, yan ürün ve dondurulmuş gıda içermemesi. Mamanın içindeki herşey insan tüketimine uygun. İçindeki protein miktarı %70. Biz bu mamadan çok ama çok memnunuz çünkü Zilli bunu itirazsız yiyor. Kakası çok güzel ve düzenli. Tüyleri ve genel sağlığının maaşallahı var.

- Köpeğinize ev yemeği vermek de bir tercih elbette ama biz hem çalışıyor olduğumuzdan hem de beslenme ihtiyacını yeterince karşılayamamaktan korktuğumuz için ev yemeği işine hiç girmedik. Kuru mamalar protein, vitamin, mineral vs açısından o kadar dengeli ki, o seviyenin dışarıdan tutturulabilmesi bana çok zor geliyor.

- Burada önemli kural eğer kuru mama ile besliyorsanız, asla ev yemeği vermemek. Bir kere alıştı mı geri dönmesi çok zor çünkü. Biz sadece arada bir peynir, elma, havuç ve nadiren de 2-3 tane çerez veriyoruz.

Tüyler

- Evde bir Golden'iniz varsa bu bol bol da tüy olacak demektir. Kısa tüylü olan Labrodorların aksine Golden'ler uzun ve bol tüylüdür. E haliyle de bu tüyler dökülür. Yapacak bişey yok. Zaten yılda 2 kez düzenli tüy dökme mevsimleri var. Bunda mevsime göre kalın veya ince tüyler çıkıyor. Onun dışındaki dökülmeleri bir ölçüde tutabilmek ve mevcut tüylerin de gür, parlak ve uzun olabilmesi için biz hergün birer balık yağı tableti ve sarımsak hapı veriyoruz. Merak etmeyin kokmuyor ancak tüy kalitesini çok fark ettiriyor. Zaten hayvanın iyi beslendiğinin ve sağlıklı olduğunun en önemli göstergesi tüylerin kalitesi.

- Golden'ları hafta en az 2-3 kere taramak gerekiyor. Biz Furminator'ü aldıktan sonra herşey daha kolay oldu. Sakın söylentilere inanmayın, Furminator tüyleri kesinlikle kesmiyor sadece çok sık olduğu için bütün dökülmüş veya dökülmekte olanları çok güzel bir şekilde alıyor.

Eğitim

- Köpeklerin eğitiminde otorite konumunda olmak çok önemli. Sert ses tonu ve onu destekleyecek el hareketi her koşulda etkili oluyor. Detaylarını uzman sitelerden öğrenebileceğiniz bu konuda bizce en önemli iki komut; Hayır ve Bekle. Mesela Zilli biz "Hayır" dedikten sonra önündeki peynire öldüğü halde yemez veya çişini yaptıktan sonra "Bekle" komutunu aldığı için silinmeden odasından asla dışarı çıkmaz.

- Evin içinde girip giremeyeceği noktaları da yine bu komutlarla öğretebilirsiniz. Mesela Zilli hiçbir koşul altında mutfağa girmez, salonda çiçeklerin olduğu bölüme geçmez.

- Yavruyken dışarı çıktığınızda yoldaki her küçük detay ilgilerini çeker, hiçbir karınca yuvasını, yere düşmüş meyva parçasını veya uçuşan yaprağı affetmezler. Bu konudaki ilgiyi zaman içinde kontrol altına almak ileride ters birşey yiyip zarar görmesini engelleyecektir.

- Havlamak köpeklerin kendilerini en doğal ifade etme şekilleridir. Birşey istediklerinde, korktuklarında, kendilerini göstermek istediklerinde, kızdıklarında havlayabilirler. Ancak apartmanda yaşıyorsanız ve belli sürelerde de köpeğiniz yalnız kalıyorsa bu pek istediğiniz bir ifade şekli olmaktan çıkıyor. Baktınız iş gereklilikten huya dönmüş orada müdehale etmeniz gerekiyor. Tam havladığı andan sonraki sert bir "hayır", bu kelimenin anlamını öğrenmiş olanlar için faydalı olabiliyor, çok şükür bizimkinde oldu mesela. Daha ileri bir durum söz konusuysa havlamayı önleyici eğitim tasmaları var. Havladığında boynuna minik bir titreşim gönderip köpeği rahatsız ediyor ve bir süre sonra köpek havlamamaya güdüleniyor.

Oyun ve Oyuncaklar

- Özellikle Golden'lar oyunu çok severler. At, tut, getir en sevdikleri oyundur. Çokça oyuncaklarının olması özellikle yalnız kaldıklarında rahat vakit geçirmelerini kolaylaştırır.

- Seçeceğiniz oyuncakların göz, burun ve ağız kısımlarının yapıştırma değil de dikişli olmasına dikkat edin. Öbür türlü kopartana kadar uğraşıyorlar.

- En sevdikleri yumuşak, peluş, kolay ağızlarına alabilecekleri, gerektiğinde tutup sallayabilecekleri türde olanlar ve özellikle sert kauçuktan yapılıp vanilya veya çikolatayla tatlandırılmış olan kemirme simit veya kemikleri. Bunlarla hem dişlerini kaşıyorlar hem de kemirme güdülerini tatmin ediyorlar.

- Günlük rutin dolaşmalarının dışında haftada en az bir kere, kimseyi rahatsız etmeden koşup, enerjilerini atabilecekleri bir yere götürebilirseniz süper olur.

Tatil

- Köpeğiniz varsa arabanızın bagajında muhakkak sabit duran bir su kabınız olmalı ki bir yere gittiğinizde etraftan kap aramak zorunda kalmayasınız.

- Biz tüm arka koltuğu kaplayan, 4 koltuk başına sabitlenen brandamsı bir malzemeden yapılmış bir tür örtü aldık. Dolayısıyla kusma, tüy dökülmesi veya kirli patilerden dolayı koltuğunuzun kirlenmesi minimumda kalmış olur.

- Köpeklerin araba mideleri aynı çocuklar gibi, illaki bulanıyor. Aç karnına yolculuk yapmaları ve yolculuk öncesinde 1/2 Emedur içmeleri çok faydalı oluyor. Zaten genelde bir süre sonra uyuyorlar.

- Eğer uzun yola gidecekseniz, 2-3 saatte bir çiş ve su molası vermeniz çok önemli. Bir de asla ve asla köpeğinizi kapıları ve camları kapalı bir şekilde arabanın içinde bırakmayın.

İlişkileri

- İnanılmaz insancıldırlar.

- İnanmayabilirsiniz ama yaşlı ve çocuklar ile normal insanı birbirinden ayırırlar. Mesela Zilli Yaşlı ve çocukların ayaklarına yatarken, bizlerin yanında ayağa kalkıyor ve kendini öyle sevdiriyor.

