29 Temmuz 2008 Salı

Zilli'nin Günlüğü- 1

Hav! Hav,hav, hav, hav, haaaaav. Mıyık, miyk, hav.

Yok bu böyle olmayacak. Siz köpekçe bilmediğinize göre ben daha önce petshop'ta öğrendiğim insancayla konuşayım. :)))

Merhaba, ben 21.04.2008 doğumlu bir Golden Retriever'ım, adım Zilli. Sanırım annem beni daha önce sizinle gıyabımda tanıştırdı. İstedim ki, madem annemin bana sağlayabileceği böyle bir imkan var, bende kendi ağzımdan yaşadıklarımı ve tecrübelerimi sizlerle paylaşayım.

Bugün itibariyle bir haftadır annem ve babamla (elbette insan olanları) yaşıyorum. Apartman dedikleri yerde, ev dedikleri büyükçe bir bölümleri var, benim petshoptaki kafesimle kıyaslarsak koccaaaaaaaman.

İkisinin arasında ilk olarak annemi gördüm. Kardeşimle kafeste oynarken, dükkanın sahibi abi beni dışarı çekti. Baktım karşımda başka biri, bana gel yapıyor. Şöyle bir etrafında dolaştım, kokladım, süründüm. Baktım ters bişey yok, bıraktım kendimi kollarına. Tabii o mest oldu. Zaten kardeşimle anlaşmıştık. Bu kafes hayatı bize dar geliyor, olur da dükkandaki abilerin söylediği gibi, birisi bizi almaya gelir, biz de o kişiden hoşlanırsak hemen yayılalım kucağına, tüm şirinlik numaralarımızı yapalım ki alsınlar bizi diye. Ben de aynen öyle yaptım, bayıldılar bana. Hemen annemin kucağımda fotoğrafım çekildi, babama gönderildi. İş dönüşü babam da geldi, bi tur numara da ona. Resmen bana tav oldular:))

Beni hemen eve götürmek için çok hevesli olmalarına rağmen ilk aşılarımın yapılabilmesi için dükkandaki abiler beni bırakmadı. Açıkçası iyi de oldu, kardeşimle doya doya öpüşüp koklaştık, bol bol oynadık, birbirimize güzel bir hayat geçirme dileğinde bulunduk.

Salı akşamı, annem beni almaya yalnız geldi. Belki sizde de oluyordur. Beni arabanın ön koltuğundaki boşluğa koydular. Pek bir heyecanlandım. Hem arabaya ilk kez biniyordum, hem de bir çeşit bilinmeze gidiyordum. Gerçi evimiz toplasan 3 dk sürmedi, bu sürede de annem hep kafamı ve gıdımı okşadı ama itiraf etmeliyim ki korku ve heyecandan biraz altıma kaçırdım. :))

Evimiz - artık böyle söyleyebilirim sanırım, daha öncede bahsettiğim gibi oldukça ferah. Arka taraftaki balkonu bana tahsis etmişler. Annem çişim ve kakam için gazeteler ayarlamış. Ayıptır söylemesi, ufaktan bir tuvalet eğitimim var. Gazeteye yapmayı biliyorum yani :)) Mama ve su kabım yerinde, bi sürü oyuncak, temizlik mendilleri, kısaca herşey organize edilmiş. Dedim ki "bi kaç gün bakayım, beğenmezsem söylerim."

İlk iki gün ev içinde, kokudan anladığım üzere kendi yemeklerini pişirdikleri ve galiba mutfak dedikleri yer hariç (oranın kapısı hep kapalı), annemle babam evdeyken serbestçe dolaştım. Hep ouyunlar oynadık, bolbol sevdirdim kendimi, akşam balkonda yattım. Demir kapı- ki güvenlik için gerekliymiş, kapalı, normal kapı açık. Etrafı daha bir tanıdıktan sonra dedik ki ben bunlara bir oyun yapayım. Annem yine beni uyumam için balkona götürdü ve demiri kitleyip salona babamın yanına döndü. 2-3 dk bekleyip, attım kendimi demirin aralıklarından odaya, oradan da salona. Pıtır pıtır ayak seslerimi duyup, kafalarını kaldırdıklarında karşılarında beni görünce yüzlerinde oluşan ifadeyi görmenizi çok isterdim. Hatta bir ara annem demiri kapamadığından bile şüphelendi ama gidip bakınca benim ufaktan tüydüğümü görüp başladılar gülmeye. Ben de bayağı bir sevildim bu vesile ile.

