28 Ocak 2010 Perşembe

Zaman Paradoksu...

George Carlin, Amerika`da 70 ve 80 li yılların bir komedyeni idi. Biraz ağzı bozuk olarak bilinirdi. 11 Eylül den (9-11) ve karısının ölümünden sonra şöyle yazmıştı.

Tarih içinde zamanımızın paradoksunu şöyle sıralayabiliriz :

Daha yüksek binalarımız, ama daha kısa sabrımız var; daha geniş oto yollarımız, ama daha dar bakış açılarımız var.

Daha çok harcıyoruz, ama daha az şeye sahibiz; daha fazla satın alıyoruz, ama daha az hoşnut kalıyoruz.

Daha büyük evlerimiz, ama daha küçük ailelerimiz; daha çok ev gereçleri, ama daha az zamanımız var.

Daha çok eğitimimiz, ama daha az sağduyumuz; daha fazla bilgimiz, ama daha az bilgeliğimiz var. Daha çok uzmanımız, ama yine de daha çok sorunumuz; daha çok ilacımız, ama daha az sağlığımız var.

Çok fazla alkol ve sigara tüketiyoruz, çok savurganca para harcıyoruz, çok az gülüyoruz, çok hızlı araba kullanıyor, çok çabuk kızıyoruz, çok geç saatlere kadar oturuyor, çok yorgun kalkıyoruz, çok az okuyor, çok fazla TV izliyoruz ve çok ender şükrediyoruz.

Mal varlıklarımızı çoğalttık, ama değerlerimizi azalttık. Çok konuşuyoruz, çok az seviyoruz ve çok sık nefret ediyoruz.

Geçimimizi sağlamayı öğrendik, ama yaşam kurmayı öğrenemedik.

Yaşamımıza yıllar kattık, ama yıllara yaşam katamadık. Aya gidip gelmeyi öğrendik, ama yeni komşumuzla karşılaşmak için caddenin karşısına geçmekte sorunumuz var. Dış Uzayı fethettik, ama iç dünyamızı edemedik. Daha büyük işler yaptık, ama daha iyi işler yapamadık.

Havayı temizledik, ama ruhumuzu kirlettik. Atoma hükmettik, ama önyargılarımıza edemedik. Daha çok yazıyoruz, ama daha az öğreniyoruz.

Daha çok plan yapıyoruz, daha az sonuca varıyoruz. Koşuşmayı öğrendik, ama beklemeyi öğrenemedik. Daha fazla bilgiyi depolamak, her zamankinden daha çok kopya çıkarmak için daha çok bilgisayarlar yapıyoruz, ama git gide daha az iletişim kuruyoruz.

Zaman artık, hızlı hazırlanan ve yavaş sindirilen yiyeceklerin; büyük adamlar ve küçük karakterlerin; yüksek kârlar ve sığ ilişkilerin zamanıdır. Günümüz artık, iki maaşın girdiği ama boşanmaların daha çok olduğu, daha süslü evler, ama dağılmış yuvaların olduğu günlerdir. Bu günler, hızlı seyahatler, kullanılıp atılan çocuk bezleri, yok edilen ahlakî değerler, bir gecelik ilişkiler, obez bedenler ve neşelendirmekten sakinleştirmeye hatta öldürmeye kadar her şeyi yapabilen hapların olduğu günlerdir.

Vitrinlerde her şeyin sergilendiği, ama depolarda hiçbir şeyin olmadığı bir zamandayız.

Öyle bir zaman ki teknoloji bu mektubu size getirebilir, siz bu içselliği ya paylaşmayı, ya da sil tuşuna basmayı seçebilirsiniz.

Yaşam, aldığımız nefes sayısıyla değil, nefesimizi kesen anların sayısıyla ölçülür. Paylaşmak özel ve güzeldir, yaşamı paylaşmak, özel gün ve anları paylaşmak, değer verip değerinizi bilen birileri olduğunu bilmek, onunla paylaşmak ne kadar lüks artık. Onu bulmak ve kaybetmemek, dostluğu, sevgiyi, hüznü paylaşmak, ne güzeldir tüm bunların tarihe karıştığı bir dönemde elde etmek ve yaşamak...

