23 Ağustos 2012 Perşembe

Amerika Açık 2012 Öncesi, Tenis 101...

Utanarak söylemem gerekiyor ki, tenise olan ilgimin sadece 8-10 yıllık geçmişi var. O zaman kadar tenisi herkes kadar biliyordum, yani neredeyse hiç. Bildiğim kadarıyla tenis, genelde iki kişinin, raket ve tenis topuyla, dikdörtgen, ortasından ağ geçirilmiş, kırmızımsı bir alanda oynanan bir oyundu. Ama içine girdikçe tenisin bunun çooook ötesinde bir spor olduğunu keşfettim ve bileklerimdeki sıkıntı yüzünden oynayamasan da, sağlam bir izleyici oldum.
 
Şimdi gelin pazartesi başlayacak Amerika Açık öncesi tenis ile ilgili genel ve deyat bilgilerin üzerinden geçelim:
İlk olarak, İngiltere'den 1800'lerde oynanmaya başlayan oyun, öncelikle İngilizce konuşulan ülkelerde yayılmış. Bugün bir olimpiyat sporu da olan tenisin, her seviyeden, her yaştan ve her ülkeden oyuncusu bulunuyor.
 
 
Kort
Tenis, kort dediğimiz bir dikdörtgen saha üzerinde oynanır. Tenis kortları 23,77m (78 feet) uzunluğunda ve 10,97m (36 feet) genişliğindedir. Tekler müsabakası için genişlik 8,23m (27 feet) ‘dir. Ağırlıklı olarak tercih edilen toprak, çim, sert veya sentetik korttur.
 
Toprak kortları 'yavaş' olarak tanımlanırlar;çünkü top rakete gelene kadar hız kaybeder ondan sonra oldukça yükseğe zıplar ve yere çarptıktan sonra ani bir hizlanma olur;çünkü toprak kortta oyuncular top-spin vuruşları tercih etmeleridir. Toprak korttaki maçlar winner adı verilen sayı alan vuruşların daha zor olması sebebiyle daha uzun sürer. Sayılar genellikle oyuncularin basit hatalar denilen topun filede kalması ya da çizgilerin dişarı atilmasi sonucu alınır . Toprak kortlarında oynanan oyunlarda topun bıraktıği izler belirgindir.
Sert ve çim kortlar daha "hızlı" yüzeylerdir. Bu hız yapıldıkları maddeye göre değişir. Bu yüzeylerin özelliği kısa sıçrayışlardır. Bu kortlarda sert servis atan ve vuruşları sert olan oyuncuların avantajı vardır. Çim kortlarda topun sıçraması miktarı, çimin ne kadar sağlıklı ve ne sıklıkta biçildiğini gösterir.
Sayı yapmak için topunuz kortun ortadaki küçük dikdörtgenin, çizgileri dahil, içinde kalmak zorundadır.
 
Oyunlar
Bir taraf servis atarak oyunu başlatır. Kazanılan her sayıda oyuncunun puanı 15, 30 ve 40 şeklinde artar. Sayı, topun rakibin sahasında kalması, rakibin topu hatalı atması, rakibin iki kere üst üste hatalı servis kullanması gibi durumlarda kazanılır. Üç sayı alıp 40 puana erişen oyuncu, bir sayı daha kazanırsa, o set içinde 1 oyun kazanmış olur. Toplamda 6 oyun kazanan oyuncu, bir set kazanmış olur.
 