Evde yalnız kalmak, beni biraz üzse de oyuncaklarımla kendimi oyalıyorum, bol bol uyuyorum, akşam annemle babam gelince de tüm günün acısını çıkartıyoruz. Mesela 3-4 gündür sabah akşam dışarıya dolaşmaya çıkıyoruz. Fırsat bu fırsat, anneme evde daha az iş çıksın diye de tuvaletimi yapıveriyorum. Gerçi annem titiz ya, bakıyorum hemen cebinden kağıt havlular, poşetler filan çıkıyor, benim marifet! anında sokaktan yok ediliyor, doğru çöpe.

Sokak faslı iyi güzel de, galiba küçük olduğum için benim adıma bira meşakkatli. Mesela şu tasma ve ip mevzu. Tasmayla çok problemim olması da o iple yürümemek için bi inat ettim ki sormayın. Ama annem çetin ceviz çıktı, o inat ben inat, ama bi süre sonra baktım ki artık üzülüyor, feragat ettim. Çok sevindi annem. Sonra güzel güzel açıkladı. Bunlar hep benim iyiliğim ve güvenliğim içinmiş. Öyleyse sorun yok zaten.

Hayat benim için yeni başlıyor, dolayısıyla da herşey yeni. Sokağa ilk çıktığımızda önce biraz korktum, dolaşmak istemedim, biraz etrafı koklayıp hemen annemin yanına dönüyordum. Sonra başka başka şeyler dikkatimi çekmeye başladı. Mesela çiçekler. Ay ne güzel kokuyorlar. Sonra adının karınca olduğunu öğrendiğim o yerdeki kımıl kımıl şeyler. Çıtır çerez gibi yemek istiyorum onları ama annem kızıyor. Bir de meyve çekirdeklerine dayanamıyorum. Galiba hem lezzetli oldukarı hem de dişlerim kaşındığı için katur kutur hoşuma gidiyor onlar.

Sokağa çıkmak güzel çünkü 1. katta bile otursak şimdilik annemin kucağında iniyorum aşağıya ancak dönüşte annem istedi ki merdivenleri ben çıkayım. Bir 10 dk da merdiven başında harcadık. Ben duruyorum, o duruyor. Allah'tan sonra aklına geldi. Ben merdiven çıkmayı bilmiyordum ki! Bunu fark eden annem beni basamağın üzerine koydu, ön patilerimi de bir üst basamağa. Ben de hemen öğrendiğimi tekrar edip, ön patilerimi bir üst basamağa koydum ama sanki basamaklara yatay olarak uzanmış gibi oldum. Bu annemi çok güldürdü. Ben öyle dururken tuttu popomu bir üst basamağa koydu. Bende de ampuller yandı. Demek ki, ön ve arka patilerim senkronize çalışmalıydı. Bunun üzerine önü atarken arkalarla kendimi destekleyince baktım ki çıkıyorum. 2-3 gündür eğer babam evde ve biz annemle dolaşmadan dönüyorsak, çözüyorlar beni, babam yukarıdan "Koş kızım, gel babana diye bağırıyor" ben de pıtır pıtır çıkıyorum yukarıya. Çok zevkli ve eğlenceli.

Böyle herşeyi bir anda anlatmak ne zormuş. Başka unuttuğum bişey kaldı mı diye düşünüyorum. Hah! Eve geldiğimin ikinci akşamında beni duşa sokup yıkadılar. KOKUYORMUŞUM EFENDİM. Köpeğim ben yaaa, tabii kokucam. Gerçi pek bi hoşuma gitti. Özel şampuanımla ve ılık su ile yıkandım, önce kocaman havlunun içinde, sonra da fön dedikleri ılık hava üfleyen gürültülü bir makine ile kurutuldum. En güzel tarafı duştan sonraki balkon sefamızdı. Annem beni kucağına yatırdı. Hafif esinti olduğu için üzerimi de yine havlu ile örttü. Ufaktan kafam okşanırken, üzerinize afiyet bir uyku bastırdı, anlatamam. Uykuya dalmadan önce hatırladığım, annemin beni seven elini patimle ittiğim.

Elbette bu süre içinde çekirdek ailemin ailesiyle de tanışıyorum. Mesela cumartesi günü aşıya gittik - hiç acımadı merak etmeyin, sorduğunuz için teşekkürler - dönüşte anneannem geldi. Annemler söylememiş, sürpriz olsun diye. Beni görünce pek bi şaşırdı. Anneme "Kimin bu, çok şeker" dediğini duydum. Annam de bizim diyince bi ufak şok geçirdi ama sonra cazibeme dayanamayıp yanıma geldi, ben de beni sevmesine izin verdim. Eve döndükten sonra anneme telefon açıp, yalnızken balkonda değil de hol, arka oda ve balkon arasında dolaşabilmem için izin bile aldı. Ben de gece 1'de miraz mıyklayıp, havlayınca evdekilerin ikna olmasına yardımcı oldum sanırım :)) Şimdi gündüz gece hol, arka oda ve balkon benim, annemler varken salon ve ön balkona bile girebiliyorum. Değmeyin keyfime.