26 Ocak 2010 Salı

Ejder Kapanı...



Avatar'ı izlemeye gittiğimizde "Pek Yakında"ların arasında görmüştük filmin fragmanını. Sevgili kocam, kadroda Uğur Yücel, Kenan İmirzalıoğlu, Nejat İşler ve Berrak Tüzünataç olduğunu görünce daha o günden rezervasyon yaptırdı bana. Zaten şu ülkede bir Haluk Bilginer'i bir de Uğur Yücel'i, belki biraz da Şener Şen'i hiçbir şeyin yanına koyamayız biz, özellikle de sinemada.

Daha öncede söylemiştim, Cinebonus'ları çok seviyoruz. Çok medeni ve yüksek standartta hizmet sunuyorlar. Lakin film öncesi reklamlar bizi bitiriyor ama kendileri bitmiyor da bitmiyor. Bu vesile ile afişinin bile önünden geçmemeye özen gösterdiğim Recep İvedik ve Kolpaçino gibi filmlerin de fragmanlarını izlemek zorunda kaldık. Bir kez daha tahammül sınırlarımın zorlandığını hissettim. Ancak salonda biz eziyet çekerken eğlenenlerinde oldukça fazla olduğunu eklemeden geçemeyeceğim. Malesef...

Ejder Kapanı'na dönersek, seyir zevki yüksek bir film olduğunu söyleyebilirim, özellikle de aksiyon içeren bir türk filmi olarak. Konu çok hassas. Çocuklara tecavüzden mahkum olup sonrasında tahliye olmuş kişiler birer birer öldürülmeye başlar. Bu noktada vicdan ve ahlak muhasebesi devreye giriyor. Bir taraftan suçluyu yakalamaya çalışan polis teşkilatı diğer taraftan "Herkesin aklından geçeni yapıyor, Allah ondan razı olsun" diyerek katile alkış tutan kamuoyu.

Aldığı kilolarla giderek Marlon Brando havasına bürünerek bambaşka bir oyunculuk dersi veren Uğur Yücel, Ezel'le ortalığı kasıp kavururken bambaşka bir kimliğe bürünmeyi becerebilmiş Kenan İmirzalıoğlu, ilk defa "212" etkisinden kurtulmuş ama 5. dakikadan sonra kaybolan Ozan Güven, oyunculuğunu hiç tartışmayacağım Nejat İşler, senaryoya kurban gitmiş Ceyda Düvenci ve Beynelminel'in yönetmenliğindeki başarısını Emniyet Müdürü rolü ile döktüren Sırrı Süreyya Önder.

Aksiyon sahneleri "bizden" beklenmeyecek kadar iyi, konu sağlam, senaryo malesef çoook daha iyi işlenebilecekken zayıf dolayısıyla açıkta ve havada kalmış konular var mesela Çerkez - Cavidan ilişkisi, oyunculuk ortalamanın üstünde.


15 Ocak 2010 Cuma

Tek Tek Yazamadıklarım...

Kitap

- Koloni / Jean Christophe Grange: Tarih yazmamıştır ki bir Grange kitabını okumam 3-4 günden fazla sürsün. Lakin bu kitap gitmedi de gitmedi. Neden bilmiyorum. Belki 3 aydır elime alamadım, hala okunmayı bekleyen yüzelli küsur sayfam var.

- Gaia Teorisi / Maxime Chattam: Grange'nin memleketlisi. Jashua Brolin üçlemesi olarak niteleyebileceğimiz ilk 3 kitap fena halde Grange etkisindeydi ancak ne olduysa yavaş yavaş bundan kurtuldu ve Gaia Teorisi ile bambaşka bit yerden bize merhaba dedi. Bu tarz kitaplardan isteyebileceğini herşeyi içeren bir roman. Takılmadan okuduk.