Olmazsa Olmazlar

- Bir köpeğe sahip olurken normal şartlarda cinsine bağlı olmak üzere 10-15 yıllık bir birlikteliği göz önünde bulundurmanız gerekiyor. Yani iş onu almakla birmiyor, bu süre içindeki maddi, manevi tüm sorumluluklarını da üstleniyorsunuz. Dolayısıyla köpek sahibi olmadan bilmelisiniz ki;

* Mesela Golden'lar iki ayda 15 kg'lık büyük mama paketlerini bitirirler. * Senelik ve iki ayda bir düzenli yapılması gereken aşıları vardır. * Arada hiç aklınıza gelmeyecek sağlık harcamaları çıkabilir. * Yaşına ve boyutlarına uygun mama kapları ve tasmalar almalısınız. * Günlük mamasının dışında hatırı sayılır miktarda da özel köpek kurabiye, bisküvi ve kemiklerinden tüketirler. * Ciddi miktarda tüy dökerler. * Düzenli ilgi ve sevgiye muhtaçtırlar.

15 Şubat 2010 Pazartesi

Kör Agop Meyhanesi...


Bu aralar üzerimizde bir uğursuzluk var. Elimizi atsak kötü bir mekana denk geliyor. İstanbul bir derya deniz, istiyoruz ki yeni yerler keşfedelim, Cibalikapı ayarında 2-3 mekanımız daha olsun lakin nafile. Ya biz hep körü tercihler yapıyoruz ya da işletmeciler bizim beklentimizi karşılamaktan çok uzak.

Hafta içi, dükkandaki arkadaşlarımdan biri TRT 2'de Kumkapı ile ilgili bir belgesel seyrettiğinden bahsetti. Çok hoşuna gitmiş. Ben de "en ünlü meyhane hangisiymiş" dedim. "Kör Agop" dedi. Hemen internete girildi, Kör Agopla ilgili tüm bilgilere erişildi, özümsendi, kötü hiçbir yoruma rastlanmadı. Hemen ardından Koca arandı, süper bir mekan bulunduğu iletildi, o gece maç olduğu ile ilgili serzeniş dinlendi ancak sonuç olarak madem bu kadar "meşhur!", maç boşverilerek gidilmeye karar verildi.

Cumartesi gecesi, hafif ön sevgililer günü kutlaması modunda giyindik süslendik, Kumkapı'ya gittik. Kör Agop'tan içeri girdik, ortalık yıkılıyor. 3 tane uzun masa ve bir de cam kenarı sanırım daha ilk şarkıda hoppidi hoppidi ayakta. Ama başka yer yok. Garsona rezervasyonumuz olduğunu söyledik, buyrun üst kata dedi. Çıktık. Bomboş bir salon, 2 masa var ama sonradan anladık ki onlar köşe başındaki kebapçıya gidecekmiş, yollarını şaşırmış. Moduna girmeyeceksen, raconunu uygulamayacaksan ne işin var meyhanede. Kenarda bi masaya otturttular bizi. Yıkılmış vaziyetteyim ama çaktırmamaya çalışıyorum, o herşeyi değiştirecek anın beklentisi içindeyim. Sanırsınız alt katta düğün salonu var, siz üstte bir dernek lokalinde yemek yiyorsunuz. Yani illa grupla mı gidilmesi gerekiyordu, iki kişi meyhaneye gidip eğlenemek isteyemez mi?

Umutla beklediğim meze tepsisi geldiğinde, zaten herşey bitmişti benim için. Ortaboy tepsinin 1 sırası zaten boştu. Ya 6 yada 8 tane meze vardı. İkisi kavun peynir. Midye gördük aşağıda var mı? Dışarıdan getiriyorlar, gelirse getiririm. (Gelmedi) Lakerda? E vaaar. E alalıııım. Şeklinde geçen, ağızdan zorla alınan laflarla verilen siparişler, zoraki iş yapan garsonlar, hiçbir özelliği olmayan yemekler, mecburen bir kez yukarı çıkan fasıl heyeti ve inanmazsınız 10.30'da çıkılan bir meyhane.

Çok ama çooook kötü bir tecrübeydi. Yaklaşık 72 yıl önce Agop İnciyan tarafından, ucuza içki içebilmek için açılan ve sonrasında eşi Martha'nın mezeleriyle ünlenen mekan şu anda 3. kuşağın elinde, dedenin kemiklerini sızlatacak kadar kötü bir performans sergiliyor. Yazık.

9 Şubat 2010 Salı

Nefes...

Aynı düşünceleri daha iyi anlatamayacağım için Yılmaz Süzen'in yazısının altına imzamı atıyorum. Yazının orijinaline buradan ulaşabilirsiniz.

"“NEFES” adlı filmde Türk askeri ve Türk Ordusuna karşı sinsi bir propaganda var. Üst düzey komutanlar da bu propagandayı gör(e)medikleri gibi bir de reklamına alet oluyorlar.

Yine üst düzey komuta merkezi, Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek'in oğlu Tolga Örnek'in “Gallipoly” filminin galasına katılmışlar ve çıkışta öve, öve bitirememişlerdi.

Film gösterime girdiği zaman bir izledik ki; Çanakkale'yi anlatan belgesel tadındaki filmde Türk askerinden eser yok, İngiliz askerleri ise yere göğe sığmıyor. İzleyen; İngilizler oraya piknik yapmaya geldi , bizimkiler de onları hunharca katletti havasına kapılıyor. Zaten İngilizler de bu değerli propagandanın farkına varmış olacaklar ki, Tolga Örnek'i , sponsoru Ferit Şahenk'le birlikte İngiltere'de ağırlayıp, oradaki galasını da üst düzey katılımla gerçekleştirdiler.

Son günlerin çok tartışılan filmi Nefes'i de; Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un film çıkışında filmi öven görüntülerini izledikten sonra kuşkuya kapıldım. Neden mi? Film hakkında hem olumlu, hem olumsuz eleştirileri okumuş ve kararsız kalmıştım.

NEFES’teki filme Türk sinema’sımı imajı ile baktığınızda, kalite bakımından çok güzel, ilk yarısı gereksiz görüntü ve diyologlardan uzak, gerçekçi diyologları ile doğa ile insanı mükemmel derecede kullanmış, profesyonel kamera teknikleri hemen göze çarpıyor. Bu özellikleri ile izleyiciyi 2. yarıya hazırlıyor ve izleyiciyi 2. yarı için izleme kıvamına getiriyor.

Filmi sevmeye ve izleme heyacanına kapılıyorsunuz. Kısaca 2. yarıda verilmek istenen konuya izleyici adapte ediliyor.

İşte film tam da o noktada propaganda yönüne sizi ustaca çekiyor. Hiç anlamadan ve hissetmeden bir anda görüntü hiyerarşisi içinde kendinizi kaybediyorsunuz. Yönetmenin sinsice ve ustaca propaganda görüntüsü içinde kalıyorsunuz.

İşte propaganda başlıyor !

Film boyunca dağ başındaki bir iletişim istasyonu ve karakolu korumakla görevli Türk ordusunun komando subayı ile “Doktor” lakaplı bir teröristin telsiz üzerinden birbiri ile ağız dalaşı yapıp, küfürleşmesi üzerinden bir gerilim yaratılıyor.