Dün gece de annemin ablası - kendi tabiriyle küçük anneannem (Niloş) ve dedem geldi. Niloş çoook şekerdi. Bana en sevdiğim ödül krakerlerinden hediye bile getirmiş. Üzerinde başka bir köpek kokusu da aldım ama hiç bozuntuya vermedim. Diğer köpek düşünsün. Beni sevene, sevme diyecek halim yok ya, di mi ama? Dedem, adım Zilli olduğu halde bana başka bi isimle seslendi, pek anlamadığım halde ben kendimi ondan da esirgemedim. Gittim ayaklarını yaladım, etrafında dolandım, onun da beni sevmesine izin verdim. Sonra da, uslu kızlar gibi bıraktım rahat rahat sohbet etsinler.

Of, ilk hafta ne çok şey olmuş. Bugün evde Türkan Teyze var, temizlik için geldi. Sağolsun pek severmiş köpekleri. Hem evle hem de benimle ilgileniyor. İyi oldu, yalnız kalmadım. Ben de pek ayağının altında dolaşmıyorum ki rahat çalışsın. Hem böylelikle anneme daha az iş aklır, benimle de daha çok ilgilenir. Bu zamanda aile huzuru için politik olmak lazım biraz, ne yapalım. Şimdilik hoşçakalın, ilk fırsatta yine yazarım.

Zilli

23 Temmuz 2008 Çarşamba

Zilli'yi Takdimimdir...

Pazar günü adadaki son kahvaltımız sırasında, Uğur'un (otel sahibi) bahsettiği Golden'li çift aşağıya indi. Bizim de içimiz eridi. Oscar, maaşallah çok güzel, 6 yaşında bir erkek Golden Retriever.

Biz karı koca köpeği çok seviyoruz. Köpek fikrinin, çok zaman önce aklımıza düşmüşlüğü vardı zaten. Ancak sevgili kocam büyük köpek istediği, bende de üzerinize afiyet biraz titizlik olduğu için bir türlü cesaret edememiştik.

Ben tabi, olmuşunu! bulunca tüm kafamdaki soruları arka arkaya sıraladım. Sağolsun çiftte beni kırmayıp, sonsuz sorularıma sabırla cevap verecek kadar nazikti.

Evet, onlar da apartmanda yaşıyordu. Evet, onların da köpeği evde yalnız kalıyordu. Evet, bebekliği pek bir maceralı geçmişti. Evet kesinlikle bir Golden ama mümkünse dişisini tavsiye ediyorlardı. Hayır, eve hiç tuvaletini yapmıyordu, dışarıdan eve girmeden önce de patilerini ve poposunu yıkayıp siliyorlardı. Hayır, çocuklarıyla hiç bir sıkıntı olmamıştı ve Hayır, bu sevgiyi başka hiçbirşeye değişmezdi.

Tüm bu ve benzeri sorunun arkasından benim ikizler burcu yüreyim heyecandan hoppidi, hoppidi atmaya başladı. Gözüm sevgili kocamda. Ondan gelen ilk yorum: "Karıcım eğer böyleyse dönünce bakalım ama benim endişem, hem "kedi" hem köpek aynı evde nasıl olacak?" Hadi buyurun buradan yakın...

Diyebilirim ki adadan Geyikli'ye vapur seyahati isim araştırması ile geçti. Kocam direkt Asena'dan girdi olaya. Bir kurt değil de golden düşündüğümüz için daha farklı isimle üzerine yoğunlaştık. Ben biraz daha muzur isimler peşinde koştum. Burada anlatmayacağım bir süreç sonunda kızımızın isminin "Zilli" olmasına karar verdik.

Eve dönüş yolu, köpeksever tanıdıklarımıza araştırmaları için haber verip, "Arka balkonu ona tahsis ederiz, mutfağa hiçbir şart altında giremez, tasmasını kırmızı alalım vb." detaylar üzerinde konuşmakla geçti.