- Başkasını Seviyorum / Ömer Özgüner: NTV'nin Genel Müdürü olduğu halde kitap arkasında "NTV'de Çalışıyor" yazabilecek kadar mütevazi bir kişiliğin ilk romanı. Mekanlar çok tanıdık, anlatım çok akıcı. Keyifle okudum.

- Kayıp Sembol / Dan Brown: Al bir hayal kırıklığı daha. Sanırım Dan Brown'un tarzına "Da Vinci'nin Şifresi" ve "Melekler ve Şeytanlar" ile doymuşum. Bu üzerine detaylı Washington tanıtımı yapmanın dışında pek bişey eklemedi malesef.

- Aşk / Elif Şafak: Yemin ederim sırf Evroş yüzünden okumaya çalışıyorum. Ben ne zaman bu kitap akmıyor desem bana "Kızım deli misin, ülke nüfusunun 10 da 8'i okudu bunu" diyor. Şaka gibi, okudu evet hem de plajda yatarken. Bense Elif Şafak'ın dili ile bir türlü anlaşamıyorum. Hadi dönemsel ihtiyaçla türkçesi varken arapça ve farsça kelimeler kullanmasını anlıyorum! ama günümüzde Ella'yı anlatırken "Mamafih" gibi bir kelime benim tüm okuma ritmimi bozuyor. :(((

- Gece Evi Serisi: Alacakaranlık sonrası sırf Miniş'in gazına okumaya çalışıyorum. Hani aldık boşa gitmesin mantığı. Tanrım bu kadar mı kötü olur.

Tiyatro

- Rita'nın Şarkısı / DT: Çetin Tekindor ve Tülay Günay oynuyor. Biraz uzun (2.10) ancak Tekindor'u sahnede izlemek ayrı bir keyif. Ucuz aşk romanları okumayı seven kuaför Rita'nın Dr. Frank'in verdiği edebiyat derslerini almaya başladıktan sonra yaşadığı süreç anlatılıyor.

- Kraliçe Lear / Kenterler: Kenterler'in salonu çok eskidir ve koltukları ile benim bacaklarım anlaşamaz dolayısıyla o sahneden mümkün olduğunca uzak durmaya çalışırım ancak bu oyunda kaçış olamadı. Çözümü önünde geçiş yeri bulunan 10. sıradan yer almakta bulduk, süper oldu. Oyunda 81'lik Yıldız Kenter, 17'lik Sedef Şahin ile oynuyor ve abartmıyorum Sedef Şahin, Yıldız Kenter'in önünde devleşiyor. Bu kadar mı rahat ve doğal oynanır.

- Lüküs Hayat / Şehir Tiyatroları: Dedimki bu oyun bir klasik, hala sergilenirken izlemekte fayda var. Ancak Kağıthane Sahnesi'nde, sanırım da ağırlıklı civarda oturanlarla izlemeye başladık. A diyorlar, bi kahkaha, B diyorlar bi kahkaha. Feciydi. Ayrıca Zihni Göktay'a saygım sonsuz ama ekiple yaş farkı çok açılmış, sırıtıyor. İlk perdenin sonuna doğru çömezi ile yaptığı konuşma ise bizi oyundan tamamen kopardı. "Sen böyle bir yalı almak için Şehir Tiyatroları'nda kaç yıl çalışmalısın." Tamam hiciv ve taşlama olur ama oyunun gerçekliğinden de bu kadar kopmamak lazım diye düşünüyorum. İlk perdenin sonunda çıktık.

- Kod Adı Kongo / DT: Şimdiye kadar izlediklerimizin arasında sezonun en kötü oyunu. Kötü oyunculuk, kötü metin. Arada zor kaçtık.

Dizi

- Six Feet Under: İşleri Cenaze Organizatörlüğü olan bir ailenin hikayesi. Baba ilk bölümde ölüyor ve işler çocuklara kalıyor. Seattle'da yaşıyan büyük oğlan istemeye istemeye kardeşine yardım etmek için geri dönmek zorunda kalıyor. Küçük erkek kardeş dışarıdan çok disiplinli gözükmesine rağmen iç dünyası bambaşka, o bir gay. Kız kardeş ise sanatçı. Toplamda 5 sezon, ailenin tüm fertlerinin ve yakın çevrelerinin yaşadıkları tüm açıklığı ile izliyorsunuz. Şiddetle tavsiye ederim.