Bu gerilimde şunu görüyorsunuz, “Doktor’un sevgilisi olduğu anlaşılan kadın teröristin kurulan pusuda yaralanması ve karakola götürülmesi sonrasında neredeyse iki erkeğin “karı-kız” kavgasına dönüşüyor.

Hiçbir TSK’ Subayı,Astsubayı,Uzman personeli ve Askeri bu şekilde diyolog içerisine girmez. Telsiz konuşmalarına dikkat edin. Öğle bir propaganda zincirinin içerisine çekiliyorsunuz’ki Bir tarafta yüzbaşının evde bekleyen karısı, diğer tarafta film boyunca yüzü asla gösterilmeyip gizemli bir mistik karakter olarak tutulan “Doktor”un sevgilisi terörist.

Buradaki propaganda açık ve net, PKK sempatik gösterilmeye çalışılıyor. TSK komuta zincirinde olan personel, görev aldığı yerde teröristi duygusal anlamda kendine rakip almaz.

En önemlisi, fark ettiyseniz, karakolun güvenliğini güçlendirmek yerine karşısındaki teröristi duygusal olarak muhatap alıp, kafayı gittikçe daha fazla “Doktor”dan intikam almaya takan bir ruhsal portre ile karşı, karşıya kalıyorsunuz.

Resmen çirkince Türk subayına ve Türk askerine aşağılayıcı saldırıdır. Türk subayı değince bir inceleyin bakalım, TSK’da bir subay kaç yılda ve sene sonra kıtaya katılıyor. En önemlisi kıta görevinde olan bir subay portresinde TSK’da böyle aciz ve korkak insan göremezsiniz.

“Doktor” ile karakol komutanı arasında geçen telsiz konuşmalarında ; “Doktor”a tanınan propaganda şansı ise en yukarılara tırmandırılıyor.

Bir tarafta “domuz gibi dağlarda yaşıyorsun, niye okuyup köyünde doktor olmadın” diyen bir subay; diğer tarafta; "bu dağlar benim, senin üniversitende okuyacağıma, kendi dağımda özgür yaşarım" diyen bir “Doktor”.

Bu profesyonel subay ile; yaralı olarak karakola getirilen kadın teröristi öldürmesine engel olmaya çalışan halktan asteğmen doktor arasındaki diyalog ise çok düşündürcü ? Adeta milletinden özür dileyen ve yargılanmaya hazır bir asker portresini seyircinin gözüne sokuyor. Bu neden yapılıyor ? Filmi izlemeye devam ediyoruz…

Yalınayak hazır olda bekleyen asteğmeninin yanına postalları ile gelip, gün içinde aralarında yaşanan olaydan dolayı bir tür günah çıkarma gibi gözlerimize sokuluyor. Subayımız aynen şu sözleri sarfediyor:

“Bu savaşın adam öldürerek kazanılmayacağının ben farkında değil miyim zannediyorsunuz ama ben burada bu savaşı kaybedersem, siz de İstanbul'da, Ankara'da kaybedersiniz. Biliyorum beni yargılayacaksınız, yargılayın. Her savaş sonunda biter”

Mükemmel derecede ve ustaca bir savaşı veya olguyu kaybettirilmiş gibi konuşturuluyor. Türk tarihinde hiçbir subay bu derece konuşmaz. O Türk subayıdır. Okul yıllarında ona “VATAN İÇİN ÖLMEK, VATAN İÇİN HİZMET AŞKI ÖĞRETİLMİŞTİR. “ Bu çember dışında olmak Türk subayı için geçerli değildir.

Filmimizi izlemeye devam ediyoruz.

Subayımızın, ustaca kurgulanmış bu teslimiyet sözleri seyircinin (Millet) bilinçaltına ve görsel hafızasına da bir kaybedilmişlik hissi aşılıyor.

Filmin en çarpıcı sahneleri ise sona saklanmış; karakolun basıldığı anlara.

Eğer bu filmi PKK veya finansörü güçlerden biri çekseydi, bir karakol baskını sahnesini ancak böyle çekebilirdi.

Komandolardan oluşan birlik; günlerdir “Doktor” ismi ile özdeşleştirilen ve karakter olarak ona yakıştırılan teröristin “geleceğiz” yolundaki tehditlerine rağmen baskın saldırıya uğruyor. ve bütün askerler doğru düzgün karakolun dışına bile çıkmayı başaramadan, karakolun içinde teker, teker dramatik sahnelerle şehit oluyorlar.

Yuh diyorum artık yaaa ! Bu kadarına da pes doğrusu, akla ve mantığa aykırı bir senaryo,

Bu senarist ve yönetmenler bir gün uzak bir karakolda misafir olsalardı, veya çok uzak değil Edirne’de bir sınır karakoluna misafir olsalardı, bir karakol nasıl korunur, Subayı, askeri nasıl yaşar, en kritik zamanlarda harekat emirlerini nasıl uygularlar görürlerdi….

Unutmadan...

Filmin fragmanlarındaki o meşhur "öldün sen" sahnesi filmin bütününde daha bir anlam kazanıyor. Filmde askerler ölüyor; şehit olmuyor. Karakola gelirken yolda iki şehit veren birliğin komutanı Tugay'a rapor verirken, "ölülerimizle birlikte şu kadar kişiyiz" şeklinde konuşuyor. Tüh Allah belanızı versin sizi, hiçbir komutan emri altında askerlere veya personeline öldükten sonra ölü demez, dememiştir zaten…Başbakan Recep Tayip Erdoğanlığa özenmişler galiba ! …

Gelelim karakolun baskın sahnesine...

Günlerdir ; "yakınındayım, gelip senin kafana sıkacağım" şeklinde tehditler savuran Doktor, sanki beraberinde ABD hava kuvvetlerinin desteği varmışcasına ortalığı tozu dumana katan bir ateş gücü ile saldırmaya başlıyor.

Komando eğitimli askerlerimiz ise ya pencereden giren kurşun ve RPG'lerle şehit oluyor , ya da bir köşeye sığınıp, pencere veya kaya kenarlarında ateş etmeye çalışıyorlar.

İnanın yoktur böyle bir karakol savunması,,,yemin ediyorum yoktur. Eğitimli Komando askerleri bu şekilde savaşmaz. Bakın gözbebeğimiz Bolu,Kayseri Manisa Komando Tugaylarına, askerlerimiz nasıl eğitim görüyor? Nasıl mücadele şartlarından geçiyorlar. Kolay değildir “O MAVİ BEREYİ TAKMAK” O mavi berenin anlamını bildikleri içinde bu kadar aşağılayıcı bir şekilde askerimizi küçük düşürüyorlar.,,, Şimdi bir karakol savunması hakkında buradan yazmak istemiyorum. Ama askerlik yapanlar anlayacaklardır. Bir karakolun savunası için olmazsa olmazı savunma mevziileridir…

Neyse devam edelim. Ve en önemlisi; bütün film boyunca “Doktor”a telsizden meydan okuyan komutan, bütün çatışma boyunca bir köşede gözleri faltaşı gibi açılmış, çevresindeki askerleri tek, tek düşerken olan biteni seyrediyor. Şaka değil...kafasını çıkarıp dışarı tek bir kurşun bile sıkamıyor. Askerini yönetip sevk ve idare edemiyor. Askerini sevk ve idare edemeyen Türk Subayı yoktur...Yemin ediyorum TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİNDE böyle bir subay çıkmaz…!

