Ahmet Altan’ın gazeteciliği,
siyasi yönü, taraf veya tarafsızlıkları beni nedense hiç ilgilendirmiyor. Benim
için Ahmet Altan, “Bir orospuyu azize
yapar aşk, bir azizeyi de orospu!” sözüyle, aşkı tarif etmek adına
yazılabilecek veya söylenebilecek herşeyi tek cümlenin içinde ifade edebilmiş
kişidir. O yüzden benim için çok önemli ve çok değerlidir.
“Son Oyun”a kadar çok ciddi bir
süre ara verdi roman yazmaya Ahmet Altan. Az buz değil 9senedir bekliyoruz. Uzun ve sancılı bir
dönemden sonra doğan Son Oyun, her zamanki Ahmet Altan
romanları gibi çok provokatif başlıyor ama detayların veriliş şekli itibariyle,
sanki alışılmış tarzının bir çıt altında kalmış.
Uzun süredir roman yazamanyan bir
yazar, yeni arayışlarla, bir cinayet romanı yazmak için çıktığı yolculukta,
zeytinliklerle çevrili bir kasabada önce mola verir sonra da oraya yerleşir. Kasaba,
belalı çetelerin elindedir, bir yanda belediye başkanı, diğer yanda kasabanın
köklü ailelerinden biri iktidar savaşına girmiştir. Her iki tarafın emrinde
azılı kabadayılar, kiralık katiller vardır ve onlar aracılığıyla kan davası
sürmektedir. Hikaye anlatıcı pozisyonundaki yazarımızın, işlediği cinayet
sonrasında kendiyle hesaplaşmak için oturduğu kasaba meydanındaki bankta,
kendisiyle konuşmasıyla başlıyor ve ağırlıklı flashbacklerle ilk günden o ana
geliyor.
Son Oyun, Ahmet Altan ve bir
Ahmet Altan romanı okuduğunuzun bilincinde değilseniz, tarz olarak sert,
cüretkar veya belden aşağı gelebilir ama ne istediğinizi bilerek veya
bekleyerek bu kitabı elinize alacaksanız o zaman da değil cüretkar, mütevazı
bile bulabilirsiniz.
Ben kitabın en çok, aynı zamanda
anlatıcısı olan yazarın Tanrı ile, iki yazar/meslektaş olarak, tatlı tatlı
didiştiği bölümlerini sevdim.
Bir bölümde yazarımız Tanrı’ya, “Senin
egon çok yüksek... Kitapların geniş kitleler halinde, kocaman binalarda
okunsun, herkes senin yazdıklarını beğensin istiyorsun. Ama başta yarattığın
karakterleri sen de beğenmemişsin ki, “yaktı” diyorlar senin için” diyor.
Sonrasında da bulduğu “insan” karakteri ve o karakterin içine koyduğu
değişkenliler için onu tebrik ediyor. Ama bu dialoglardaki belki de en can
alıcı soru sanırım günah üzerine olan; “Günahı işleyen mi, yoksa o günahı yaratan
mı daha günahkar?”
“Resim özel bir uğraş. Nasıl ki edebiyat edebiyattan doğuyorsa, benim resmim de resimlerden doğar. İşim daima sevdiğim parçalardan esinlenir, daha doğrusu bu yapıtlar aracılığıyla yaşarım.”
Manola Valdés
Andy Varhol’la tanıdığımız Pop Sanat’ın, İspanya’daki temsilcisi Manola Valdés. 1942 doğumlu sanatçı, İspanya’da kurucuları arasında yer aldığı Equipo Cronica 1981’de dağılınca, sanat hayatına solo devam etmiş. Sanatında referanslarla hareket eden sanatçının yapıtlarında Velazquez’den Zubaran’a, Matisse’ten Picasso ve Lichtenstein’a izler mevcut.
Geçmişin başyapıtlarından yola çıkan, tarihsel izler, renk tonları ve dokulardan oluşan sonsuz bir görsel zenginlik sunan ve sanat tarihinden referanslarla hareket eden sanatçının eserleri özellikle figür, nesne ve serilerden oluşuyor.
Valdés genellikle çuval bezi ve katmanlı boya kullanarak resim, metal, ahşap ve su mermeri kullanarak da heykel çalışmış. Ölçek hep “çok büyük”, resimler genelde birbirinin alternatifi...
Sergi benim son dönemde Pera’da gezdiğim en başarılı ve en etkileyici sergi. Gerek eserlerin çokluğu ve çeşitliliği, gerekse de Valdes’in tarzı itibariyle.
Çoğunluğu “kadın” konulu 46 resim ve 13 heykelden oluşan 59 yapıtlık “Manolo Valdés, Resimler ve Heykeller” Sergisi, 21 Temmuz’a kadar Pera Müzesi’nde. Müze’nin 3 katı sergiye ayrılmış durumda, hazır gitmişken ikinci kattaki, Kaplumbağa Terbiyecisi’nde de, kısa bir selam durmayı unutmayın...
Kitaplarınızı almadan önce, onlar
hakkında araştırma yapma alışkanlığınız varsa, GoodReads bu konuda oldukça
kapsamlı ve güvenilir bir kaynak. Sitenin yapısı basit, içeriği geniş, katılımcı
/ okuyucu sayısı yüksek. Dolayısıyla ilgilendiğiniz kitapla ilgili objektif
görüş alma olasılığınız çok yüksek.
Goodreads’de kitapları yazarına,
ismine, yayınevine vs. göre
arayabileceğiniz gibi, yetişkin, gençlik aşkı, kolej romantizmi, erkek arkadaş
vs. gibi alt gruplarla da arayabiliyorsunuz veya o size “bak o beğendiğin gibi,
bir de bunlar var” diye yönlendiriyor.
İşte özellikle itunes’dan e-book
almaya başladıktan sonra, sıkça yararlandığım Goodreads’in oldukça “hit” alan
kitaplarından biri olan Beautiful Disaster, geçtiğimiz hafta
“Tatlı
Bela” ismiyle, Yabancı Yayınları’ndan ülkemizde de yayınlandı.
Kitap, Amerikan okuyucusunun çok
sevdiği, “kolejli gençlik aşkı” temasının işlendiği başarılı bir örnek. Bu tip
kitapların genel yapısı şöyle oluyor. Bir şekilde ilişki içine girecek kız veya
erkeğin biri veya ikisinin, geçmişinde unutmak istediği bir olay oluyor. Bu
onun yeni ilişkisinin ilk zamanlarını genelde iki taraf içinde çekilmez hale
getiriyor ancak bir noktada bu direnç kırılıyor, eğer varsa etekteki taşlar
dökülüyor, bazen bir hazım süreci geçiyor ve sonuçta çiftimiz birbirinin /
ilişkilerinin kıymetini anlayıp, mutlu mesut hayatlarına devam ediyorlar. Anlatım
dilinin ne kadar akıcı veya eğlenceli olduğu ve süreç hikayelerin ne kadar
tutarlı veya yaratıcı olduğu, benzer tarzdaki kitapları birbirinden ayırıyor,
bazılarını da öne çıkartıyor.