Eğer maç sırasında 40-40'lık bir eşitlik meydana gelirse, bir sonraki sayıyı kazanan avantaj kazanır. Böyle bir durumda oyuncu bir sayı daha kazanırsa seti alır., sayıyı rakibi kazanırsa eşitlik durumu yeniden oluşur. Bir oyuncu iki sayı üst üste kazanıncaya kadar da mücadele bu şekilde devam eder.
Grand Slam’lar harici turnuvalarda kadınlar ve erkekler maçlarını 2’şer set üzerinden oynar. Eşitlik durumunda kazanan 3. set sonunda belirlenir. Grand Slam’larda ise, kadınlar yine 2’şer set üzerinden oynarken, erkekler 3 set üzerinden maç yapar eşitlik durumunda kazanan 5 set sonunda belli olur.
Turnuvalar
Uluslararası teniste 4 büyük turnuva (Grand Slam) var. Bunlar; Avustralya Açık, Fransa Açık (Roland Garros), Wimbledon ve Amerika Açık'tır. Amerikan Açık Tenis Turnuvası; sert kortlarda, Fransa Açık Tenis Turnuvası; toprak kortta, Wimbledon; çim kortlarda, Avustralya Açık ise sentetik kortlarda oynanır. Bunun dışında yıl için erkekler için ATP (Association of Tennis Players)’nin, kadınlar için de WTA (Women’s Tennis Association)’ın düzenlediği genellikle birbirlerine paralel şehirlerde düzenlenen, oyunculara sağladıkları klasman puanları açısından 250, 500 ve 1000’lik olarak tabir edilen diğer turnuvalar vardır. Bunların kort tipi de değişkenlik gösterir ve genellikle 4 büyük Grand Slam öncesinde, oyuncular için, Grand Slam’in kort tipine hazırlık şansı da sağlar.
Terminoloji
Forehand: Sağ elle oynayanların vücutlarının sağ tarafında, sol elle oynayanların ise sol taraflarında topa vurma şeklidir.
Backhand: Sağ elle oynayan oyuncuların topa vücutlarının sol tarafında, sol elle oy­nayan oyuncuların topa vücutlarının sağ tarafında iken yaptıkları vuruştur.
Love Game: Sıfıra karşı kazanılan oyun
Miss Hit: Genellikle raketin kasnağına çarpıp yön değiştiren vuruş
Ace: Atılan servis topuna, rakip oyuncunun raketiyle dokunamamasına denir.
Çift Hata: Servis atışı sırasında, iki top hakkında da topları fileye takmak veya servis karesi içine düşürememek suretiyle puanı kaybetmektir.
Passing-Shot: Filede bulunan rakip oyuncunun, topa dokunmasına fırsat vermeden onu geçen ve puan olan vuruşlara denir.
Tie-Break: Setteki 6-6'lık durumda, beraberliği bozmak amacıyla oynanan, kazanmak için minimum 7 puan ve iki farka ihtiyaç duyulan oyun.
Deuce: Oyunda Eşitlik hali- Berabere Oyunlarda sayıların 40-40 olması
Net / Let Net / Let: Servis sırasında top fileye dokunup doğru alana düşerse, bu duyurular yapılır.
Slice (Kesme): Topa alttan ve raketi eğimli tutarak yapılan vuruştur.
Drop Shot (Kısa vuruş): Rakip sahada file önüne düşürülen top
Grand Slam: Bu kavram ilk kez 1933 yılında New York Times'ta John Kieran adlı bir yazar tarafından kullanılıyor. Yazar köşesinde, o zamanlar bunu başarmaya yakın olan Avusturalyalı tenisçi Jack Crawford için "eğer Amerika Açık'ı da kazanırsa, bu kortlarda 'Grand Slam' yapmak gibi bir şey olur" diye yazıyor. Burada yazarın kastetiği köken Briç'ten geliyor. Briç'te mevcut 13 eli (löve) kazanmaya 'Grand Slam' deniliyor. Daha sonraları 1930'larda bu terim ayrıca golfte sezonun 4 büyük turnuvası kazanıldığı zaman da kullanılıyor
Yakın geçmişte erkek ve kadın tenisini domine eden isimlerin başında Pet Sampras, Boris Becker, John McEnroe, Stephan Edberg, Ivan Lendl, Andre Agassi, Mats Wilander, Martina Navrotilova, Steffi Graf, Martina Hingins gelirken, bugünün tenisinin dominant kral ve kraliçeleri Roger Federer, Novak Djokovic, Rafael Nadal, Andy Murry, Juan Martin Del Potro, Williams Kardeşler, Maria Sharapova, Viktoria Azerenka ve Petro Kvitova.
Oyuncular açısından turnuva kazanmak çok önemli ancak dünya sıralamasının ilk sıralarındaysanız, kariyer hedefinizin başında 4 Grand Slam’i de kazanmak geliyor. Kare ası tamamlamak olarakta ifade edilen bu başarıya bugüne kadar Fred Perry (1935), Don Budge (1938), Rod Laver (1962), Roy Emerson (1964), Andre Agassi (1999), Roger Federer (2009), Rafael Nadal (2010)’ın aralarında bulunduğu 7 tenisçi ulaşabilmiş.
ABD’nin New York kentinde 27 Ağustos-9 Eylül tarihleri arasında düzenlenecek Amerika Açık Tenis Turnuvası, bu senenin / sezonun  son Grand Slam’i. Bu seneki diğer Grand Slam’leri sırasıyla Novak Djokovic (Avustralya Açık), Rafael Nadal (Roland Garros) ve Roger Federer (Wimbledon)kazandı.
Novak Djokovic, geçen sene, gluten alerjisi için özel bir diyet uygulayıp, O2 odasında düzenli tedavi görmeye başladıktan sonra, olağanüstü bir performans sergileyip, ortalığı birbirine katmıştı ancak bu sene, geçen seneki üst kalite performansının biraz altında. Bunda basınçlı O2 odasını kullanmasına izin verilmemesinin büyük etkisi olduğu söyleniyor.
 