Akşam 6-7 yerle görüştük. Bir sürü üretici var ama insanların yaklaşımları bize pek hitap etmedi. Mesela adam Aydın'da yetiştiriyor, otobüsün kargosunda İstanbul'a getiriyor. Ancak piyasa konusunda bayağı bir bilgi sahibi olduk. Pazartesi akşamüstü bu bilgilerle, eve çok yakın, daha önceden de balıklarımız münasebetiyle muhabbetimiz olan Hayvanlar Alemi isimli petshop'a gittim. Derdimi anlattım ve karşımda Zilli'yi buldum.

Kendi köpeklerinin torunu olan bu kız, erkek kardeşiyle beraber kafesteydi. Ben onu gördüğümde tam 90 günlüktü. Oğlan zıpır zıpırken kız masum, sakin ve çok insancıldı. Hemen yukarıdaki fotoğrafı çekip sevgili kocama gönderdim ve "bence budur" dedim. O da iş dönüşü uğradı, gördü ve çok sevdi. Ve biz kızı aldık. :)) Ancak o gece eve götüremedik. Zaten veterinerkontrolündeydiler ama sadece koruyucu aşıları yapılmıştı, o yüzden ilk 2 aşısının yapılması için bıraktık. Ama benim için gece ve dün geçmedi. Bir heyecan, bir heyecan.

Akşam eve geldim. Ortalığı biraz onun için organize ettim. Arabaya atlayıp, almaya gittim. Yavrum, arabaya ilk bindiğinde yüzündeki ifadeyi ve korkuyu hiç unutamayacağım. Zaten ilk çişini de oraya yaptı :))



Dünden beri bazen dolaşarak, bazen kucağımızda hem evi hem de bizi tanımaya çalışıyor. Bu şabah biz iki koca insan etrafında pervane olduk. Yemeğini yedi mi, çişini yaptı mı? Kızım bizi utandırmadı ve çişini gazete üzerine yaptı. Hemen ödülü aldı tabii. Bu akşam itibariyle ufak ufak dışarıya çıkmaya başlayacak.

İlk gece sonunda fikrimizi merak ediyorsanız, "Niye şimdiye kadar bir köpeğimiz olmamış?". :))

22 Temmuz 2008 Salı

Bozcaada...

Son dönemdeki yazılarda sıkça dile getirmeye başladığım üzere, çok ama çoook sıkılmıştım. iş yoğunluğunun üzerine İstanbul'un sıcağı ve nemi de eklenince her şey üzerime üzerime geliyordu ve hayata minik bir "es" vermek için kendimizi 4 günlüğüne Bozcaada'ya attık.

İki gün izin alıp haftasonuna ekleyerek başladığımız tatilimiz perşembe sabahı 5'te başladı. Elbette o saatte yollar boştu ve bir gün önce İstanbul'u götüren selin esamesi okunmaya devam ediyordu. Dolayısıyla çok rahat bir yolculuk oldu. Yolculuk bizim evden, Geyikli iskelesine 400 km. ve biz karşıya Gelibolu değil de Eceabat'tan geçtiğimiz ve feribotun kalkış saatini de beklediğimiz için, Namık Kemal tesislerindeki minik mola ile birlikte 6,5 saat sürdü. Yolculuğun geneli için şunu söyleyebilirim, Keşan'a kadar yollar double dolayısıyla kimseyle neredeyse muhattab olmadan gidiyorsunuz. Namık Kemal Tesisleri'ne herşey çok özensiz ve sıradan olduğu için sanırım bu son uğrayışımızdı. Diğer taraftan benzin istasyonları ama özellikle de OPET bu güzergaha çok yatırım yapmış. Şehirlerarası yollardaki terk edilmiş benzinci imajını tamamen ortadan kaldırıp, makul mesafelerde yaşayan istasyonlar yaratmışlar. Marketteki herşey taze ve çeşitli, tuvaletler ise pırıl pırıl.

Vapur yaz tarifesine göre, tek saatlerde Geyikli İskelesi'nden, çift saatlerde Bozcaada'dan kalkıyor. Dolayısıyla biz 1,5 saat kadar iskelenin yanındaki çay bahçesinde vakit geçirdik. Sonra, yaklaşık yarım saatlik bir yolculuk sonucunda ver elini Bozcaada.



Bozcaada'nın Çanakkale tarafından görülen, vapur iskelesinin ve merkezinin bulunduğu doğu cephesi gerçekten boz. Büyük ihtimalle maruz kaldığı şiddetli rüzgar sebebiyle belediyenin ağaçlandırma çalışmaları da sonuçsuz kalıyormuş.