Tatlı Bela’daki iki ana
karakterimizde geçmişten biraz sorunlu. Abby, tüm hayatını geride bırakıp, en
yakın arkadaşıyla şehir değiştirip, onu kimsenin fark etmeyeceğini düşündüğü
bir hayata başlamak için, Eastern Üniversitesi’ne geliyor. Ancak onu fark eden
kişi, tüm üniversitenin kızlarını “elden geçirmiş”, vücudu dövmelerle kaplı,
hayatını dövüşlerden kazanan, dövüş lakabı “Mad dog / kuduz köpek” olan,
dövüşmeyi kendinden büyük 4 erkek kardeşten öğrenen Travis oluyor.
Artı eksi kutupların birbirini
çektiği, ne kadar uzaklaşmak isteseler o kadar birbirlerine yaklaştıkları,
sürprizlerin, kavgaların, gözyaşlarının, dedikoduların, kahkahaların, umutların
ve hayalkırıklıklarının havada uçuştuğu, okuması keyifli, sıkmayan, sonunu
hissetseniz de, süreci merak uyandıran bir roman Tatlı Bela. Yayınevinin web
sitesinde, New York Times’ın çok satanlar listesinin üst sıralarındaki kitabın
Grinin Elli Tonu ile kıyaslandığı iddia ediliyor. Benim görüşüm, ancak
kitapları okumayan kişilerin bu kıyaslamayı yapıyor olduğu veya bunun gereksiz
bir satış stratejisi olduğu yönünde.
Kitabın, otuzlu yaşlarının
ortasındaki yazarı Jamie McGuire, 3 çocuk annesi ve gerçek bir kovboy olan
kocasıyla Oklahoma’da bir çiftlikte yaşıyor. Bu kitabı basmak için değil,
eğlenmek için yazmış. Travis içinde, kolej yıllarındaki büyük aşkında
esinlendiğini söylüyor.
Tatlı Bela / Beautiful Disaster,
Beautiful Serisi’nin ilk kitabı ve hikayeyi
Abby’nin ağzından okuyoruz. Serinin ikinci kitabı olan Walking Disaster, dünya
çapında 2 Nisan’da yayınlandı. Bu sefer olayları paralel akışta Travis
anlatıyor.
Orphan Black, Dr.Who, Torchwood veya Ripper Street’in yapımcısı olarak bildiğimiz BBC America’nın fırından yeni çıkarttığı, oldukça da iddialı yapımı.
Dizi, yetim olarak büyümüş, hayattaki tek destekçisi de, kendisi gibi yetim Felix olan, 10 ay önce kendisini de büyüten Mrs.S.’e bıraktığı kızını almak için geri dönen Sarah’ın, kendisine çok benzediğini fark ettiği bir kızın intiharına tanık olmasıyla başlıyor. Basitçe, sadece intihar eden kızın bıraktığı çantasını çalıp, parasına el koymak için yaptığı içgüdüsel hareket, onu, kendisine çok benzeyen kızın yerine geçmeye kadar götürüyor. Ancak elbette herşey, ancak filmlerde bu kadar basit olabilir.
Sarah, intihar eden Beth’in hayatına yerleştikçe, onun soruşturma gören bir polis olduğunu, uzun süredir ilaç kullandığını, uzun dönemli sancılı bir ilişkisi olduğunu keşfeder. Sorunlardan kaçarken sorunların tam ortasına düşmüştür.
Sarah, günlük hayatında sıyrılıp, Beth olarak yaşamaya çalışırken fark eder ki, dünyada kendisine benzeyen sadece bir kişi yoktur. Çok kişi vardır. Ama bu nasıl olabilir? İşte bu noktaya kadar, geçmişini ve köklerini hiç araştırma ihtiyacı duymayan Sarah, biraz da çevre baskısıyla!, farkında olmadan içinde bulunduğu derin komployu araştırmaya başlar.
Henüz iki bölümü yayınlanmış olmasına rağmen oldukça gelecek vaad eden bir prodüksiyon Orphan Black. Alışık olduğumuz Amerikan tarzının aksine, katıksız İngilizliğini her aşamada hissettiren yapımın oyuncu kadrosu ağırlıklı Kanadalı. Özellikle başroldeki Tatiana Maslany, farklı karakterleri oldukça başarılı canlandırıyor. Üvey kardeş Felix’i oynayan Jordan Gavaris ise, her ne kadar biraz abartılı oynasa da, bir noktadan sonra resmen sizi karakterinin içine çekiyor.
Cumartesi günleri yayınlanan Orphan Black'in IMDb puanı 7.4.
İzlemeye başlamadan önce, merakınızı biraz daha körüklesin diye işte trailer'ı.
Hani derler ya; ”İşim gereği bla
bla bla”, işte o hesap ben de işim gereği, normalde seyahat listemizin üst
sıralarında yer almayacak ülke ve şehirlere gidiyorum. İnanın bundan da çok
mutluyum. Yoksa ne zaman görürdüm, Bakü’yü, Doha’yı, Rabat veya Tanca’yı...
Çok kısa süre önce, 5 yıl aradan
sonra bir kez daha, Doha’daydım. Bildiğiniz gibi Doha, Katar’ın başkenti.
Arap Yarımadası'nın doğusunda,
11.521 km2’lik yüzölçümüyle küçük bir ülke konumunda olan Katar, 400
yıl Osmanlı hâkimiyetinde kaldıktan sonra 20. yüzyıl başlarında İngiliz
sömürgesi haline gelmiş. 1971’de İngiltere’den bağımsızlığını ilan eden 800 bin
nüfuslu bu küçük Arap ülkesinin petrol ve zengin doğalgaz kaynakları bulunmadan
önce en büyük geçim kaynağı balıkçılıkmış. Şu anda ise Katar, dünyanın doğalgaz rezervleri
itibariyle en şanslı ülkelerinden biri sayılıyor ve sahip olduğu 25.7 trilyon
metreküp hacmindeki kanıtlanmış doğalgaz rezervi ile, dünyadaki doğalgaz
rezervinin yüzde 15'ini elinde bulunduruyor.