İspanyol Boğası olarak anılan ve kazandığı kupaları öpmek yerine ısırmak gibi bir huyu olan Rafael Nadal’ın dizinde, oyun tarzından kaynaklanan tendinitis diye bir rahatsızlık var ve Roland Garros’taki performansı malesef sakatlanmasına sebep oldu. Hemen arkasından katıldığı Wimbledon’da ikinci turda elendi ve malesef Amerika Açık’a katılamıyor. Hatta sezonu kapatmış olabileceği yönünde söylentiler var.
Tüm tenis otoriteleri tarafından, gelmiş geçmiş en iyi tenis oyuncusu kabul edilen ve “Ekselansları” olarak anılan Roger Federer ise, 31 yaşına girmiş olmasına rağmen, iki yıl önce kaybettiği birincilik ünvanını bu seneki Wimbledon şampiyonluğundan sonra geri aldı. Golden Slam olarak adlandırılan 4 Grand Slam + Olimpiyat Madalyası hayalini, Londra Olimpiyatları’nda İngiliz Andy Murry ile yaptığı final maçını kaybederek gerçekleştiremese de, geçen hafta Cincinnati’deki finalde Djokovic’i yenerek bu sezonki  6. Şampiyonluğunu kazandı. Bu turnuvaya da 1 numaralı sırabaşı olarak katılıyor.
Kendileri genelde estetik olduğu halde, oyunlarını çok bağıra çağıra oynadıkları için izlemeyi pek tercih etmediğim kadınlar ayağında ise, dünya bir numarası Belarus Victoria Azarenka bu seneki turnuvanın 1 numaralı seribaşı olacak. Geçirdiği ciddi rahatsızlıklardan sonra kortlara fırtına gibi dönen Serena Williams ise, ev sahibi olduğu turnuvada 4. seribaşı olacak.
 

Ağva...


Bu bayram öncesinde, İstanbul’a yakın kaçamak alternatiflerini değerlendirirken, utanarak, neredeyse bazılarınızın belki de ayda bir iki kere kalmaya veya piknik yapmaya gittiği, ismi son dönemde özellikle dizilerde plato olarak kullanıldığı için sıkça telaffuz edilen Ağva’ya bugüne kadar hiç gitmediğimizi fark ettik. Dolayısıyla bunu bir fırsat olarak görüp, 3 günü Ağva’ya ayırmaya karar verdik.
Ağva’yla ilgili çevremizden duyduklarımız genelde birbirine benzer şeylerdi. İstanbul’a yakın (97 km), Karadeniz kıyısında, Şile’ye bağlı, içinden Göksu nehri geçiyor, yeşillikler içinde... Aşağıda, kendi Ağva’yı keşfetme sürecimden yola çıkarak öğrendiklerimi sizlerle de paylaşmak istedim:

Tarihçe:

Ayak basacağım her yeni yerin CV’sine bakmak genel huyumdur. Acaba kimler gelmiş, kimler geçmiş diye. Ağva’ya da neredeyse ayak basmayan kalmamış. Hititler, Frigler, Romalılar ve Osmanlılar gibi bir çok uygarlığın geçiş yeri olmuş Ağva. M.Ö. 7.yy. uzanan tarihin kalıntılarına Ağva' ya bağlı civar köylerde rastlamak mümkünmüş. Kalemköy' de Romalılara ait kilise kalıntıları ve mezar taşları, Hacıllı köyünde, 3.yy. sonu - 4.yy. başlarında bulunan Gürlek Mağarası, Hisar Tepe' de bulunan kale kalıntısı, Sungurlu mahallesindeki dağ değirmeni önemli buluntularmış. Ağva'ya 14. yüzyılın ikinci yarısında Konya, Karaman ve Balıkesir'den gelen Türkmen boylarını yerleştiği düşünülüyormuş. Bugünkü Ağvalılar da aynı Türkmen boylarının çocukları olarak biliniyormuş.

Doğa:

Ağva, Karadeniz kıyısında 3 km. uzunluğunda kumsala sahipmiş. Yerleşim yerleri çoğunlukla hayli içeride ve çamlıkların arkasında yer aldığı için burada deniz kirliliği yaşanmıyormuş. Kumsal, gelen tatilciler kirletmezse tertemiz.
 
 
Doğal plajı ve doğa harikası yeşili, etrafında yer alan bakir koylar, adacıklar, ormanlarla doğallığın iç içe ve oksijen oranının çok yüksek olduğu bir bölge. Kilim Koyu, Gelin Kayası, Saklı Göl mutlaka keşfedilmesi gereken yerlermiş. Kliplerde çokça denk geldiğimiz Gelin Kayası’nın bu adı alma sebebi, beyaz olması ve duvaklı bir geline benzemesiymiş.

Aktivite:

Eşsiz tabitatıyla keşfedilmeye hazır Ağva'da, yaz kış su sporları (dere kıyısında kano, deniz bisikleti) kış aylarında fitness, doğası itibariyle trekking ve avcılık yapabilirmişiz. Ormanda yürüyüş, koşu, bisiklet, kamping gibi aktiviteler için son derece uygun olan Ağva, yazın Karadeniz'in hırçın sularında serinlemek isteyenler için de ideal. Temiz havayı buram buram solumak, romatizmal hastalıklara iyi geldiği söylenen şifalı kumsalında yürümek, diğer tavsiye edilen aktiviteler.
Ağva'da pazar cuma günleri kuruluyormuş. Bu pazarda yöre insanının kendilerinin yetiştirdikleri ürünlerini bulabilirmişiz. Şehirde arayıp da bulamadığımız gibi; doğal, hormonsuz ve sağlıklı.
Konaklama:

Kalacak yer araştırırken, oldukça fazla alternatif olduğunu görmek beni şaşırtmadı ama karşılaşacağım kalite açısından biraz ürküttü. Ağva’da kelimenin tam anlamıyla her zevke ve her keseye hitap edecek bir alternatif bulunuyor. Tesislerin bir kısmı Ağva’nın içinden geçip Karadeniz’e dökülen Göksu Nehri’nin iki yanında sıralanırken, bir kısmı da Ağva’nın sırtlarında, daha orman içinde konuşlanmış. Tesisler genellikle ya konumlarının avantajını kullanarak (geniş bahçe / yeşil alan, havuz vs) ya da bünyelerine ekstra özellikler ekleyerek (canlı müzik, pet kabul etme vs.) fark yaratmaya çalışmışlar.

Pekiii, biz ne yaptık?