İşte şimdi şu noktaya iyi bakmanızı istiyorum...

O karakola, askerlerinin başına çuval geçirenleri Genelkurmay'da ballı börekli ağırlayan Hilmi Özkök'ü bile koysanız, o çatışma ortamında askerlerinin önünde yer alır, arkasında değil. En uyumlu Türk generali bile, kurşun kapıya dayandığında özüne döner.

Fakat filmdeki komando subay; bütün karakol çatışması boyunca bir köşede olan biteni faltaşı gibi açılmış gözlerle izliyor. Ve sonunda yaralı bir şekilde bir köşede kıvrılmış “Doktor”'un karakola girmesini bekliyor ve orada da “Doktor”a değil, duvardaki gölgesine sıkıyor.

Tabancasının kurşunları bittiğinde, yaralı komutanı duvar dibinde üzerine gölge olarak çöken “Doktor”a bakarken görüyoruz.

Türk Ordusu'nun komando subayı filmde tek kurşun bile atamadan, tepesine gölge olarak çöken “Doktor”un alnının ortasına sıktığı bir kurşunla şehit oluyor.

Kayseri Hava İndirme Tugayı, Bolu Komando Tugayı, Isparta Dağ Komando Okulu şanlı şerefli birlikler nasılda rencide edilerek ayaklar altına alınıyor…

Galiba yapımcılar dengelemek istemiş olacaklar ki, “Doktor”u da o sırada başka bir köşede can çekişmekte olan bir asker sırtından vurarak öldürüyor.

“Doktor” suratını asla göremediğimiz bir mistik karakter olarak filmdeki rolünü tamamlıyor. Sırtından vurulmuş ama düşmanının yüzüne bakıp, alnından vurmuş biri olarak.

Gün ağardığında ise çatışma sona eriyor, karakol harap, sadece bir iki asker sağ olarak gözümüze çarpıyor. İşte filmin propagandasının manifesto sahneleri ile karşı karşıya kalıyoruz.

İlker Başbuğ'un , "Atatürk büstü ile ilişkisi"nden dolayı çok etkilendim" dediği asker, bir tarafa fırlamış olan büstü kucaklayıp seke,seke yamaçtaki kaidesine doğru taşımaya başlıyor.

Bu arada karakolda görevli teğmenlerden biri yaralı olarak yerde kıvranan teröristin başına dikilip ateş edip etmemekte tereddüt ettiği noktada; terörist doğruluyor, kararlı ve onurlu gözlerle teğmene dik, dik bakıyor ve teğmen doğrulttuğu silahı kullanmaktan vazgeçip, büstü taşıyan askerle birlikte tükenmiş bir şekilde kaidenin mermerine oturuyor.

Ölü terörist kahramanlaştırılıyor. Son sahnede; kucaklarında tuttukları Atatürk büstü ile bir zamanlarda büstün bulunduğu kaidenin mermerine çaresizce oturmuş iki Türk askerini ve onların önünde destansı ve kahramanca bir pozla ölmüş teröristi görüyorsunuz.

Bayrak propagandası ise müthiş,,, TC devleti TSK sanki karakola bayrak göndermiyormuş gibi, aciz bir Ordu görüntüsü altında sergileniyor.

Arkadaki gönderde dalgalanan bayrak ise bütün film boyunca olduğu gibi yırtık bir şekilde dalgalanıyor. Telsizden bol, bol propaganda yapma fırsatı bulan “Doktor"un yırtık bayrak hakkında da bir çift sözü var:

"bizim buraların rüzgarına o bayrak dayanmıyor değil mi komutan"

Bizimkilerin sürekli yırtılan bayrak sorununa bulabildikleri çare ise, nasıl dikeceklerini bilemedikleri bayrağı "komutan emretti" diye dikmeye çalışan askerler ve tam da nasıl olduğu anlaşılmayan bir şekilde çarşafları çaya banıp yeni bayrak yapmak.

Filmde “kürt açılımı” unutulmamış. Açılıma uygun sahneler gözden kaçmıyor. Kürt askerin telsizden annesiyle Kürtçe konuşması; Türk ve Kürt askerin bayrağı birlikte göndere çekerken Türk askerin Kürt arkadaşına söylediği Kürtçe türkünün anlamını sorması gibi sahneler izleyiciye adapte edilmeye çalışılıyor.

Türk-Kürt kardeşliğine ve diyologlara diyeceğimiz yok. Burada PKK'nın propagandası yapılması beni ilgilendiriyor.

"Nefes" ustaca kurgulanan sahneleri ve dili ile PKK'yı Türk Ordusu; teröristi Türk subayı ile eşleştiriyor. Seyircisine ise; sinirlerine hakim olamayan, çaresiz, beceriksiz ve amatör bir Türk subayı aracılığı ile teslimiyet ve çaresizlik tohumu aşılıyor.

Bu yönü ile nefes "açılımın" kapanış sahnesi.

İşte en can alıcı nokta Türk askeri umutsuzca Atatürk'ün büstünü tepenin yamacında yuvarlandığı yerden tekrar tepeye taşımaya çalışırken; ölü de olsa PKK militanı zafer dolu bir duruşla büstün olmadığı kaidenin önünde poz veriyor.

Komando komutanın tek bir kurşun atamadan şehit olduğu, neredeyse bütün birliğin karakolun içinde telef olduğu baskın filminin ardından TV’lerde izleyiciye görüşleri sorulduğunda ; "bulut sahneleri çok iyi, bulutları çok iyi kullanmışlar" diyor.

Bulutları bilmem ama sinemayı, sinema dilinin propaganda gücünü ve bundan bihaber olanları çok iyi kullandıkları kesin.

EY TÜRK HALKI !

Türk askerinin ve şanlı TSK’ni ayaklar altına alan bu “ NEFES” filmini

alkışlamayın ve alkışlatmayın !"

Yılmaz Süzen

5 Şubat 2010 Cuma

Etme...

Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun etme
Başka bir yar başka bir dosta meylediyorsun etme
Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı
Hangi hasta gönüllüyü kasdediyorsun etme
Çalma bizi bizden bizi gitme o ellere doğru
Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun etme
Ey ay felek harab olmuş alt üst olmuş senin için
Bizi öyle harab öyle alt üst ediyorsun etme

Ey makamı var ve yokun üzerinde olan kişi
Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun etme
Sen yüz çevirecek olsan ay kapkara olur gamdan
Ayın da evini yıkmayı kastediyorsun etme
Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan
Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun etme
Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer
Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun etme
Ey cennetin cehennemin elinde olduğu kişi
Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun etme
Şekerliğinin içinde zehir zarar vermez bize
O zehiri o şekerle sen bir ediyorsun etme…
Bizi sevindiriyorsun huzurumuz kaçar öyle
Huzurumu bozuyorsun sen mahvediyorsun etme
Harama bulaşan gözüm güzelliğinin hırsızı
Ey hırsızlığa da değen hırsızlık ediyorsun etme
İsyan et ey arkadaşım söz söyleyecek an değil
Aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun etme!!