Bugünkü sosyal refahını, sahip
olduğu petrol ve doğalgaz rezervlerine borçlu olan Katar’da kaydedilen bu
değişim, ülkedeki yaşam standardının yükselmesini sağlamış. Tüketim
maddelerinin hemen tamamı dışarıdan temin edilen Katar’da nüfusun çoğunluğu
petrol sektöründe çalışıyor. Geri kalan kısım ise, geçimini halen büyük ölçüde
balıkçılıkla sağlıyor. İşgücünün ancak yüzde 2’sinin tarım sektöründe çalıştığı
ülkede, kişi başına düşen gelir 67 bin dolar civarında. Giderek yükselen refah
seviyesinden dolayı Katar bugün Ortadoğu bölgesinde bir çekim merkezi haline
gelmiş durumda. Ülkede yaşayan toplam nüfusun sadece 200 binini Katarlılar
oluşturuyor. Ülkenin diğer vatandaşları ise Araplar, Hintliler, Pakistanlılar
ve İranlılar.
Ülkenin, Basra Körfezi’nin
kenarında, yaklaşık 1.500.000 nüfuslu başkenti Doha ise, 1825’te Al
Bidda ismiyle kurulmuş, sonrasında ismi Arapça’da “büyük ağaç” anlamına gelen Doha olarak değiştirilmiş. Eskiden
basit bir köy görünümünde olan başkent Doha, bugün yüksek gökdelenler, lüks
oteller, alışveriş merkezleri ve modern yapılarıyla göz kamaştırıyor. Şu anda
başkent olmasının yanında Üükenin ticari ve kültürel merkezi de olan Doha,
Ortadoğu’nun en rahat ve en iyi planlanmış şehirleri arasında yer alıyor.
Ben 5 yıl önce gittiğimde ufak
ufak başlamış olan şehri yeniden yapılandırıp, bambaşka bir boyuta taşıyalım
hareketi, meyvelerini fazlasıyla vermiş. Şehirdeki binaların mimari projeleri
bizzat Emir tarafından onaylanıyormuş ve çoğu abartısız birer sanat şaheseri.
Dubai ile girdiği, batıya
adaptasyon ve markalaşma yarışında, pilot şehir olarak seçtiği Doha ile, son
dönemde atağa kalkan, 15. Asya Oyunları, ATP Tenis Turnuvası ve Moto GP gibi
birçok uluslararası spor organizasyonuna da ev sahipliği yapan Katar,
bildiğiniz gibi 2022 Dünya Kupasına’da ev sahipliği yapacak ve o güne kadar
tamamlanacak 15’in üzerindeki stadyumun hepsinde, dışarıdaki sıcaklık mevsim
itibariyle 40 dereceler civarında olacakken, 22 derecede sabit sıcaklık vaad
ederlerken, bazılarını da turnuva sonrasında demonte edip ihtiyacı olan Afrika
ülkelerine hibe etmeyi öngörüyor.
Arabistan yarımadasında, Suudi
Arabistan’ın baskısı altında olmasına rağmen Doha’da hayat çok laik. Kadınlar
için örtünme zorunluluğu yok, namaz saatlerinde dükkanlar tatil olmuyor, içki
de her yerde serbest.
Gerek tekstil, gerekse yemek
sektöründeki uluslararası zincirlerin bir çoğu Doha’da mevcut. Mutfak olarak
Arap, özellikle de Lübnan etkisi ağırlıklı olarak hissedilse de, yakın zamana
kadar gelirlerini balıkçılıktan sağladıklarından olsa gerek, mutfaklarında
deniz ürünlerinin de ayrı bir yeri var. Özellikle levrekle aynı familyada
bulunan, “Hammur” isimliği balığı, çeşitli soslarla harmanlayıp farklı
lezzetler yaratıyorlar.
Her ne kadar ülkeyi batıya
entegre etmeye çalışıyorlarsa da, haftalık tatilleri hala Cuma günü.
Dolayısıyla, Doha şehir merkezi ve ona giden tüm yollar Perşembe akşamı kilit.
İçinde 4-5 tane büyük ölçekli ve
modern alışveriş merkezi bulunduran Doha’nın oryantal alışveriş merkezi ise Souq
Waqif. Bizim Mısır Çarşısı’nın bir versiyonu diyebiliriz. Birbirini
kesen sokakların içi, baharat, tekstil, yedek parça veya hediyelik eşya vs.
satan dükkanlarla dolu. Şehirdeki modernleşmeden, İran Pazarı’da denen Souq
Waqıf’ta nasibini almış ve dükkanlar aynı bizim Kapalıçarşı’daki gibi, sanat
galerisi, modern cafe veya niş restoranta dönüştürülmeye başlanmış.
Oryx(çöl keçisi), aynı zamanda
ulusal bir sembol ancak hediyelik bişeyler almaya kalktığınızda illaki de figür
olarak deve J
Son olarak, THY, Qatar Airways ve
Emirates (aktarmalı olarak) her gün İstanbul’dan Doha’ya uçuyor. Doha’nın belki
turistik bir değeri olmayacağını düşünüyor olabilirsiniz ama ev sahipliği
yaptığı etkinlikleri, son derece modern otel ve restorantları, mimari şaheser
binaları, Korniş’i ve Mathaf’ı (modern sanat müzesi), Dubai’deki
The
Palm’ın karşılığında 2004’te inşa etmeye başladıklar The
Pearl’leri, muhteşem deniz ve deniz ürünleri, çok iddialı bir şekilde
hazırlandıkları 2022 Dünya Kupası Organizasyonu ile Doha size bunun aksini
kanıtlamaya kararlı.
Baştan anlaşalım, ekonomik kriz
var diyen, beni karşısında bulur... Cuma akşamı, bir karışıklıktan ötürü,
rezervasyon yapamadan kendimi Asmalı’da buldum. Her yer full, dükkan sahipleri
süper snob, neredeyse yüzünüze bile bakmıyor. Kendisi ortamın uzmanıdır diye
arkadaşıma bir danışayım, bildik mekanlar dolu, acaba tavsiye edebileceği, bizim
bilemediğimiz bir yer var mı diye mesaj attım, tavsiyesi “Refik veya Yakup”
oldu. Ne kadar yaratıcı di mi? Kendi adıma mı, Asmalı adına mı üzüldüm
bilemedim. Baktığınızda, bir sürü mekan var ama nereye gidelim dersen, yine
Yakup’la Refik. (Ben Cavit’te yer olmadığını bildiğim için, orası hariç bir
alternatif sormuştum, yoksa ilk önerisi sanırım Cavit olurdu)
İşte soğuk havada, umutsuz ev
kadını misali, sokaklarda bir aşağı bir yukarı dolaşırken aklıma geçen hafta
The Club’dan çıkışta, Şişhane’de gördüğüm, yeni açılmış mekanlar geldi.
Kaybedecek bişeyim yok diyerek, o tarafa yöneldim ve kendimi Safi Meyhane’nin
önünde buldum.