Bayram’ın ilk günü sabah 10 gibi Avrupa yakasından yola çıktık. Bomboş ikinci köprünün keyfini çıkartıp karşıya geçtik. Şile – Ümraniye sapağından çıkıp kendimizi Şile yoluna vurduk. Çok hafif bir kahvaltıyla yola çıktığımız için, sol yanımızda bizi dürten şeytana hiç direnmeyip, yol kenarındaki, orman içine yerleşmiş gözlemecilerden birine girdik. Gözleme, sinide menemen ve semaverde çay üçlüsüyle kendimizden geçip, 1,5 saat sonra ancak yola devam etme moduna geri dönebildik. Şile’ye geldiğimizde geniş, güzel otoban bitti ve biz geliş – gidiş tek şerit, bol virajlı Ağva sahil yoluna saptık. (Orman yolu daha virajlı ve nispeten sıkıntılıymış) Yaklaşık 1 saat sonra Ağva merkeze gelmiştik.

Bir sürü cezbedici otel alternatifleri arasında bizim tercihimiz Beyaz Ev’den yana oldu. Niye derseniz? Butikler, isimleri Hurma, Limon, İncir, Nar, Ceviz ve Zeytin olan, sadece 6 odaları var, 15 yaş altı çocuk kabul etmiyorlar ve belki de en önemlisi, evcil hayvan kabul ediyorlar. E daha ne olsun?
 
 

Kapıda tabelası olmadığı için 2-3 denemeden sonra bulabildiğimiz Beyaz Ev, ilk adımda içimize işledi. Bina Türkiye’nin ilk nörolog doktorlarından, aynı zamanda sanatsever, karikatürist, ressam ve eski bir İstanbul beyefendisi olan Ercüment Baktır’a aitmiş.  Ağva’ya gönül vermiş, Ağva sevdalısı olan Baktır, 1974 yılında her bir taşına emeğini koyarak bu güzel evi inşa etmiş, Ağva'daki birçok insanın gönüllü doktoru olmuştur. 2011 Mayıs ayında, 88 yaşında vefat etmiş ve kendi isteğiyle çok sevdiği Ağva'sında defnedilmiş. Sonrasında otele çevirdikleri evin işletmesini, Rengin ve Aslı adında iki arkadaş üstlenmiş. Yaklaşık 1,5 senedir, kendi hayallerini bizlerle paylaşmak için ruhlarını koyarak her detayı ince ince işleyip, oteli bugünkü haline getirmişler.
 

Şunu rahatlıkla söyleyebilirim, sanırım hem kafa dinleyip huzur bulmaya çok ihtiyacımız olduğundan, hem de yaptığımız konaklama seçimi buna çok güzel hizmet ettiğinden, iki gün boyunca sadece kitap okuduk, güzel sohbetler yaptık, çok lezzetli yemekler yedik, geceleri balkonumuzdan yıldızları seyrettik ve sonunda Ağva’dan kafamız boşalmış, ruhumuz huzura ermiş, hücrelerimiz şarj olmuş bir şekilde ayrıldık. Dönüş saatini de çok güzel ayarladığımız için, hiç trafiğe kalmadan tam 1.5 saatte eve vardık.
Eklemeden geçemeyeceğim, Ağva’yı bu şekilde yaşamak bizim tercihimizdi ama siz, derede motorla gezebilir, ikili yunus motorlarla dere üstünde dolaşabilir, sahilde denize girebilir, akşamları canlı müzik yapılan mekanlarda eğlenceli vakitte geçirebilirsiniz. Yani herkese göre bir Ağva var.

9 Ağustos 2012 Perşembe

Tanrıların Dağı’nda, Cennetten Bir Köşe - "Manici Kasrı"…

   
Havalar çok sıcak, artık ofiste geçirdiğiniz her saniye daha bir ağır, daha bir yorucu… Siz de hepimiz gibi fena şekilde tatile ihtiyaç duyuyorsunuz…

Ama bir probleminiz var. Güneydeki tatil köyleri size çok suni ve kalabalık, herşey dahil sistem ise, biraz zorlama geliyor.