Oteller merkez, merkez dışı ve bağ evi olarak üçe ayrılıyor. Biz merkez dışında, "Küçük Oteller Sitesi"'nda yer alan "Üzüm Butik Otel"'i seçtik. Bu seçimimizden de çok memnun kaldık. Baba - oğul işletmesi, 7 odalı, küçük, sıcak en önemlisi rahat bir oteldi. Biz akşamları kafamıza göre yiyebilelim diye, oda kahvaltı kaldık. Cuma sabah kahvaltısıdaki yumurtalı ekmek bizi taa çocukluğumuza götürdü.

Akşam yemeklerinin ilki büyük ama çok büyük hayal kırıklığı oldu. Başlangıcı benden kaynaklandı çünkü, sabah erken kalktığım, bir süre de uzun yolda araba kullandığım için, sanırım düzenim bozuldu ve o da direkt mideme vurdu. Diğer taraftan güya tavsiye üzerine gittiğimiz, rum mahallesinde, asmalar altındaki mekanda, bakın sayıyorum; 1 duble rakı, kavun, 4 adet kabak çiçeği dolması, 2 dilim peynir, minicik bir tabak deniz börülcesi- ki o kadarcığın içinde muhtemelen 1 baş sarımsak vardı - ve peynir mezesi için bizden tam tamına 45 ytl istediler.


Ada, irili ufaklı bir sürü koy ile dolu. Biz Cuma günü sabahtan Akvaryum Koyu'na gittik. Koy süper ancak artık eski zamanlarda olduğu gibi bilinmez olmadığı için bir süre sonra, bize göre fazlaca kalabalık oldu ve tepede yükselen güneşi de bahane ederek kaçtık.

Adanın bildiğiniz üzere en önemli özelliklerinden biri bağları. Adada yerli ve yabancı 6-7 çeşit üzüm yetiştiriliyor. En ünlü markalar Çamlıbağ, Talay ve Corvus. Bize İstanbul'da bulamayacağımız için Çamlıbağ'ınkileri, özellikle de Cabarne'sini tavsiye ettiler. Cuma öğlenden sonra, otelin çardağında bir şişenin peynir eşliğinde keyfini çıkarttıktan sonra kendimizi alışveriş için merkeze attık. "Çamlıbağ"'ın kendi dükkanında bütün çeşitlerin tadına baktıktan sonra beyaz olarak Vasilaki 2003, kırmızı olarak da Cabarnet Sauvignon 2002 almaya karar verdik.

Adanın diğer bir meşhur şeyi de reçelleri, özellikle de domates reçeli. Biz domates reçelini ilk olarak bir arkadaşlarımızda yemiş ve çok beğenmiştik. Adada 2 yer ticari olarak reçel satıyor. Biz domates reçellerimizi Salto'dan aldık. Eve gelen misafirlere kahve öncesi reçel ikramı eski bir Rum geleneği imiş. Adanın yerlilerinden Rum asıllı Simyon Salto ise, domates reçeli imalatına 30 sene önce başlamış. Adaya özgü özel armut domatesinden üretilen reçelin yapımında katkı maddesi kullanılmıyor. Çekirdekleri çıkartılan domateslerin içine soyulmuş badem konuluyor. Yine adaya özel gelincik ve bizim Polenezköy'de tadıp çok beğendiğimiz karpuz kabuğu reçelini Gülerada'da bulunca onu da affetmedik :))

Cuma akşamı hafta sonu kalabalığı adaya çökmeden önce, adanın batı ucundaki hemen yanında 17 adet yeldeğirmeni de bulunan Polente Feneri'ne gidip güneşin batışını izlemek için son fırsatımızdı. Adanın doğu yakasının çoraklığına nispet yaparcasını batı yakası yemyeşil ve fenere çam ormanlarının arasından geçerek ulaşıyorsunuz. Off ki ne offfff.... Bu noktada ben susayım fotoğraflar konuşsun.







Cuma günü, perşembenin acısını çıkartırcasına yaşanan güzellikler bunlarla da bitmedi ve biz kendimizi, dolunayın ışıkları denizin üstünde dans etmeye başladığı saatlerde Ayazma Plajı'na tepeden bakan Vahit'in Yeri'ne attık. Çok lezzetli, keyifli ve rakının hakkını vererek geçen gecenin sonunda garson 62 ytl'lik bir hesap getirdi. Tam bu herhalde şaka diye aramızda konuşurken, mahçup eda ile yaklaştı ve " Kusura bakmayın, rakıyı eklememişler, rica etsem 30 ytl daha alabilir miyim?" dedi de bi oh! çektik. Manzarası, yemeklerin lezzeti, tam kalkmak üzereyken ikram edilen kahvenin kıvamı, tam yerindeydi.