Safi Meyhane, Yeni Rakı /
Mey İçki’nin sponsorluğunda, “paylaşmak” teması üzerine oluşturulmuş, kökleri
çok eskiye dayanan önemli bir kültür değerinin güncellenerek geleceğe taşınması
amacıyla ortaya çıkan projenin ilk ürünü.
Mekanın renk seçiminde Ege’lilik
hakim. Beyaz ve maviler ortama ferah bir hava katmış. İki tatlı mekanın
özellikle giriş katındaki masa ve sandalyelerin çoğunluğu ise alışkın
olduklarımızın aksine yüksek bar tabure ve masası gibi. Meze dolabının başında,
işi sadece meze tabağı hazırlamak olan biri bekliyor. Fasıl yok ama genelde 45’liklerden
güzel müzik çalıyor.
Yine rezervasyon probleminden
dolayı bize barda yer bulabildiler. Hani ocakbaşında oturmak neyse de, ki
bazen, özellikle de soğuk kış günlerinde özellikle tercih ederiz, meyhaneye
gidip barda oturarak yemek yemek gerçekten ilginç bir tecrübe oldu.
Safi Meyhane’nin et – balık karışık
bir mutfağı var. Meze dolabı çeşitten yıkılmıyordu ama patlıcan, haydari, midye
dolma gibi klasik mezelerin yanında levrek marine, bulgur köftesi gibi değişik
alternatifler de bulabiliyorsunuz. Benim yakın zamanda Bakü’de yiyip, çokça
beğendiğim patlıcana sarılmış tulum peynirini pesto sosla servis ediyorlar. Ara
sıcak olarak ciğer tava ve Safi mantı istedik. İkisi de çok lezzetliydi ama
genel olarak porsiyonlar o kadar ufak ki, ciğerin bir porsiyonunu Cavit’te ana
yemek olarak yiyebilecekken, burada anca damağınızda hoş bir seda
bırakıyorsunuz. Porsiyonların ufaklığının tek faydası, barda oturduğumuz için,
kısıtlı yerimizde yerleşme sıkıntısı olmadı. Tatlı olarak dondurmalı irmik
helvası yedik, lezzetliydi ama daha iyilerini çokça yemişliğimiz var. Tüm
bunların arkasından gelen hesap ise, yiyip içtiğimiz miktar göz önüne
alındığında yüksekti.
Sonuç olarak, en azından bir kez
denenmesi / şans verilmesi gereken bir mekan olduğunu düşünüyorum ama sanırım
benim alternatiflerim arasında ön sıralarda yer almayacak.
Özgü Namal’ın Merhamet’teki
performansı ve kulaktan kulağa yayılan “Aaaaa! Çok başarılı!” yorumlarının
rüzgarıyla gittim Kuçu Kuçu’ya, dün akşam. Yani beklentim yüksekti. Ama ne
yalan söyleyeyim, biraz hayal kırıklığına uğradım.
Fransız yazar Farrice Roger –
Lacan’ın yazıp, Kerem Ayan’ın yönettiği oyun özünde bir hesaplaşma öyküsü. İki
kişilik oyunda Melda’yı Selen Uçer, Melis’i Özgü Namal oynuyor.
Kocasının patronunun adasına, ailecek
haftasonunu geçirmek için gelen kadın, patronun görgüsüz karısıyla, kocaları
gelene kadar 2.5 saat geçirmek zorunda kalır ve niyeti beklerken istirahat
etmekken, ev sahibesinin geçmişten gelen hesaplaşmasını ortaya çıkartmaya, “Kuçu
Kuçu” zamanlarına dönmeye ihtiyacı vardır.
Oyun boyunca hissettiğim şey,
belki de yüksek beklentiyle koltuğa oturmaktan ötürü, hep bişey olmasını
beklemekti. Ama o ”bişey”, bi türlü olmadı. Oyun bi türlü akmadı. Metindeki
tekrarlar, devamlı içki alıp bırakmalar, sahne içindeki yapmacık kovalamaca ve
kavgalar çok yordu beni.
Sanırım oyunda tek beğendiğim
nokta, Selen Uçer’in oyunculuğu oldu. Açıkçası ben Özgü, muhtemelen süperdir
diye düşünüyordum ama yanılmışım. Belki 6 yıldır sahneden uzak kaldığı için, belki
televizyonda daha iyi olduğu için, belki de sadece gününde olmadığı için çok
donuk ve tekdüzeydi. Diğer taraftan Selen Uçer, gerek kıyafeti, gerek sahnedeki
duruşuyla Melda’yı üzerine giymiş. Hem şımarıklığı, hem de geçmişten gelen
öfkesini metin arasındaki gidiş gelişlerde çok iyi yaşıyor ve yaşatıyor.
TheClub, Asmalımescit’te, bir
otelin altındaki 150 yıllık şarap mahzeni dokusunu kendine dekor yapmış,
bağımsız bir tiyatro topluluğu. 2011’den beri şu anda bulundukları mekandalar
ve mekan o kadar değişik ve özel ki, bu yönüyle İstanbul Life’ın “En İyi Tiyatro
Mekanı” ödülüne aday gösterilmişler.
İçeri girişte ve mahzene inerken
ortam hafif, “Eyes Wide Shut” havasında. Sanki gizli bir yere, çok gizli birşey
yapmaya götürülüyormuşsunuz gibi geliyor.
Domino, bizim TheClub Grubu’ndan
izlediğimiz ilk oyundu. Gerek mekanın özelliği, gerekse de sahneleniş şekliyle
fark yarattığını söyleyebilirim. Bazı geçişlerde, önceden kaydedilmiş
görüntüleri, perdesis ortamda, direkt mahzen dokusuna yansıtılarak izlemek
oldukça değişik bir ambians yaratıyor.
Oyunda, “Kentsel Dönüşüm” kisvesi
altında, Tarlabaşı'nı ele geçirmeye çalışan büyükbaşlarla, mahallelinin karşı
karşıya gelmesini izliyorsunuz. Zaman zaman, ‘in yer face’ öğeleri de taşıyan
oyunda, özellikle, 17. Sadri Alışık Sinema ve Tiyatro Ödülleri'nde, “Komedi ya
da Müzikal Dalında Yardımcı Rolde Yılın En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü de alan Evren
Erler ve Yağız Konyalı döktürüyor.
Son dönemde artan yabancı dizi
uyarlamaları ve sakız gibi uzatıldığı için orijinal dokusunu kaybeden tarihi
romanların karşısına, güncel ve oldukça da beğeni kazanmış, Hande Altaylı’nın
Kahperengi’sinin uyarlaması olarak çıktı
“Merhamet”.
Benim süpriz yazarlarımdandır
Hande Altaylı. Oldukça sağlam bir eğitim ve kariyeri üzerine, mesleği olan
reklam yazarlığını bir üst seviyeye taşıyıp roman yazmaya başladı. Maraz’ı
okuyamadım ama “Aşka Şeytan Karışır” bittiğinde ağzım açık kalmıştı, “Kahperengi”ni
ise, kitap bitmesin diye yavaş yavaş okudum.