Peki beklentiniz nedir? Cevaplarınızın arasında gezmek, görmek, eğlenmek, keşfetmek, küçük bir cip safari, zeytine, zeytinyağına, balığa doymak, biraz çılgınlık, biraz romantizm, biraz sükunet, her şeyden sonra da huzur içinde ve dinlenmiş olarak eve dönmek varsa çantanızı hazırlayın, size güzel bir tavsiyem olacak 

Bir yer düşünün; Orman içinde ama isterseniz deniz de var. Orada olduğunuz süre içinde size sadece kuş sesleri ve bol oksijen eşlik ediyor. Hepsi doğal malzemeden Ege Mutfağı’nın tadına doyulmaz lezzetleri sofranızda. Brokoli, ısırgan otu, hindiba ve semizotu içeren yöre yemekleri; çeşit çeşit zeytinyağlılar ve deniz mahsulleri otelin menüsünü süslemekte. Mutfakta kullanılan süt, peynir, bal ve zeytin Yeşilyurt ve çevre köylerden elde ediliyor.

Yeşilyurt ya da diğer adı ile Büyük Çetmi'nin merkezinde ve çevresinde birçok butik otel var. Bu oteller doğal ortamda tatil yapmak isteyenlere hizmet veriyor. Buradaki çoğu tesis, yeni bir tatil anlayışının örnekleri. "Sürdürülebilir ya da soft turizm” olarak nitelendirilen tarzla, geleneksel turizm anlayışının o bölgeye verdiği zararın en aza indirilmesi hedefleniyor.

Bu otellerden biri de Manici Kasrı. Mani söyleyen anlamına gelen adı, yemek ve dinlenme salonundaki resimlerin sahibi ve otelin inşaası sırasında büyük emeği geçen İzmir’li ressam Faruk Manici’den geliyor.

Kazdağı eteklerinde, uçsuz bucaksız zeytinlikler, badem ve incir ağaçları arasında şehirden uzak bir kaç gün geçirmek isteyenler için konforlu seçenekler sunan otel, bütün stresinizden arınıp ruhunuzu ve bedeninizi yenilemeniz için mükemmel.

Manici Kasrı’nın sahibi Tarık Ulusoy, Yeşilyurt köyüne yerleşeli epey olmuş. İnşaat işleriyle de uğraşan Ulusoy’un köyün restorasyonunda da büyük emekleri var. Civardaki köy evleri orjinaline sadık kalınarak onarılıyor. Köylülerle yaptıkları işbirliği sayesinde köyün çehresi, eskisine sadık kalınarak değiştirilmiş ve şehirden uzaklaşmak isteyenler için muhteşem bir mekan haline gelmiş.

Mekan otantik taş mimari üslupla, yıkılmış eski bir zeytinyağı fabrikasının taşları, ahşap kolon ve kirişleri kullanılarak inşa edilmiş. Fabrikanın yüz yıllık ateş tuğlaları ile örülmüş kemerli koridorlarına bakınca Manici Kasrı'nın tarihi bir bina olmadığına inanmakta güçlük çekebilirsiniz.

Genel olarak ingiliz tarzının hissedildiği dekorasyonda aile üyelerinin topladığı antika parçalar, yurtdışından getirilmiş döşemelik kumaşlar kullanılmış. Hepsi farklı renkte ve tarzda döşenmiş odalarda, şömine başındaki berjer koltuklar ve kadife perdeler dikkat çekiyor.
Otelin iç ve dış mekanlarda hizmet veren kafe terasında ve barında zaman zaman şiir veya fasıl geceleri düzenleniyor. Terasta yapılan sucuk ve sıcak şarap partileri ise size sunulan diğer özel keyifler arasında.
Manici Kasrı, sessizliğiyle ünlü... Çünkü önünden araç geçmeyen bir dağın yamacında, televizyonun olmadığı, cep telefonun bile zar zor çektiği bir yer burası. Otele gazete bile alınmıyor. Denize girmek isteyenler 4 km. uzaklıktaki Manici'nin özel plajına otelin araçlarıyla da gidebiliyor.

8 Ağustos 2012 Çarşamba

Christopher Nolan’ın "Batman" Üçlemesi...

Belki Christopher Nolan’ın “Dark Knight Rises’la” finalini yaptığı olağanüstü Batman Üçlemesi’ne değinmeden önce, genel bir Batman incelemesi yapmakta fayda var.