Şems'in gidişinden sonra Mevlana'nın ağzından dökülen sözler...

3 Şubat 2010 Çarşamba

Taş Parçaları...

I

Tek tek dururken onlar
Öbürü henüz yanına gelmemiş olanı çağırıyor:
O ikisi yan yana, alt alta geldiklerinde
Dünya böylece daha geniş oluyor
Biri ötekine ateş sunuyor
ve eski kitaptan çıkıp başka bir anlam
oldukları gibi oluşlarını da beraberlerinde taşıyarak
Çoook eski bir kitapta, ısınsın diye
masalı tetikliyor
ama yine de olduklarının ötesine taşan bir başka masal oluyor
Öbürü, henüz yanına gelmemiş olanı çağırıyor:
Büyü böylece büyü oluyor
Öbürü henüz yanına gelmemiş olanı çağırıyor:
masal mıydılar, soruyor…
Maaaasssssssaaaaallllllllllllllll…

II

İçerde tıkanan çığlık dışarda inliyor
Sabaha karşı
Uyku kabul etmiyor beni
Dışardan bir yerden uzuuuuunnnnuzun
Bir inilti kopuyor.
İçimde zulümün duvarları.
Uykuuuuuuuu
alsana beni koynuna.

Kalktığımda,
banyoya seyirttiğimde gözümden sesler boşanıyor.
İçerde,
sonra bu sessizce akan yaşlar senin, diyor. İçimin duvarlarında
bu taşlar oturuyor,
çıkaramadığım bir ses var, benden onu çıkarıyor,
Taşın sessizliğinde:
Kalın, ilkel, boşluğa doğru, gecenin kovuğundan
dışşşşarı doğğğruuuu:

Seni bu yalan dünyaya saldıııııııııııımmmmmmmmmmmm sonunda
acıyor çoooooookkkkkkkkkkkkk,

III

Madem arkandan ağlamamı bile çok gördün bana
Al bu taşlar senin olsun... O halde ve bundan böyle
Bütün davullar vursun, telleri kopsun sazların
boşluğa bağırsınlar, birlikte;
Kan kusacağız.
Kan kusacağız.
Madem dünya bunca zalim
Madem yakışmıyor kalbimize.

Bütün davullar gümlesin
Boşluktan gelen, boşluğu dolduranı
Boşluğa böğüreni Vursunnnn.

Bak! nasıl kan kusuyor külde uyuyan
Dünya görrrrsün.


IV

Her kezim ben
Küle ne öğretebilirse hayat, ancak
Onu öğretti bana da.

(Ama... )
Ben külün içinde çok uyumuşum.
Ben külün içinde çok uyudum.
Ben külün içinde çok uyudum.

V

Yanmamı bekleme benden
Ben ne çok yandım, biliyorsun.
Yanamam ben yanamam
yanamam küllerim uçuyor.
Rüyamda sapladığın jiletler etimde
Kanamıyor acımıyor.
Acımıyor
Bu dünya buz, bu buzzzzz
zzzzzzzzzzzda
Hiçbir şey acımıyor.

Bunlar yalan,
Yalan söylediklerim
Yalan söylediklerin
Bunlar ancak dünyaya yakışıyor.

Küldüm ben zaten
Küldüm zaten küldüm zaaaateeeen
Kalmışsa eğer
Külün içinde şimdi insanım
uyanıyor.

Dünya görsün şimdi.
Bembeyazzzz
dünyaaaaaaaaaaaa
Yoluna baş koyup buzzzdaaaaaaa
Kan kusanı.


VI
ben seni hep sevgilim ben seni hep
yüzünden geçen dalgalardan okudum.
ellerine sevgi okudum gözlerine şefkat okudum
annen seni inkar etmişti
aldım etime dokudum.

VII
dünya ne ki sevgilim,
benim sana yaptığım kubbe yanında?
düşsün, olsun, bırak,
içinde yıldızlar patlıyor.
kolaydır inanmak kadar inanmamak da.
ister sal kendini dünyaya, ister kal yanımda.
her şeyden öte öyle sevdim ki ben seni
yoluna baş koymak diyoruz
biz barbarlar buna.

X
ey duymayan insanı,
ey hayat dedikleri büyük kusur.
...

ey kimselere değişmediğim
ayrılığın neden bunca ağır?

hani adalet?
bir kasım' dan öteki kasım' a
bir yanım kör bir yanım sağır.


XII
şimdi bir masaldan bir peri
sessizce dinlesin beni,
alsın yorgun başımı

alsın cümlemi
usulca kalbine koysun.

benim cümle taşıyacak halim yok


XVII
omurgamı aldın benim.
omurgamı aldın.
omurgamı aldın.
omurgamı.

niye?


XIX
Varla yok arasındayım
Varla yok arasındayım
Hep, varla yok arasındaydım.
Zaten.
Ben bilmedim ki
niye teyelliyim, niye?

Varla yok arasında
Varla yok arasında
Elimde bir kırık testi

Elimde bir kırık testi
Nereye bırakayım!


XX
Gitmek mi yitmektir kalmak mı artık bilmiyorum
yerini yadırgayan eşyalar gibiydim ya ben hep
ve inançlı, gitmenin bir şeyi değiştirmediğine.

bilemem, belki bu yüzden
ben sana yanlış bir yerden edilmiş
bir büyük yemin gibiydim.
beni hep aynı yerimden yaralayan o eve
yine de döneyim döneyim istedim.

ah benim sesimle
söylesem de, inanmazlar
benzemiyor çünkü bir dile.

döndüğüm, döndüğüm ama döndüğüm
döndüğüm bu sema sensin. döndüğüm.

sen benim kara ömrüme vuran
suyumu harelendiren sevincimdin.

onu sevebileceğinin en yücesiyle sevdin.

titreme daha fazla kalbim.

bağışla kendini artık onu da ,
bırak gitsin.

o senin en ezel gününden kaderin
sen onu nasılsa bin kere daha seveceksin.


XXIV
bir masal
bir taş ağırlığında olabilir mi?
olurmuş meğer.

birlikte bir masala inanmak istedim
ben seninle, sadece bu.
sen beni tek
tek
tek
bıraktın.

benim artık taş taşıyacak,
taş kaldıracak, taş atacak
halim mi var!


XXII
günler öylece kendi kendine geçsin diye
bir camın arkasında durdum
bana dokunmasın hiçbir şey
hiçbir şey yarama merhem olmasın
iyileşecekse, hiçbir şeysiz iyileşsin diye
bir camın arkasında durup
akan hayata ve zaman baktım.

bilirdim, biliyordum, biliyorum,
bittiğinde, geçtiğinde,
azaldığında sızı, iyileştiğimde,
o saman tadıyla karıştığında;
her şey daha acı olacak.