Yaslıhan’ın üstünzekalı, ama üniversiteye
kadar aile içinde günyüzü görmeyen, birtanesi Narin’inin, herşeye rağmen hayata
nasıl tutunduğunun, bugünü ile geçmişinin, o kaçmak istese de, nasıl
beklemediği anda karşı karşıya geldiğinin sorgulandığı, derli toplu anlatılmış,
sonu da çok güzel bağlanmış bir roman, Kahperengi. Aşk, arkadaşlık, aile,
zenginlik – fakirlik olguları ince ince dokunmuş romanda.
Romanın Merhamet ismiyle
televizyona uyarlanan senaryosunu Mahinur Ergun yazıyor, Gül Oğuz çekiyor.
Yaslıhan’lı Narin’i Özgü Namal oynuyor. Her ne kadar kalın ve çatallı sesi,
izlerken beni biraz rahatsız etse de, oyunculuğu on numara. Keza yakın arkadaş
Deniz rolünde de Burçin Terzioğlu resmen döktürüyor. “Muro” rolünden sonra pek
aradığını bulamayan Mustafa Üstündağ’da, kitapta olmayan, ancak senaryoya adapte
edilmiş, Babür karakteriyle çok iyi uyum sağlamış. Tüm ekip, o kadar doğal ki,
kesinlikle rol yapıyorlar hissine kapılmıyorsunuz. Bir kocaman alkışta dizinin Görüntü
Yönetmeni’ne... Gerek Yaslıhan, gerekse İstanbul görüntüleri şiir gibi.
Sumru Yavrucuk, Kumbaracı50'deki tek kişilik oyunu "Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi" de, bir şiir okumuştu. İçimize dokunan. Hatta başlarken ismini de söylemişti ama balık hafızalı ben, sonrasında hatırlayamamıştım. Bu hafta oyuna giden arkadaşımdan rica ettim ve öğrendik ki, şiirin adı, "De Gülüm"... Küçük İskender'den...
Katilcilik, Kumbaracı50’yi kuran ana ekibin, bu seneki taze oyunu.
Yiğit Sertdemir’in yazıp,
yönettiği, dekor tasarımında imzasının da bulunduğu oyunda, ‘Altıdan Sonra
Tiyatro’ ekibinden Aslı Can Kortan, Gülhan Kadim, Şirin Keskin, Ebru Gözdaşoğlu, Seda Özen
Yürük, Erkan Kortan, Yaman Ömer Erzurumlu, Onur Tuna, İhsan Dehmen ve Seyfi
Erol rol alıyor. Müziklerini Onur Kahraman, kostüm tasarımını Candan
Seda Yalım Balaban, ışık tasarımını İsmail Sağır ve fotoğraflarını Sevgi Can’ın
üstlendiği ‘Katilcilik’, yıllar içinde kişileri ele geçiren sanal canavarın,
farkında olamadan üzerimizde yarattığı etkileri / içimizden çıkarttıklarını,
tokat şeklinde yüzümüze çarpıyor. Ve herşey, sanal ortamda tanışan üç kadının,
buluştukları gece, “Gerçek mi, Cesaret mi?” oyunu oynamaya karar vermesiyle
başlıyor...
Yenicene verdiği ropörtajların
birinde Yiğit Sertdemir oyunu şöyle anlatmış: “Katilcilik, internet üzerinden tanışan üç kadın
üzerinden gidiyor. 2000’lerin ortasında ‘msn’ daha yeni yeni sıçrama
yapmıştı... O zamanlar, sosyal ağ platformunda (msn) edebiyat-felsefe odaları
vardı, nick name’lerle söyleşilerin yapıldığı. Ben de iki farklı kişi ile
tanıştım bu odaların birinde; kadın ve erkek. Edebiyat üzerine ciddi ciddi
sohbetler yaptık. Bir gün, İzmir-Buca’ya ailemi ziyarete gitmiştim. Buraya
kadar gelmişken görüşelim dedik. Ve beni evlerine davet ettiler. Eve gittim ve
bu iki insanın abla – kardeş olduğunu öğrendim... Şimdi gözümün önüne gelen
figürler; karanlık iki tip. Bomboş ev, yer yastığından başka salonda hiçbir şey
yok. Ev, tren istasyonu yanındaydı ve tren geçtiğinde sallanan ve bozulan
sessizlik hali, hâlâ aklımda kalan. Fakat yanlış algılanmasın, ikisi de
entelektüel tiplerdi; evet, tuhaf ve acımasız gibiydiler ya da sonradan bakınca
fotoğraf öyle görünüyor.
İstanbul’a döneceğimden, evden ayrıldım… Yani orada hissettiğim; o
garip bakışmalardan sonra bunlar beni öldürebilirdi, oldu. Ben, üçüncü
kişiydim. İki kardeş var ve ötekisi de yani ben de avım diye düşündüm.”
Oyunun bizce en etkileyici
bölümü, farklı zaman dilimlerinde bir ileri bir geri giden kurgusu ve bu
kurgunun Kumbaracı50 sahnesinde,
muhteşem bir dekorla hayata geçirilişi. Hele ki oda! Onun mekanda ortaya çıkışı
ve kayboluşu, ışık ve sesle yaratılan derinlik duygusu, müthiş.
6 Üstü Oyun, Altıdan
Sonra Yapım’ın başlattığı, Türkiye’nin en üretken yerli oyun yazarlarının bir
araya geldiği proje. Aralık ayından
itibaren her ay bir oyunun prömiyeri yapılacak. Ayşe Bayramoğlu, Civan Canova,
Ebru Nihan Celkan, Mirza Metin, Yeşim Özsoy Gülan ve Yiğit
Sertdemir’in, “BUGÜN” teması altında
yazdıkları tek kişilik oyunlar, duayen oyuncular tarafından sahnelenecek.
Sumru Yavrucuk, Devlet
Tiyatroları’nda 30. Yılını kutlayan ama Türk izleyicisinin ağırlıklı olarak
Yabancı Damat dizisindeki rolüyle tanıdığı bir usta.
Kimsenin Ölmediği Bir Günün
Ertesiydi ise, proje kapsamında 1980 doğumlu Ebru Nihan Celkan’ın
yazdığı, sanat yönetmenliğini Yiğit Sertdemir’in yaptığı, Sumru Yavrucuk’un hem
yönettiği, hem de oynadığı, Kumbaracı50’de, Aralık ayında prömierini
yaptığından beri kapalı gişe oynayan oyun.