Çeşitli kaynaklardan öğrendiklerimizi toparlarsak; Batman veya Yarasa Adam karakteri 1938'in başında Action Comics serilerindeki Superman'in başarısından sonra, sonradan DC Comics olacak olan National Publications 'ın editörleri tarafından yaratılmış. Bob Kane ve Bill Finger tarafından yaratılan karakterin ilk çizimleri Superman tarzındaymış, kostümü kırmızımsıymış ve eldiveni de yokmuş. Maskeli balolarda takılana benzer bir maske takan karakter bir ipte sallanıp, yarasaya benzeyen sabit iki kanat ve büyük bir amblem de taşıyormuş.

Batman karakteri çok sevilip, popülerliği artınca elbette Hollywood boş durmamış ve çizgi karakter çeşitli yönetmenlerin kameraları aracılığıyla bedenlenmiş. 1943, 1949 ve 1966’da 3 kez beyaz perdeye aktarılan karakter, 1989 – 1997 arasında da, Tim Burton ve Joel Schumacher tarafından ikişer kez birbirinin devam filmleri olarak çekilmiş. Bunlarda Batman karakterini Michael Keaton, Val Kilmer ve George Clooney canlandırmıştı.
Yıllar içinde Batman'in orijinal hikâyesi, geçmişi ve görünümü/davranışları bazen küçük, bazen de büyük revizyonlara uğramış. Bazı olaylar büyük değişim geçirir iken, ailesinin ölümü ve adeletin peşinde olması gibi olaylar ve konular değişmemiş.
Tüm öykülerde Batman, Bruce Wayne'in alt kişiliği. Bruce Wayne varlıklı bir playboy, yatırımcı, hayırsever bir işadamı ve doktor olan babası Thomas Wayne ve annesi Martha Wayne'in bir gece sokakta hırsız tarafından öldürülmesinden sonraki yıllarda kendini, fiziksel ve mental olarak geliştirerek, suçla savaşıp, çok sevdiği Gotham’ı kurtarmaya adıyor. Karşısındaki kötü karakterler ise en popüleri Joker olmak üzere kimi zaman Penguen, kimi zaman ise Buz Adam veya Zehirli Sarmaşık olmuş.
2005 yılında Batman serilerinde sazı, Memento, İnsomnia, Prestij ve İnception filmlerinden de hatırlayabileceğiniz, İngiliz, Christopher Nolan aldı eline ve geçmiş kurgu ve anlayışın üzerine bir sünger çekerek ama ana hikayeye sadık kalarak, yepyeni bir Batman yarattı.

Nolan’ın Batman Üçlemesi’ni, bana göre, diğer Batman filmlerinden ayıran en önemli özellik, ilk filmden başlayarak Batman'i "üstün güçleri olan bir süper kahraman" olarak değil, gerek dövüş becerisi, gerek kıyafeti, gerek kullandığı ekipmanlar olsun, mantık süzgecinden geçirilmiş, günümüz dünyasına uyarlanmış, kafadaki soru işaretlerinden uzaklaştırılmış olarak karşımıza çıkartması. Bunun yanında Tim Burton'ın Batman'inde gördüğümüz karanlık ve puslu, gotik Gotham yerine de, Manhattan'ı andıran, daha gerçekçi bir Gotham gelmiş. Ayrıca üçlemede başta Batman (Christian Bale) olmak üzere Alfred’den (Michael Caine) Lucius Fox’a (Morgan Freeman), James Gordon’dan (Gary Oldman) Ducard / Ra's Al Ghul’a (Liam Neeson) kadar tüm önemli karakterlerin aynı kişiler tarafından canlandırılmış olması da diğer öne çıkan bir ayrıntı.

Üçlemenin ilk filminde (Batman Begins), Bruce Wayne’in çocukluğunu, başta babası olmak üzere ailesiyle ilişkileri, onları kaybetmesinin üzerinde yarattığı travmayı, sonrasında Gotham’dan ve kendinden kaçışını, Ducard tarafından bulunup eğitilmesini, Ducard’ın Gotham’ı yok etme planını öğrendiğinde de, çok sevdiği şehrini kurtarmak için geri dönüşünü ve şirket çalışanlarından Lucius Fox’un da yardımlarıyla Batman’i yaratmasını izlemiştik.