XXXII
ömrü gurbette geçenler gibiydim senin yanında
duymadın mı, çok söyledim?
o uzun gurbette,
ben senin "adalet" dye dye nası unufak olduğunu
gördüm.
göre göre, duya duya,
yine de bigane olarak her şeye.

bilmedin ki; ben senin gurbetinde delirmemek için
kalbimin aklıyla ördüğüm bir yıldızlı kubbede
yaşadım.

tecellinin içinde ecel durur sevgilim, görmedin mi?

adaletin içinde bir zalim oturur.


XXXX
sözde kalır sevgilim
sözde kalır bütün sözler
aşk çünkü, aşk çünkü kendine
bir yol, bir ideoloji ister.

bilirim, çöl rüzgârında çalıdır bazı yaşlar.
sen sevgilim ilerde, biraz daha ilerde
bir tarihe başlayacaksın, orası işte
benim tarihimle başlar.

ve say, geriye doğru, tek tek
sende kalsın şimdi al bu taşlar.

Birhan Keskin / Y'ol - Metis Yayınları

28 Ocak 2010 Perşembe

Zaman Paradoksu...

George Carlin, Amerika`da 70 ve 80 li yılların bir komedyeni idi. Biraz ağzı bozuk olarak bilinirdi. 11 Eylül den (9-11) ve karısının ölümünden sonra şöyle yazmıştı.

Tarih içinde zamanımızın paradoksunu şöyle sıralayabiliriz :

Daha yüksek binalarımız, ama daha kısa sabrımız var; daha geniş oto yollarımız, ama daha dar bakış açılarımız var.

Daha çok harcıyoruz, ama daha az şeye sahibiz; daha fazla satın alıyoruz, ama daha az hoşnut kalıyoruz.

Daha büyük evlerimiz, ama daha küçük ailelerimiz; daha çok ev gereçleri, ama daha az zamanımız var.

Daha çok eğitimimiz, ama daha az sağduyumuz; daha fazla bilgimiz, ama daha az bilgeliğimiz var. Daha çok uzmanımız, ama yine de daha çok sorunumuz; daha çok ilacımız, ama daha az sağlığımız var.

Çok fazla alkol ve sigara tüketiyoruz, çok savurganca para harcıyoruz, çok az gülüyoruz, çok hızlı araba kullanıyor, çok çabuk kızıyoruz, çok geç saatlere kadar oturuyor, çok yorgun kalkıyoruz, çok az okuyor, çok fazla TV izliyoruz ve çok ender şükrediyoruz.

Mal varlıklarımızı çoğalttık, ama değerlerimizi azalttık. Çok konuşuyoruz, çok az seviyoruz ve çok sık nefret ediyoruz.

Geçimimizi sağlamayı öğrendik, ama yaşam kurmayı öğrenemedik.

Yaşamımıza yıllar kattık, ama yıllara yaşam katamadık. Aya gidip gelmeyi öğrendik, ama yeni komşumuzla karşılaşmak için caddenin karşısına geçmekte sorunumuz var. Dış Uzayı fethettik, ama iç dünyamızı edemedik. Daha büyük işler yaptık, ama daha iyi işler yapamadık.

Havayı temizledik, ama ruhumuzu kirlettik. Atoma hükmettik, ama önyargılarımıza edemedik. Daha çok yazıyoruz, ama daha az öğreniyoruz.

Daha çok plan yapıyoruz, daha az sonuca varıyoruz. Koşuşmayı öğrendik, ama beklemeyi öğrenemedik. Daha fazla bilgiyi depolamak, her zamankinden daha çok kopya çıkarmak için daha çok bilgisayarlar yapıyoruz, ama git gide daha az iletişim kuruyoruz.

Zaman artık, hızlı hazırlanan ve yavaş sindirilen yiyeceklerin; büyük adamlar ve küçük karakterlerin; yüksek kârlar ve sığ ilişkilerin zamanıdır. Günümüz artık, iki maaşın girdiği ama boşanmaların daha çok olduğu, daha süslü evler, ama dağılmış yuvaların olduğu günlerdir. Bu günler, hızlı seyahatler, kullanılıp atılan çocuk bezleri, yok edilen ahlakî değerler, bir gecelik ilişkiler, obez bedenler ve neşelendirmekten sakinleştirmeye hatta öldürmeye kadar her şeyi yapabilen hapların olduğu günlerdir.

Vitrinlerde her şeyin sergilendiği, ama depolarda hiçbir şeyin olmadığı bir zamandayız.

Öyle bir zaman ki teknoloji bu mektubu size getirebilir, siz bu içselliği ya paylaşmayı, ya da sil tuşuna basmayı seçebilirsiniz.

Yaşam, aldığımız nefes sayısıyla değil, nefesimizi kesen anların sayısıyla ölçülür. Paylaşmak özel ve güzeldir, yaşamı paylaşmak, özel gün ve anları paylaşmak, değer verip değerinizi bilen birileri olduğunu bilmek, onunla paylaşmak ne kadar lüks artık. Onu bulmak ve kaybetmemek, dostluğu, sevgiyi, hüznü paylaşmak, ne güzeldir tüm bunların tarihe karıştığı bir dönemde elde etmek ve yaşamak...

26 Ocak 2010 Salı

Ejder Kapanı...



Avatar'ı izlemeye gittiğimizde "Pek Yakında"ların arasında görmüştük filmin fragmanını. Sevgili kocam, kadroda Uğur Yücel, Kenan İmirzalıoğlu, Nejat İşler ve Berrak Tüzünataç olduğunu görünce daha o günden rezervasyon yaptırdı bana. Zaten şu ülkede bir Haluk Bilginer'i bir de Uğur Yücel'i, belki biraz da Şener Şen'i hiçbir şeyin yanına koyamayız biz, özellikle de sinemada.

Daha öncede söylemiştim, Cinebonus'ları çok seviyoruz. Çok medeni ve yüksek standartta hizmet sunuyorlar. Lakin film öncesi reklamlar bizi bitiriyor ama kendileri bitmiyor da bitmiyor. Bu vesile ile afişinin bile önünden geçmemeye özen gösterdiğim Recep İvedik ve Kolpaçino gibi filmlerin de fragmanlarını izlemek zorunda kaldık. Bir kez daha tahammül sınırlarımın zorlandığını hissettim. Ancak salonda biz eziyet çekerken eğlenenlerinde oldukça fazla olduğunu eklemeden geçemeyeceğim. Malesef...

Ejder Kapanı'na dönersek, seyir zevki yüksek bir film olduğunu söyleyebilirim, özellikle de aksiyon içeren bir türk filmi olarak. Konu çok hassas. Çocuklara tecavüzden mahkum olup sonrasında tahliye olmuş kişiler birer birer öldürülmeye başlar. Bu noktada vicdan ve ahlak muhasebesi devreye giriyor. Bir taraftan suçluyu yakalamaya çalışan polis teşkilatı diğer taraftan "Herkesin aklından geçeni yapıyor, Allah ondan razı olsun" diyerek katile alkış tutan kamuoyu.