Bizim Cumartesi günü izleme
şansına sahip olduğumuz oyunda Sumru Yavrucuk, 45 yaşındaki Umut isimli bir travestiyi
canlandırıyor. Yazarının, “Bu oyun insanlığımızın trans bir kadınla
imtihanıdır” dediği metin çok ama çok sert.
Sumru Yavrucuk’un çok ama çok
başarılı bir şekilde hayat verdiği, hatta oynamaktan ziyade yaşadığı Umut karakterinin hayli zor bir yaşam
serüveni olmuş, duygularıyla çocukluğundan itibaren uğraşması gerekmiş. Ailesi
tarafından dışlanmış, hor görülmüş, şiddete ve tacize maruz kalmış. Koskoca
dünyada bir Bülent Ersoy’un, bir de kendisinin olduğunu düşünürken ve de
yaşamın kıyısında umutsuzca dolaşırken, yaşamın kıyılarının sandığından daha
“umut” dolu olduğunun farkına varmış. Sevdalandığı delikanlının gözlerinin
içine bakarken “Gözlerim o zaman ilk defa
benim gözlerim olmuştu” diyerek, kendine benzeyen birileriyle
karşılaştığında mutluluğu yakalamış, sonra onu kaybetmiş. Diğer birçokları gibi
ekmeğini sokaklardan kazanmak zorunda.
Kumbaracı50’nin her oyuna, olağanüstü bir şekilde uyum sağlayabilen
salonu, bu kez Umut’un evi, sahnesi, takıldığı bar... Sumru Yavrucuk, bu oyun
için, kaşlarına botoks yaptırmış, özel bir beden dili için İlyas Odman’la
çalışmış, çok ağır bir makyaj yapıp, takma dişler kullanıyor. Oyun boyunca hem
rejiyle, hem de seyirciyle interaktif bir ilişki içinde. Dışarı açılan kapıdan,
o halde! mahalliyle kurduğu ilişki ise oyunun gülümseten anlarından. Buna karşılık,
10 yıldır her sabah aradığı annesiyle, karşı taraftan bir tek kelime duymadan,
yaptığı konuşma ise, yüreğinizin tam içine işliyor.
50-55 dakikalık oyun içinde, sizi
havaya soktuktan sonra anlık olarak gülerken güldüren ama hemen ertesinde de
ağlamaya başlayıp, sizin de gözlerinizin yaşlarla dolmasına sebep olan kaç tane
oyuncu var bu ülkede. Kimsenin Ölmediği
Bir Günün Ertesiydi, bu sene Kumbaracı50’de izlediğimiz ikinci oyundu. Yine
olağanüstü başarılı, yine bizi yerimize çivileyen. Fırsatınız varken tiyatro
öldü diyenlere inat bu şölenini, kaçırmayın.
Mike Ross: Çok zeki, fotografik
hafızasıyla, okuduğu hiçbirşeyi unutmuyor ama okuldan mezun olamayacak kadar
tembel ve hayatın içinde her türlü kaçak yola sapıyor.
Harvey Specter:
Çok zeki, çok yakışıklı, çok ukala, kendine olağanüstü güvenen, Harvard mezunu,
New York’un en iyi avukatlarından biri.
Harvey , çalıştığı avukatlık
firmasında kıdemli ortak olunca, kendine bir yardımcı seçme hakkı doğuyor ama
kimse yeterince iyi değil. Taki, ters giden uyuşturucu alışverişi sırasında kendisini
kovalayan polislerden kaçarken, yanlışlıkla Harvey’in mülakatına dahil olan
Mike’la tanışıncaya kadar.
Mike, sorduğu her soruya doğru
cevap verir, başladığı her cümleyi tamamlar. Harvey onda kendi gençliğini
görür. Yalnız bir problem vardır, Mike’ın diploması yoktur. Buna rağmen Harvey,
asistanı olarak Mike’ı işe alır.
İşte tüm hikaye de bu noktada,
hız kazanmaya başlıyor. Şu anda ikinci sezonu devam eden Suits, “Hiçbirşey mutlak siyah veya beyaz
değildir...” sloganı, 8.9’luk IMDB puanı, bazen komik, bazen dokunaklı ama
kesinlikle yere basan hikayesi, asla düşmeyen temposu, bölümler akarken değişen
vakalarla verdiği mesajları ve süper eğlenceli tema müziği ile ortalığı kasıp
kavuruyor.
Suits’in yazar kadrosu kadar
oyuncu kadrosu da oldukça başarılı. Harvey Spector rolüne Gabriel Macht, özel
dikilmiş takım elbise gibi uymuş. Daha önce farklı dizilerde birer bölümlük
roller almış Patrick j. Adams ise, ustaların arasında kesinlikle sırıtmıyor
ve gerçekten Harvey karakterinin JR’ı olmayı başarıyor. Harvey’in gizli desteği
Donna rolündeki, kızıl afet Sarah Rafferty ve şirketin antipatik
avukatı, Harvey’in bir numaralı düşmanı, Louis Litt rolünde Rick
Hoffman resmen döktürüyor.
Nordik yazarların kitaplarını
okumak, bizim gibi Amerikan veya Anglasakson kültürlere alışık okur kitlesi
için biraz zordur. Çünkü ne isimler, ne lokasyonlar, ne de kaligrafi tanıdık
olmadığı için, okurken süreci takip etmek oldukça zor olur. İşte bu yüzden,
Nordik cevherler bizim entellektüel piyasaya pek giremedi yakın zamana kadar.
Bu kuralı ilk bozan, Ejderha
Dözmeli Kız serisi ile, Steig Larsson oldu. Eğer ölmemiş olsaydı da, gerçekten
çokdaha iyi işler çıkartabilecek bir
yetenekti. Geçtiğimiz ayda, dünya
çapında 15 milyondan fazla satan Jo Nesbo’nun ilk kitabı çevrildi tükçeye. Ve
görünen o ki Larsson’un araladığı kapı, Nesbo ile sonuna kadar açıldı.
Dolayısıyla da devamının geleceğini bekleyebiliriz.
Jo Nesbo’nun dilimize çevrilen ve
geçtiğimiz ay yayımlanan kitabı Nemesis, esasında, Nesbo’nun yarattığı Harry
Hole karakterinin maceralarını içeren, şimdiye kadar, 9 kitaplık serinin 4. kitabı.
Yani biz mevzuya biraz ortasından daldık. Twitter’da Doğan Kitap’a bunun
sebebini sorduğumda, “Yurtdışında
çalıştıkları ajansın bu kitaptan başlamalarını önerdiğini ve onların her daim
en iyi kitapları yayınladıklarını” söylediler. Halbuki bence esas sebep,
ilk 3 kitabın henüz Amerika’da da yayınlanmamış olması, yani lisans problemi.