Cumartesi günü deniz tercihimizi Ayazma Plajı'ndan yana kullandık. Burası adanın sanırım en büyük plajı ve belediye oraya şezlong ve şemsiye koyma nezaketini göstermiş. Biz kafamızı dinlemek istediğimiz için, merkezdeki kalabalıktan uzak, neredeyse koyun bitimindeki son şezlong ve şemsiyeyi kaptık, etraftaki boşları da isteyenlerle, büyük bir memnuniyetle gönderdik.

Başta da söylediğim gibi, dönüş feribotu için 10 veya 12 alternatiflerinden, nispeten daha az trafikle mücadele etmek için birincisini seçtik. Gelirken ödediğimiz 3 ytl 'lik feribot ücretine karşılık dönerken 23 ytl ödeyince o konuda da kafamızda oluşan soru işaretlerine cevap bulup dönüş yoluna geçtik.

Döndükten sonra her sorana aynı şeyi söylüyorum, Bozcaada'yı sevip sevmemeniz, tamamen ne beklediğinizle alakalı. Çünkü ada bir Bodrum veya Çeşme değil. Mümkünse de olmasın. Ada bize, nemli havada klimanın yaptığı gibi bir etki yaptı. Üzerimizdeki bütün stresi emdi, kafamızı sıfırladı. Ancak malesef benim "lay lay loy" diye tabir ettiğim kitle de büyük bir yoğunlukla adadaydı. Akşam bir bakıyorduk, şıkır şıkır kıyafetler, full makyaj teyzeler sokakta. Elbette kimse kimseye karışamaz ama o kişiler, genel yapı içinde biraz farklı kaçıyordu sanki.

16 Temmuz 2008 Çarşamba

Kaosun Sırları / Maxime Chattam

Fransa'nın günümüz edebiyatında genç nesilde 2 önemli temsilcisi var. Biri Jean Christophe Grange, diğeri ise Maxime Chattam. Tarzları ve türleri birbirine çok yakın olan ve dilimizde yayımlanan tüm kitaplarını okumuş biri olarak şunu söyleyebilirim ki, bugüne kadar kafamızda oluşan acaba Chattam, Grange'yi taklit mi ediyor veya esinleniyor mu? türündeki sorular, bu kitap ile bence sona erdi.

Kaosun Sırları, Chattam'ın dilimizde yayımlanan 5. kitabı. Joshua Brolin serisi olarak tanımlayabileceğimiz ilk 3 kitap, korku, gerilim türünün gerçekten iyi örneklerindendi. Ancak özellikle seri katillerin tarzlarıyla ilgili verdiği detaylarla hayal sınırlarını zorluyorlardu. Kitapları okurken Miniş'in "Ne zorumuz var ki, böyle bir eziyete katlanıyoruz" sorularına sıklıkla maruz kalsam da, ikimiz de okumaktan var geçmedik. Ancak, ilkinden sonra yayımlananlara bakalım sınırları bu sefer ne kadar zorlamış diye başlamaktan da kendimizi alamadık. Sonra Zamanın Kanı isimli, bir ara roman çıktı ki bize göre, klasik Chattam tarzı ile hiç alakası yoktu ve çok ama çok hafif bir kitaptı. Dolayısıyla bu kitapla ilgili çok farklı beklentilerim vardı. Tarzın hangi tarafa yöneleceğini özellikle merak ediyordum. Ve yine 3 günde yalayıp yuttuktan sonra şunu söyleyebilirim ki Chattam, konu ve kurgu anlamında bambaşka bir yerde.

Yakın geçmişte geçen kitap, esasında çok eskilere dayanan Yeni Dünya Düzeni'nin nasıl işlediğini, bizlerin sadece birer piyondan ibaret olduğumuzu, ilişkilerin çok derinlerde olduğunu ve dünyanın güçlülerin oyun alanı olduğunu çok etkili bir dille anlatıyor. Kitabın son sözünde de belittiği gibi, içinde verilen bilgilerin hiçbiri gizli değil, sadece doğru yorumlanabilmek için üstüste konulması gerekiyor - ki Chattam'da roman kurgusunda bunu yapmış.

Müthiş bir kurgu içinde çok etkileyici, çok çarpıcı ve çok düşündürücü...

9 Temmuz 2008 Çarşamba

Sana "Yuh!" ...