- The Wire: Polis teşkilatının, zencilerin ağırlıklı yaşadığı bir bölgedeki çeteyi çökertmek için yaptıklarını anlatıyor. Dil çok ağır ama bir süre sonra alışıyorsunuz. Kayda değer.

Film

Kırık Kucaklaşmalar: Klasik Almodovar tarzı bir film. Ancak bazı yerler çoooook eski türk filmi tadında. "Sana söylemediğim birşey daha var...." Görselliğini çok sevdim ve bir de Penolope Cruz'u. Bu kadın hep bu kadar güzel miydi yoksa bu filmde daha mı bi güzel olmuş, bilmiyorum.

Invictus: Clint Eastwood, her sene oskara aday olmazsa rahat uyuyamıyor sanırım. İyi koku alıyor, gündemi takip ediyor ve iyi işler çıkartıyor. Tam da Güney Afrika'daki Dünya Kupası öncesi, Mandela'nın salıverilip başa geçtiği dönemde yapılan Rugby Dünya Kupası'na katılacak Güney Afrika takımının yaşadığı süreç ve sporun topluluklar psikolojisi üzerindeki birleştirici etkileri üzerine güzel bir film. Başrollerde Morgan Freeman ve Matt Demon oynuyor. Ama bence oskar zor.

Up In the Air: Hayatı seyahat ederek dolayısıyla da uçakta ve otelde geçen bir adamın kök salmak üzerine kendi içinde yaşadıkları. Başrolde George Clooney oynuyor. Bir insan gittikçe bu kadar yakışıklı olur mu yahu.

Gir Kanıma: Ne klasik bir vampir filmi ne de klasik korku. Çoook soğuk bir ülkede, iki çocuğun ilişkisi üzerine hisli bir film. Avrupa filmlerinin geneli gibi ağır tempoda ama sıcacık. Eleştirmenler yere göğe sığdıramıyor, bana göre o kadar da değil.

Law Abiding Citizen: Son dönemde izlediğim en zekice kurgulanmış film.

Kuzey Yamacı: 1936 Olimpiyatları öncesinde İsviçre'nin Eider dağına Kuzey Yamacı'ndan çıkmaya çalışan 2 dağ komandosunun hikayesi. Bir tarafta Nazizm, diğer tarafta zevk ve sefaya karşılık imkansızlıklar. Çetin bir hayatta kalma mücadelesi. Gerçek hikaye.

13 Ocak 2010 Çarşamba

Kabare...


Yıllar önce Lisa Minelli'nin başrolünü oynadığı sinema versiyonunu izlemiştim ancak aklımda da pek bişey kalmamış. Geçen sene Şehir Tiyatroları'nda sergilenmeye başlandı. Çok sezon sonuydu, açıkçası kaale almadık. Bu sene de, geçen haftaya kadar, bir türlü zamanlamayı ve sahneyi tutturamamıştık. Ancak cumartesi günü Üsküdar'da izleme şerefine eriştik.

Peşin peşin söyleyeyim. Oyun 2 saat 40 dk sürüyor ve bizim bu sezon izlediğimiz en iyi oyun. Değil sıkılmak, bitmesin diye dua ediyorsunuz. Müzikler, kostümler, metin ve başta MC'yi oynayan Mert Turak olmak üzere oyunculuk süper.

Bilmeyenler için hikaye kısaca şöyle: İkinci dünya savaşı öncesi, Nazizmin yükselişe geçtiği yıllarda Almanya'da bir kulüp. Yazı yazmak için farklı bir ortam ararken orlara düşmüş bir Amerikalı. Kit Kat Kulübün dillere destan dansçısı Sally. İhtiras, para, siyaset, eğlence, belki aşk ve tercihler...