İkinci filmde (The Dark Knight), malesef filmin vizyona girdiği sıralarda hayatını kaybeden, Heath Ledger tarafından canlandırılan, bence, gelmiş geçmiş en iyi Joker uyarlamasıyla tanıştırdı bizi Nolan. Batman karakteri ve oyuncakları da (Batsuit, Batmobile, Batpod vs) artık iyice oturmuştu. İyiyle kötünün savaşı daha bir anlam kazanmıştı. Sonuçta da, Batman, iyilikle mücadelenin herşeyin ötesinde olduğunu savunarak kendini feda etti ve tüm kötülükler için kendisinin suçlanmasına izin verdi.

20 Temmuz 2012 tarihinde vizyona giren serinin üçüncü ve Nolan’a göre de son filmi olan Dark Knight Rises, ABD'nin Colorado eyaletinin Aurora şehrindeki ilk gösterimi sırasında düzenlenen saldırıda 12 kişi hayatını kaybetmesiyle tatsız bir şekilde hafızalarda ve yüreklerde yer etse de, gelmiş geçmiş en iyi gişe filmlerinden biri olma yolunda ilerliyor.
Muhteşem oynanmış bir Joker karakterinin üzerine gelecek kötü karakter konusu çok kritikken, Nolan konuyu DC Comics’in az bilinen ve üzerinde güzel oynanabilecek Bane’i ile çözmüş. Tom Hardy’de karakterle müthiş bütünleşmiş.

İkinci filmin üzerinden sekiz yıl geçtikten sonra başlayan son filmde, çökmüş, kendini hayata kapamış, fiziksel arazlarıyla yaşamayı kabul etmiş, herşeyden önemlisi Batman’i sonsuza dek gömmüş bir Bruce Wayne’le karşılaşıyoruz. Herşey üstüste kötü giderken karşımıza gelen Bane, kapitalizmle sömürülen hayatlara karşı suçlulardan bir direniş gücü oluşturarak “adaleti” sağlama görevini üstleniyor ve Gotham’ı yok oluşa doğru sürüklemeye başlıyor. Bu arada da, kendisine karşı durmak için fiziksel olarak karşısına çıkan ama mental olarak buna hiç hazır olmayan Batman’i de hallaç pamuğu gibi dağıtıp, dünyanın bilinmez bir yerindeki, bir yeraltı hapishanesine kapatıyor. Ve iyilikle kötülüğün savaşı, azmin insanı taşıyabileceği nokta bundan sonra gelişiyor.
Son filmin, üçleme içindeki en önemli fonksiyonu, bence, hiçbir konuyu açıkta bırakmıyor oluşu. Bu da, senaryoyu kardeşiyle birlikte yazan Nolan’ın, üç filmi de birlikte düşünüp, kurgusunu öyle tasarladığı fikrini güçlendiriyor. Filmin içinde ve özellikle de son bölümünde yaptığı flashback’lerle, akılda kalabilecek tüm sorular karakterler üzerinden cevaplanmış.

2005 ve 2008’de çekilmiş ilk iki filmi izlemiş olabilirsiniz ama tavsiyem, hafızanızda detayların üzerinede birikmiş tozları kaldırıp, yeni film öncesi tazelenmek adına, The Dark Knight Rises öncesinde Batman Begins ve The Dark Knight’ı bir kere daha izlemeniz. Sonrasında da, Kara Şövalye’nin yükselişinin tadını çıkartmanız.
Blog Widget by LinkWithin

Etiketlerim..

...

"Hayat, özellikle, yazılanları okumak, çekilenleri seyretmek ve tabii ki pişirilenleri yemek için çok kısa, biraz koşmak lazım... "
myspace graphics

Free Counters

Hayatın İçinden...

 

Divitim... | Creative Commons Attribution- Noncommercial License | Dandy Dandilion Designed by Simply Fabulous Blogger Templates