Bilen bilir, ben pek sürü pisikolojisini sevmem. Toplumla da çok içiçe ve barışık olduğum söylenemez. Hayatını bunun tam tersi bir felsefe üzerine kurmuş annem ise, hep benim hastanede karışmış olabileceğim ihtimali üzerinde durdu yıllarca, ama hem o gece başka doğum olmaması hem de geçen yıllar sonunda neredeyse küçük fotokopisi haline gelmemden dolayı, tezi hiç geçerlilik kazanamadı. :))

İşte bu yüzden yurdum insanı ile çok içiçe yerler beni sıkar. Çünkü niye elin gavurunun veledinin tatilde, otobüste, parkta hiç sesi çıkmazken bizimkiler devamlı mızırdanıp viyaklar anlayamam. Niye bizim insanımız yere tükürmeyi, izmarit veya çöp atmayı marifet sayar anlayamam. Niye insanların sakin sakin yemek yedikleri bir ortama giren kalabalık bir grup, sanki kendilerinden başka kimse yokmuş gibi yüksek sesle konuşup, sandalyeleri gürültüyle çekip etrafa rahatsızlık verirler anlayamam. Hele yakın çevremdeki insanların "Ya milletin yapısı bu, kimse rahatsız olmuyor, bir sen oluyorsun. Dolayısıyla belki de problem sende!" şeklindeki yorumlarını hiç anlayamam.

Sanırım 1 sene kadar önce Avrupa Yakası'ndaki - ki o diziyi de içim hiç kaldırmıyor- Gaffur karakteri çok meşhur olup, sokakta onun pijamasıyla dolaşan adamlar, öyle giyinmiş futbol takımları türeyince "Evet, sizi beğenmiyorum", diye bir yazı yazmış ve "Yapma Gülse, senin yapman gereken topluma artı değer katmak, ayna tutup zaten var olanı geri yansıtmak değil" demiştim. Şimdi gitti Gaffur, geldi Recep İvedik.

Önce açık açık söyleyeyim, Recep İvedik filminin izlenme rekoru kırdığı bir toplumun parçası olmaktan en hafif ifadeyle utanıyorum. Hadi filmi bir "travma" idi, geçti diyelim. Şimdi başımıza reklam karakteri olarak çıktı, hem de Turkcell'in.

Düşünebiliyor musunuz, alanında ülkedeki birçok ilki gerçekleştirmiş, sağladığı servisler açısından rakiplerinden açık ara önde, çok önemli sponsorlukları mevcut ve New York borsasında işlem gören ilk Türk markası, gidip kendine Recep İvedik' i reklam malzemesi olarak seçti. Hadi ajanslarının çok kötü bir espri yeteneği var, şirket yöneticilerinin arasında da mı aklı selim bir tane insan yok.

Yıllar önce Hulusi Derici'nin "Marka"sı, yanlış hatırlamıyorsam "Bizim aracımızda bulamayacağınız aksesuarlar" diye bir kampanya hazırlamıştı, Audi için. İlanın görsellerinde, direksiyonu tutan kocaman kıllı bir kol, aynadan sarkan kocaman zarlar, CD ve tespih kullanılmıştı.

Bilmem anlatabiliyor muyum?

7 Temmuz 2008 Pazartesi

Kaçırdıysanız Üzülün...

Dün İngiltere, iki önemli karşılaşmaya ev sahipliği yaptı. Birincisi F1'in İngiltere ayağı, ikincisi ise Wimbledon'un tek erkekler finali.

F1'de çok fazla sürpriz olmadı ve L. Hamilton evinde kazandı. Alonso'nun neredeyse ortada hiç olmasıdı bu sezon yarış, Hamilton, Massa ve Räikkönen arasında geçiyor, enselerinde de Kubica var.

Lakin, Cumartesi günkü Williams kardeşlerin, kardeş kardeş oynadıkları hatunlar finalinden sonra son 5 yılın erkekler birincisi, çim kort uzmanı Federer ile toprak kort şeytanı Nadal'ın finali nefes kesiciydi. Klasmanın 1. ve 2. sinin mücadelesi, aynı bizim Milli Takım'ın maçları gibiydi. Sonuna kadar heyecanlı ve yürek hoplatıcı. 2 kere yağmur yüzünden ara verilen maç, 5 saate yakın sürdü ve belki de en güzel vuruşlar 5. sette yapıldı.

Birbirine bu kadar denk iki tenisçi en son ne zaman karşı karşıya gelmişti bilmiyorum ama bugün çıkan yorumlarda herkesin en az benim kadar etkilendiği görülüyor.

- Eski sampiyon tenisci Mc John Enroe'nun yorumu soyle: "Tarihin en güzel maci..!"


- CNN'in geçtiği altyazı işe şöyleydi: " Nadal outlasts Federer in the epic Wimbledon final.."