1960 doğumlu Nesbo, ekonomi ve
işletme okumuş. 9 kitaplık Harry Hole serisinin ilk kitabı olan “The Bat –
Yarasa”yı ise, 1997 yılında yazmış. Nemesis ise, 2002’den. Yani 10 yıl gecikme
ile elimizde.
Oldukça kendine has bir dili ve
anlatım şekli var Nesbo’nun. Açıkçası alışana kadar belli noktaların üzerinden
1-2 defa geçmek gerekebiliyor ama kitap o kadar zekice kurgulanmış ki, finale
geldiğinizde, ağzınız açık, beyniniz şaşkınlık içinde kalıyor.
Bir banka soygunu sahnesiyle
açılan Nemesis, iç içe farklı 2-3 hikaye ve geçmiş ve geleceğe çokça gönderme
içeriyor. Dolayısıyla, 4. kitaptan seriye başlasanız bile, ilk 3 kitaptan süre
gelen ana hikayeyi yakalayabiliyorsunuz ancak bu sefer de detayları da merak
etmeye başlıyorsunuz.
Ben, son dönemde pek
rastlamadığım kalite ve zekadaki bu kitabı size şiddetle tavsiye ederken, dipsomanik
kimliğim ön plana çıktığı için, The Bat’i okumaya başladım bile. Bakalım hayat
Harry Hole için nasıl başlamış ve bugüne kadar gelmiş.
Sinema dünyasının en prestijli ödülü sayılan oskarlar, 24 Şubat’ta sahiplerini bulacak. Bu sene 85.si dağıtılacak ödüllerinin adayları da dün açıklandı.
Buna göre;
En İyi Film
Lincoln: Başrollerini Oskar ödüllü Daniel Day Lewis ve Sally Field’ın paylaştığı filmin yönetmeni Steven Spielberg. Film, Amerika’da devam eden iç savaş sırasında Başkan Lincoln’ün kendi kabine üyelerini bile karşısına alıp, çözüm yolu olarak gördüğü köleliği sona erdirecek yasa için verdiği mücadeleyi anlatıyor. İMDB puanı: 8.1
Silver Lininings Play Book: Başrollerini Brandon Cooper ve Jennifer Lawrence’nin paylaştığı film, hayata dair problemlerini aşmaya çalışan iki insanın ilişkisini anlatıyor. Jennifer Lawrence, Hollywood’un yükselen yıldızı. Kendisini Açlık Oyunları serisindeki Katniss Everdeen rolünden hatırlayabilirsiniz. Bu filmdeki oyunculuğu da muhteşem. Filmin IMDB Puanı: 8.3
Zero Dark Thirty: (Toplamda 5 dalda aday) “Hurt Locker” ile iki sene önce ‘En İyi Yönetmen’ ödülünü, erkeklerin elinden söke söke alan Kathryn Bigelow’un yeni bombası. 10 yıl süren, Bin Ladin avının tarihçesini anlatıyor. Oldukça sert bir film. IMDB Puanı: 7.5
Les Misrables: Victor Hugo’nun çok önemli, aynı isimli klasiğinden beyazperdeye müzikal ağırlıklı uyarlanan filmde, Jean Valjean olarak bilinen 24601 nolu mahkum, hapishaneden saldıktan sonra, kendisine yeni bir hayat kurmak istemesi ama müfettiş Javert'in bir gölge gibi onu her yerde takip etmesi, Fransız Devrimi'nin arifesinde, ihtilalin her iki tarafı da gözler önüne serilerek anlatılıyor. Başrollerde Hugh Jackman, Russell Crowe ve Anne Hathaway var. Filmin IMDB Puanı: 8.2
Life of Pi: Filmin başında, Hindistan’dan Kanada’ya giden bir yük gemisi, içindeki hemen hemen tüm canlılarla birlikte trajik şekilde batar. Bir can kurtaran filikası, uçsuz bucaksız vahşi Pasifik Okyanusu'nun ortasında yapayalnız kalır. Sandalın hayatta kalmayı başarabilen mürettebatı ise bir sırtlan, kırık bacaklı bir zebra, bir orangutan, Richard Parker adında üç yüz kiloluk bir Bengal kaplanı ve Pi adlı 16 yaşında Hintli bir çocuktan oluşmaktadır. Pi'nin hayvanat bahçesi işleten ve hayvanlarıyla göç yoluna koyulan ailesi, batan gemide yaşamını kaybetmiştir.
Pi, kurtuluş yok gibi görünen bu okyanusta zayıf bir sandalda yanındaki hayvanlarla birlikte hayatta kalma savaşı verir ve keskin zekası ve zooloji bilgisiyle besin zincirine kurban gitmez. Ama şimdi Bengal Kaplanı ile teknede baş başa kalmıştır. Dev kaplana yem olmamak için hayvanla anlaşmanın ve yakınlaşmanın yollarını bulur. Sıra dışı yolculuk sona ermeden büyülü bir adaya varırlar. Çok satan romandan uyarlanan filmin yönetmen koltuğunda “Brokeback Mountains” filmi ile oskar alan Ang Lee oturmuş. Filmde müthis epik bir anlatım var. IMDB Puanı: 8.3
Amour: Haneke filmi. Sanki böyle yazmak her şeyi ifade eder gibi geliyor. Sert, dramatik, içinize işleyen bir film. Detaylı yazısına “The Hedon Sinema Arşivi” nden ulaşabilirsiniz. IMDB Puanı: 8.1
Django Unchaines: Amerikan İç Savaşı'ndan iki yıl önce başlayan hikaye geçmişinde eziyet çekmiş bir köle ile Alman avcı Dr. King Schultz'un yüzleşmesini merkezine alıyor.
Brittle kardeşlerin cinayetiyle suçlanan Schultz'u özgürlüğüne kavuşturmak Django'ya bağlıdır. Zira Schultz özgürlüğüne karşılık, Django'dan zorlu bir görev ister. Görevi başarıyla tamamlayan ve özgürlüğüne kavuşan Django gene de Schultz'un yanından ayrılmaz; üstün avcılık yetenekleriyle yeni hedefi Broomhilda'yı bulmak ve köle tüccarlarının elinden kurtarmaktır.
Yönetmen koltuğunda Quentin Tarantino’nun oturduğu filmin başrollerinde Jamie Foxx, Christoph Waltz ve Leonardo DiCaprio var. IMDB Puanı: 8.7
Argo: 1979 yılında 4 Kasım tarihinde Şah'ın devrildiği İran devriminin en yoğun günlerinde, militanlar başkent Tahran’daki Amerikan Büyük Elçilik binasına girip 52 Amerikalı’yı rehin alırlar. O hengamede kaçmayı başaran 6 Amerikan vatandaşı Kanada Elçiliği’ne sığınır ve hayatları halen tehlikededir. Her an yakalanma ve öldürülme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. CIA uzmanı Tony Mendez bu Amerikan vatandaşlarını kurtarmak amacıyla bir film senaryosuna yakışır oldukça riskli bir plan hazırlar.