Aldığı kilolarla giderek Marlon Brando havasına bürünerek bambaşka bir oyunculuk dersi veren Uğur Yücel, Ezel'le ortalığı kasıp kavururken bambaşka bir kimliğe bürünmeyi becerebilmiş Kenan İmirzalıoğlu, ilk defa "212" etkisinden kurtulmuş ama 5. dakikadan sonra kaybolan Ozan Güven, oyunculuğunu hiç tartışmayacağım Nejat İşler, senaryoya kurban gitmiş Ceyda Düvenci ve Beynelminel'in yönetmenliğindeki başarısını Emniyet Müdürü rolü ile döktüren Sırrı Süreyya Önder.

Aksiyon sahneleri "bizden" beklenmeyecek kadar iyi, konu sağlam, senaryo malesef çoook daha iyi işlenebilecekken zayıf dolayısıyla açıkta ve havada kalmış konular var mesela Çerkez - Cavidan ilişkisi, oyunculuk ortalamanın üstünde.


15 Ocak 2010 Cuma

Tek Tek Yazamadıklarım...

Kitap

- Koloni / Jean Christophe Grange: Tarih yazmamıştır ki bir Grange kitabını okumam 3-4 günden fazla sürsün. Lakin bu kitap gitmedi de gitmedi. Neden bilmiyorum. Belki 3 aydır elime alamadım, hala okunmayı bekleyen yüzelli küsur sayfam var.

- Gaia Teorisi / Maxime Chattam: Grange'nin memleketlisi. Jashua Brolin üçlemesi olarak niteleyebileceğimiz ilk 3 kitap fena halde Grange etkisindeydi ancak ne olduysa yavaş yavaş bundan kurtuldu ve Gaia Teorisi ile bambaşka bit yerden bize merhaba dedi. Bu tarz kitaplardan isteyebileceğini herşeyi içeren bir roman. Takılmadan okuduk.

- Başkasını Seviyorum / Ömer Özgüner: NTV'nin Genel Müdürü olduğu halde kitap arkasında "NTV'de Çalışıyor" yazabilecek kadar mütevazi bir kişiliğin ilk romanı. Mekanlar çok tanıdık, anlatım çok akıcı. Keyifle okudum.

- Kayıp Sembol / Dan Brown: Al bir hayal kırıklığı daha. Sanırım Dan Brown'un tarzına "Da Vinci'nin Şifresi" ve "Melekler ve Şeytanlar" ile doymuşum. Bu üzerine detaylı Washington tanıtımı yapmanın dışında pek bişey eklemedi malesef.

- Aşk / Elif Şafak: Yemin ederim sırf Evroş yüzünden okumaya çalışıyorum. Ben ne zaman bu kitap akmıyor desem bana "Kızım deli misin, ülke nüfusunun 10 da 8'i okudu bunu" diyor. Şaka gibi, okudu evet hem de plajda yatarken. Bense Elif Şafak'ın dili ile bir türlü anlaşamıyorum. Hadi dönemsel ihtiyaçla türkçesi varken arapça ve farsça kelimeler kullanmasını anlıyorum! ama günümüzde Ella'yı anlatırken "Mamafih" gibi bir kelime benim tüm okuma ritmimi bozuyor. :(((

- Gece Evi Serisi: Alacakaranlık sonrası sırf Miniş'in gazına okumaya çalışıyorum. Hani aldık boşa gitmesin mantığı. Tanrım bu kadar mı kötü olur.

Tiyatro

- Rita'nın Şarkısı / DT: Çetin Tekindor ve Tülay Günay oynuyor. Biraz uzun (2.10) ancak Tekindor'u sahnede izlemek ayrı bir keyif. Ucuz aşk romanları okumayı seven kuaför Rita'nın Dr. Frank'in verdiği edebiyat derslerini almaya başladıktan sonra yaşadığı süreç anlatılıyor.

- Kraliçe Lear / Kenterler: Kenterler'in salonu çok eskidir ve koltukları ile benim bacaklarım anlaşamaz dolayısıyla o sahneden mümkün olduğunca uzak durmaya çalışırım ancak bu oyunda kaçış olamadı. Çözümü önünde geçiş yeri bulunan 10. sıradan yer almakta bulduk, süper oldu. Oyunda 81'lik Yıldız Kenter, 17'lik Sedef Şahin ile oynuyor ve abartmıyorum Sedef Şahin, Yıldız Kenter'in önünde devleşiyor. Bu kadar mı rahat ve doğal oynanır.

- Lüküs Hayat / Şehir Tiyatroları: Dedimki bu oyun bir klasik, hala sergilenirken izlemekte fayda var. Ancak Kağıthane Sahnesi'nde, sanırım da ağırlıklı civarda oturanlarla izlemeye başladık. A diyorlar, bi kahkaha, B diyorlar bi kahkaha. Feciydi. Ayrıca Zihni Göktay'a saygım sonsuz ama ekiple yaş farkı çok açılmış, sırıtıyor. İlk perdenin sonuna doğru çömezi ile yaptığı konuşma ise bizi oyundan tamamen kopardı. "Sen böyle bir yalı almak için Şehir Tiyatroları'nda kaç yıl çalışmalısın." Tamam hiciv ve taşlama olur ama oyunun gerçekliğinden de bu kadar kopmamak lazım diye düşünüyorum. İlk perdenin sonunda çıktık.

- Kod Adı Kongo / DT: Şimdiye kadar izlediklerimizin arasında sezonun en kötü oyunu. Kötü oyunculuk, kötü metin. Arada zor kaçtık.

Dizi

- Six Feet Under: İşleri Cenaze Organizatörlüğü olan bir ailenin hikayesi. Baba ilk bölümde ölüyor ve işler çocuklara kalıyor. Seattle'da yaşıyan büyük oğlan istemeye istemeye kardeşine yardım etmek için geri dönmek zorunda kalıyor. Küçük erkek kardeş dışarıdan çok disiplinli gözükmesine rağmen iç dünyası bambaşka, o bir gay. Kız kardeş ise sanatçı. Toplamda 5 sezon, ailenin tüm fertlerinin ve yakın çevrelerinin yaşadıkları tüm açıklığı ile izliyorsunuz. Şiddetle tavsiye ederim.

- The Wire: Polis teşkilatının, zencilerin ağırlıklı yaşadığı bir bölgedeki çeteyi çökertmek için yaptıklarını anlatıyor. Dil çok ağır ama bir süre sonra alışıyorsunuz. Kayda değer.

Film

Kırık Kucaklaşmalar: Klasik Almodovar tarzı bir film. Ancak bazı yerler çoooook eski türk filmi tadında. "Sana söylemediğim birşey daha var...." Görselliğini çok sevdim ve bir de Penolope Cruz'u. Bu kadın hep bu kadar güzel miydi yoksa bu filmde daha mı bi güzel olmuş, bilmiyorum.