4 Temmuz 2008 Cuma

Nice Senelere...

Bugün Miniş'in doğumgünü. Bakmayın siz benim muzur kocamın, "Bizim anaokuldaki kızın üst sınıftan ablası" diye ona takıldığına, Miniş'im bugüne bugün yarım asırlık bir çınar.

Ben çınar deyince de sizin aklınıza istiyorum ki şöyle haşmetli bişey gelsin ama fiziki açıdan değil, mesela dünyaya saldığı kökleri açısından. O köklerden biri 2 çocuk, 1 köpek, sayıları hergün artan inek annesi, biri 20 küsur senelik sevgi dolu bir eş, bir başkası dünya gezgini (bu sene programda Güney Amerika filan var), diğeri roteryen, en bana yakını kitap, takı, puzzle arkadaşı, hayatın bana kan bağının ötesinde sunduğu iki abladan biri...

Onun hayatından kesitler bir süredir "Vesonra" da...

İnşallah ben de bir gün senin kadar "büyürsem", hayatımda saldığım kökler en az seninkiler kadar derin ve güçlü olur. Nice mutlu, huzurlu ve birlikte senelere...

1 Temmuz 2008 Salı

Empati...

İstanbul'un sıcaklarında sırtımdan sırtımdan süper bir "okuma" rüzgarı esiyor. Sevgili kocamın artık alışmış olması gerekirken haaaala şaşıran bakışları altında bir kitabı daha başarı ve keyifle tamamladım. Ama tadı damağımda kalmadı desem yalan olur. Bu seferki zaferin adı "Empati". Adam Fawer'in şu ölümlü hayatında tamamladığı 2. romanı.

Peşin peşin söylemem lazım, Empati hem kurgusu hem de içeriği açısından zor bir roman. 2007'de başlıyor. Size bir sürü şey anlatıyor. Sonra 16 yıl öncesine, herşeyin başladığı günlere dönüp, kafanızdaki tüm belirsizlikleri tek tek aydınlatmaya başlıyor ve yine günümüze dönüp olayı tamamlıyor. Tüm bu kurgu karmaşasının içinde de, bir bölümde beyinin çalışma sistemi üzerine küçük fizik dersler alırken, diğerinde bunlara Locke ve Decartes'i karşılaştıran felsefe ekleniyor. Ve yine ilk kitapta olduğu gibi, farklı açılardan Tanrı sorgulanıyor. Şaka maka bir sürü de ekstra şey öğreniyorsunuz. Tüm okuma sürecinde şaka yapmıyorum yorumlarım söyleydi, "Hım!, hı? ayyyy!! haaaaaa!"

Kitabın konusuna gelirsem, hikaye dünyadaki yüz binde birlik kesimden yani Empat'lardan yola çıkıyor. Bu insanların beyin elektrikleri farklı çalıştığı için karşılarındaki insanların beyin frekanslarına girip, "bükmek" tabir ettikleri sistemle, duyguları kontrol edebiliyor, isterlerse çok mutlu veya çok öfkeli olmalarını sağlayabiliyor. Yine özünde iyileri ve kötüleri anlatan 636 sayfanın, aralarda ağırlaşsa da nasıl bittiğini kesin anlamıyorsunuz.

Fawer'in ilk kitabı "Olasılıksız"la ilgili yazımda da söylemeye çalıştığım gibi, içerik itibariyle çok keyifli ama bir o kadar da derin olan iki kitapta, bence, kesinlikle gece yatarken veya plajda güneşlenirken okunamaz, okunmamalı. Bence farklı tarzı ve konu şekimleriyle ikiside muhteşem.

Kitaptan güzellikler:

- "İnsanlar söylediklerinizi ya da yaptıklarınızı unutur ama onlara hissettirdiklerinizi asla unutmaz." Maya Angelou (Amerikan şair, aktris ve Amerikan İnsan Hakları Hareketi'nde yer alan sembol isimlerden biri. Şiir kitaplarından "Just Give Me a Cool Drink of Water 'Fore I Die" ile Pulitzer Ödülü'ne aday gösterilmiştir)

- "Cogito Ergo Sum" Decartes (Düşünüyorum, öyleyse varım.)
Blog Widget by LinkWithin

Etiketlerim..

...

"Hayat, özellikle, yazılanları okumak, çekilenleri seyretmek ve tabii ki pişirilenleri yemek için çok kısa, biraz koşmak lazım... "
myspace graphics

Free Counters

Hayatın İçinden...

 

Divitim... | Creative Commons Attribution- Noncommercial License | Dandy Dandilion Designed by Simply Fabulous Blogger Templates