Filmin yönetmei aynı zamanda da başrol oyuncularından biri olan Ben Afflek. Diğer önemli rollerde Alan Arkin, Bryan Cranston ve John Goodman var. IMDB Puanı: 8.1
Diğer önemli dallar ve adaylar ise şöyle:
Erkek oyuncu:
Bradley Cooper (Silver Linings Playbook),
Daniel Day-Lewis (Lincoln),
Hugh Jackman (Les Miserables),
Joaquin Phoenix (The Master),
Denzel Washington (Flight).
Kadın oyuncu:
Jessica Chastain (Zero Dark Thirty),
Jennifer Lawrence (Silver Linings Playbook),
Emmanuelle Riva (Amour),
Quvenzhane Wallis (Beasts of the Southern Wild),
Naomi Watts (The Impossible).
Yardımcı erkek oyuncu:
Alan Arkin, (Argo),
Robert De Niro (Silver Linings Playbook),
Philip Seymour Hoffman (The Master),
Tommy Lee Jones (Lincoln)
Christoph Waltz (Django Unchained).
Yardımcı kadın oyuncu:
Amy Adams (The Master),
Sally Field (Lincoln),
Anne Hathaway (Les Miserables),
Helen Hunt (The Sessions),
Jacki Weaver (Silver Linings Playbook).
Yönetmen:
Michael Haneke (Amour),
Benh Zeitlin (Beasts of the Southern Wild),
Ang Lee (Life of Pi),
Steven Spielberg (Lincoln),
David O. Russell (Silver Linings Playbook).
Yabancı dilde film:
Avusturya'dan ''Amour'',
Şili'den ''No'',
Danimarka'dan ''A Royal Affair'',
Kanada'dan ''War Witch''
Norveç'ten ''Kon-Tiki''.
Uyarlanmış senaryo:
Chris Terrio (Argo),
Lucy Alibar ve Benh Zeitlin (Beasts of the Southern Wild),
David Magee (Life of Pi),
Tony Kushner (Lincoln),
David O. Russell (Silver Linings Playbook).
Orjinal senaryo:
Michael Haneke (Amour),
Quentin Tarantino (Django Unchained),
John Gatins (Flight),
Wes Anderson ve Roman Coppola (Moonrise Kingdom),
Mark Boal (Zero Dark Thirty).
Animasyon filmi:
''Brave'',
''Frankenweenie'',
''ParaNorman'',
''The Pirates! Band of Misfits'',
''Wreck-It Ralph''.
Tören 23 – 24 Şubat’ta NTV ve CNBC-e’den canlı yayınlanacak.
Dizi Amerika’da ikinci sezonunda “Christmas
Break” vermişken, telif hakları alınarak, uyarlama senaryoda Berkun Oya’ya
teslim edilerek çekilen türk versiyonu, İntikam ismiyle, yayınlanmaya başladı,
dün akşam.
“Revenge”, 1934’ten bugüne,
beyazperdede ve cam ekranda birçok ülkede uyarlaması yapılan “The Count of Monte Cristo” romanına
yeni bir yorum katıyor. Yapılın uyarlamalar arasında, kitaba en az bağlı kalan
yapımlardan biri olsa da, hayatını mahvedenlerden intikam almak için kimliğini
değiştirerek yaşadığı yere dönen kurban teması oldukça güzel işleniyor. En
büyük fark ise şüphesiz, intikam almak için dönen kişinin ihanete uğrayanın kendisi
olmaması.
Bizim hikayemizde babası, patronu
ve patronunun karısı olan sevgilisi tarafından ihanete uğrayan David Clark’ın
kızı Amanda’nın, babasına ihanet eden herkesten intikam almak için, ıslahevinde
tanıştığı ve hayatını kurtardığı Emily Thorne’un kimliği ile, herşeyin
başladığı Hampton’s a geri dönen kızının mücadelesini izliyoruz. Emily / Amanda’nın,
uzun yıllar içinde, oya işlermiş gibi titizlikle oluşturduğu plan, bazen
pürüzlerle karşılaşsa bile, doğru zamanda yaptığı müdehaleler veya aldığı
yardımlar sayesinde tıkır tıkır işliyor.
Oyuncularıyla da göze çarpan
“Revenge”in başrollerinde, “Brothers
& Sisters”ın biricik Rebecca’sı Emily VanCamp ve “Twelve Monkeys”,“The Last of the Mohicans” gibi filmlerle gönlümzde taht kuran Madeleine Stowe’u görüyoruz. İlk
bölümde pembemsi bir intikam dizisi intibası yaratsa da, bölümler ilerdikçe
entrika,cinayet ve ihanet kavramları
daha da belirginleşiyor. Bu iki güzel kadın arasındaki gizli çekişme bile
birçok açıdan tehlikeli ve gerilimli bir hal alıyor. Amanda’nın babasına
verdiği, kızını her koşulda koruyacağı sözüne sonuna kadar sahip çıkan Nolan
Ross’u canlandıran Gabriel Mann ise, daha ilk bölümden oyunculuğuyla ve tarzıyla kendine
hayran bırakıyor. Ve bence tüm dizinin bonus karakteri o.
Gelelim, dizinin türk
versiyonuna. Açıkçası fragmanları gördüğümde heyecanlanmıştım. Ancak dün akşam
izlediğim kadarı damağımda sadece acı bir tat bıraktı. Bir kere, Beren Saat her
ne kadar iyi oyuncu kabul edilse de, öncelikle sesi bu diziye hiç gitmemiş,
bence çok ince ve karakterin gücünü zayıflatıyor. Karakter yüklenmekte hiç
sorun yaşamayan, buradaki Rüzgar karakterini de hemen üstüne giymiş Nejat İşler
bile, Beren Saat’le karşılıklı oynadığı sahnelerde zorlanmış gibi geldi bana. Diğer
taraftan görüntü itibariyle orijinaline çok benzer seçilen karakterlerin büyük
çoğunluğu, oyunculukta maalesef sınıfta kalmış. Mesela ne kadar tip olarak
benzese de, Arzu Gamze Kilınç asla bi Madeleine Stove ol-a-mamış, aynen Dilşad
Çelebi’nin Ashley Davenport olamadığı gibi. Diğer taraftan Engin Hepileri, aynı
jest ve mimiklerle, muhteşem bir Nolan Ross olmuş. Ancak o karakterde de şöyle
bir sıkıntı var, Nolan Ross biseksüel. Dolayısıyla, hikayenin belli
noktalarında hayati önem taşıyacak bu özelliği, bizde nasıl yorumlayacaklar,
görmek lazım.