Invictus: Clint Eastwood, her sene oskara aday olmazsa rahat uyuyamıyor sanırım. İyi koku alıyor, gündemi takip ediyor ve iyi işler çıkartıyor. Tam da Güney Afrika'daki Dünya Kupası öncesi, Mandela'nın salıverilip başa geçtiği dönemde yapılan Rugby Dünya Kupası'na katılacak Güney Afrika takımının yaşadığı süreç ve sporun topluluklar psikolojisi üzerindeki birleştirici etkileri üzerine güzel bir film. Başrollerde Morgan Freeman ve Matt Demon oynuyor. Ama bence oskar zor.

Up In the Air: Hayatı seyahat ederek dolayısıyla da uçakta ve otelde geçen bir adamın kök salmak üzerine kendi içinde yaşadıkları. Başrolde George Clooney oynuyor. Bir insan gittikçe bu kadar yakışıklı olur mu yahu.

Gir Kanıma: Ne klasik bir vampir filmi ne de klasik korku. Çoook soğuk bir ülkede, iki çocuğun ilişkisi üzerine hisli bir film. Avrupa filmlerinin geneli gibi ağır tempoda ama sıcacık. Eleştirmenler yere göğe sığdıramıyor, bana göre o kadar da değil.

Law Abiding Citizen: Son dönemde izlediğim en zekice kurgulanmış film.

Kuzey Yamacı: 1936 Olimpiyatları öncesinde İsviçre'nin Eider dağına Kuzey Yamacı'ndan çıkmaya çalışan 2 dağ komandosunun hikayesi. Bir tarafta Nazizm, diğer tarafta zevk ve sefaya karşılık imkansızlıklar. Çetin bir hayatta kalma mücadelesi. Gerçek hikaye.

13 Ocak 2010 Çarşamba

Kabare...


Yıllar önce Lisa Minelli'nin başrolünü oynadığı sinema versiyonunu izlemiştim ancak aklımda da pek bişey kalmamış. Geçen sene Şehir Tiyatroları'nda sergilenmeye başlandı. Çok sezon sonuydu, açıkçası kaale almadık. Bu sene de, geçen haftaya kadar, bir türlü zamanlamayı ve sahneyi tutturamamıştık. Ancak cumartesi günü Üsküdar'da izleme şerefine eriştik.

Peşin peşin söyleyeyim. Oyun 2 saat 40 dk sürüyor ve bizim bu sezon izlediğimiz en iyi oyun. Değil sıkılmak, bitmesin diye dua ediyorsunuz. Müzikler, kostümler, metin ve başta MC'yi oynayan Mert Turak olmak üzere oyunculuk süper.

Bilmeyenler için hikaye kısaca şöyle: İkinci dünya savaşı öncesi, Nazizmin yükselişe geçtiği yıllarda Almanya'da bir kulüp. Yazı yazmak için farklı bir ortam ararken orlara düşmüş bir Amerikalı. Kit Kat Kulübün dillere destan dansçısı Sally. İhtiras, para, siyaset, eğlence, belki aşk ve tercihler...

Oyun ülkemizde ilk defa sahneleniyor. Her ay farklı bir yerde sahne alıyor. Üsküdar'da biraz "müslüman mahallesinde salyangoz satar" gibi oluyorlar ama yapacak bişey yok. Sahne orada :)) Bir şekilde fırsat yaratın ve kesinlikle kaçırmayın.

Ve unutmayın...
"Yalnız kalmanın neresi iyi
Gel de müzik dinle
Hayat bir kabare dostum
Kalk gel kabareye
Bırak kitabı, dikişi nakışı,
Hazır ol tatile
Hayat bir kabare dostum
Kalk gel kabareye"

8 Ocak 2010 Cuma

Çok Sevmezsen, Çok Acımazsın / Can Yücel...

Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
"O olmazsa yaşayamam." demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın.

Ve zaten genellikle o daha az sever seni,
Senin onu sevdiğinden.
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de
korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları...
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
"O benim." diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasın istiyorsan birşeylerin...
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait
olacaksın.
Mesela turuncuya, yada pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden, Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi, Hem
de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak...

Can Yücel

4 Ocak 2010 Pazartesi

Yahşi Batı...

Hani her yazdığı kitabı mutlaka alıp okuduğum yazarlar gibi, Cem Yılmaz'da her yaptığı işi takip etmeye çalıştığım kişiler arasında-ydı. Yılın ilk günü baktık "Yahşi Batı" vizyona giriyor, dedik gitmek lazım. Gittik, Capacity'deki salonda aldık her zamanki yerimizi ancak sonuç bana göre hüsran.

Cem Yılmaz, şakşakçıları aksini söylese de, Stand-up'larındaki tarzından ve karakter olarak da aşağı yukarı Gora'daki Arif'in etrafında dönmekten bir türlü kurtulamıyor. Keza Ozan Güven'de hep biraz 212.

Espriler klasik Cem Yılmaz. Allah için kelimelerle güzel oynuyor ancak neden bu sefer Recep İvedik seviyesinde dolaşmış veya dolaşmak zorunda kalmış anlamak mümkün değil.

Özellikle dekor ve kostümlere çok para harcamışlar, güzel de olmuş. Hoş detaylar yakalayabiliyorsunuz arada. Ama bir yerden sonra üstüste sıralanan klişeler beni yoruyor malesef. Aaa bi de jenerik hoş.

Filmde çok değişik karakterler var ancak bence kısa rollerine rağmen Demet Tuncer, Uğur Polat ve elbette Zafer Algöz diğerlerinden açık ara önde. Hele ki Zafer Algöz. Son dönemde Kurtlar Vadisi'nde izlediğimiz Yalçın Yıldız ile uzaktan yakından alakası olmayan bambaşka bir karakter yaratmış Kasaba'nın Şerifi ile. Süper.

Hiç abartmadan şöyle söyleyeyim, uzun tanıtım filmini izlemeniz olayın bütününü kavramanız için yeterli. zaten bütün kilit espriler, detaylar oarada mevcut, gerisi paranızı boşa harcamak olur.

Zaten geçen hafta tüm ekipçe Avatar'ı izledikten sonra film yapmayı bırakıp tekstil işine girmeye karar vermiş. Hani o kadar olmasa bile sinemayı bırakıp sadece stand-up yapsa da olur.

Son olarak şöyle söyleyebilirim, Cem Yılmaz'ın filmatografisi benim için bu filmle bitmiştir. Bundan sonrakileri yayınlarlarsa televizyonda seyrederim, o kadar.
Blog Widget by LinkWithin

Etiketlerim..

...

"Hayat, özellikle, yazılanları okumak, çekilenleri seyretmek ve tabii ki pişirilenleri yemek için çok kısa, biraz koşmak lazım... "
myspace graphics

Free Counters

Hayatın İçinden...

 

Divitim... | Creative Commons Attribution- Noncommercial License | Dandy Dandilion Designed by Simply Fabulous Blogger Templates