Oyun ülkemizde ilk defa sahneleniyor. Her ay farklı bir yerde sahne alıyor. Üsküdar'da biraz "müslüman mahallesinde salyangoz satar" gibi oluyorlar ama yapacak bişey yok. Sahne orada :)) Bir şekilde fırsat yaratın ve kesinlikle kaçırmayın.

Ve unutmayın...
"Yalnız kalmanın neresi iyi
Gel de müzik dinle
Hayat bir kabare dostum
Kalk gel kabareye
Bırak kitabı, dikişi nakışı,
Hazır ol tatile
Hayat bir kabare dostum
Kalk gel kabareye"

8 Ocak 2010 Cuma

Çok Sevmezsen, Çok Acımazsın / Can Yücel...

Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
"O olmazsa yaşayamam." demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın.

Ve zaten genellikle o daha az sever seni,
Senin onu sevdiğinden.
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de
korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları...
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
"O benim." diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasın istiyorsan birşeylerin...
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait
olacaksın.
Mesela turuncuya, yada pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden, Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi, Hem
de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak...

Can Yücel

4 Ocak 2010 Pazartesi

Yahşi Batı...

Hani her yazdığı kitabı mutlaka alıp okuduğum yazarlar gibi, Cem Yılmaz'da her yaptığı işi takip etmeye çalıştığım kişiler arasında-ydı. Yılın ilk günü baktık "Yahşi Batı" vizyona giriyor, dedik gitmek lazım. Gittik, Capacity'deki salonda aldık her zamanki yerimizi ancak sonuç bana göre hüsran.

Cem Yılmaz, şakşakçıları aksini söylese de, Stand-up'larındaki tarzından ve karakter olarak da aşağı yukarı Gora'daki Arif'in etrafında dönmekten bir türlü kurtulamıyor. Keza Ozan Güven'de hep biraz 212.

Espriler klasik Cem Yılmaz. Allah için kelimelerle güzel oynuyor ancak neden bu sefer Recep İvedik seviyesinde dolaşmış veya dolaşmak zorunda kalmış anlamak mümkün değil.

Özellikle dekor ve kostümlere çok para harcamışlar, güzel de olmuş. Hoş detaylar yakalayabiliyorsunuz arada. Ama bir yerden sonra üstüste sıralanan klişeler beni yoruyor malesef. Aaa bi de jenerik hoş.

Filmde çok değişik karakterler var ancak bence kısa rollerine rağmen Demet Tuncer, Uğur Polat ve elbette Zafer Algöz diğerlerinden açık ara önde. Hele ki Zafer Algöz. Son dönemde Kurtlar Vadisi'nde izlediğimiz Yalçın Yıldız ile uzaktan yakından alakası olmayan bambaşka bir karakter yaratmış Kasaba'nın Şerifi ile. Süper.

Hiç abartmadan şöyle söyleyeyim, uzun tanıtım filmini izlemeniz olayın bütününü kavramanız için yeterli. zaten bütün kilit espriler, detaylar oarada mevcut, gerisi paranızı boşa harcamak olur.

Zaten geçen hafta tüm ekipçe Avatar'ı izledikten sonra film yapmayı bırakıp tekstil işine girmeye karar vermiş. Hani o kadar olmasa bile sinemayı bırakıp sadece stand-up yapsa da olur.

Son olarak şöyle söyleyebilirim, Cem Yılmaz'ın filmatografisi benim için bu filmle bitmiştir. Bundan sonrakileri yayınlarlarsa televizyonda seyrederim, o kadar.
Blog Widget by LinkWithin

Etiketlerim..

...

"Hayat, özellikle, yazılanları okumak, çekilenleri seyretmek ve tabii ki pişirilenleri yemek için çok kısa, biraz koşmak lazım... "
myspace graphics

Free Counters

Hayatın İçinden...

 

Divitim... | Creative Commons Attribution- Noncommercial License | Dandy Dandilion Designed by Simply Fabulous Blogger Templates