31 Ekim 2012 Çarşamba

Saklambaç...



Geçenlerde izlediğim bir filmde çocuk gözlerini kapatmış, bağırıyordu: “Ready or not, I’m coming!”, yani bildiğimiz “Önüm arkam sağım solum sobe, saklanmayan ebeee!”. O noktada aklıma düştü, yabancıların Hide and Seek dedikleri Saklambacımızın tarihçesi nedir diye?

Genel olarak kural bir kişinin ebe olup, diğerlerinin saklanması, ebenin belli bir sayıya kadar saydıktan sonra saklananları aramaya başlaması, ilk bulduğunun da bir sonraki ebe olması şeklinde olsa da, bulunanların ebeye diğerlerini aramakta yardımcı olması veya bir kişi saklanırken gruptaki diğer kişilerin birlikte onu araması şeklinde de çeşitlenebiliyormuş.

Tarihçesine baktığımızda ise, günümüzdeki Saklambaç’ın, 2. yüzyılda yunanlı yazar Julius Pollux’un bir kitabında tarif ettiği Apodidraskinda isimli oyuna çok benzediğini görüyoruz.

Oyun ilginç bir şekilde tüm dünyada farklı isimlerle oynanıyor. Mesela bizim Saklambacımız, Amerika’da Hide and Seek, İspanya’da El Escondite, Fransa’da Jeu de Cache-Cache, İsrail’de Machboim, Güney Kore’de Sumbaggoggil, Romanya’da ise de-av-ati Ascunselea ismini alıyormuş.

Salmon Fishing In the Yemen...


Hani bir fıkra vardır;

“Adamın biri gazetede gördüğü seçkin bir şirketin iş ilanına başvurur ve kısa bir süre sonra da görüşmeye çağırılır. Görüşme olumlu geçer ve prensipte anlaşıldıktan sonra çalışma koşullarına gelindiğinde müstakbel patronuyla aralarındaki konuşma şöyle gelişir.

 A:Beyefendi bilmeniz gereken bir mevzu var ki, ben 5 bin dolardan aşağı bir ücretle çalışmam

P:Aman efendim dert ettiğiniz şeye bakın biz zaten 7500 dolardan aşağı maaş vermiyoruz kimseye.

 A: Harika! ancak bir mevzu daha var ki bana tahsis edeceğiniz araba iyi bir araba olmalı üstelik son model.. zira başka türlü çalışamam..

 P: Hah hah haa hiç merak etmeyin biz zaten bütün çalışanlarımıza 4x4 veriyoruz, üstelik Chrysler.

Adam gittikçe hem sevinmeye hem de endişelenmeye başlar, ama böyle bir fırsatta ele geçmez deyip devam eder konuşmasını sürdürmeye..

A: Peki yalnız çalıştığım ortam stresli olursa ben verimli olamam.. bunedenle sadece benim için çalışacak bir hizmetli ve bir de özel asistan ile yardımcı istiyorum..

Müstakbel patron aynı rahatlıkla cevap verir..:

P: Bu konuyu da düşünmeyin efendim zaten şirketimizin bir reviri bu revirde istihdam edilmiş her bir çalışan için özel hizmet verecek masözlerimiz var...

Adam artık iyice afallamıştır ve dayanamayıp sorar:

"Şaka yapıyorsunuz herhalde?!"

Patron cevap verir:

Ama önce siz başlattınız...!”

İşte aynen bu tatta başlıyor Salmon Fishing In the Yemen... Yemen Şeyhi, ülkesine bir vizyon kazandırıp, gelecek nesillere farklı bir ülke bırakabilmek idealini, hobisi olan balıkçılıkla birleştirip, Yemen’de somon avlanabilecek bir ortam yaratmak için harekete geçiyor. Kendisine yardımcı olması için görüştüğü danışmanlık şirketi, İngiliz Hükümeti’nde Balıkçılık Bakanlığı’nda görevli bir uzmanla, konuyla ilgili bağlantıya geçtiğinde de adamın fikre reaksiyonu aynı fıkradaki gibi oluyor. Tek farkla Şeyh gerçekten bu ideal uğruna ne istenirse vermeye hazır...


 
Salmon Fishing In the Yemen, geçen senenin keyifli filmlerindendi. İnanç, umut, harcanan hayatlar ve dogmaların insanlar ve idealler üzerine etkilerini irdeleyen ve Paul Torday'in aynı isimli eserinin sinemaya uyarlanan filmin yönetmeni, Abba’nın da tüm kliplerini çekmiş, Chocolat’tan hatırlayabileceğiniz, İsveçli, Lasse Hallström. Oyuncu kadrosu ise oldukça sağlam; Balıkçılık uzmanı rolünde Ewan McGregor, danışmanlık şirketi temsilcisi Emily Blunt, Şeyh Amr Waked ve biraz karikatürize edilmiş İngiltere Başbakanlık Basın Danışmanı rolünde Kristin Scott Thomas.


17 Ekim 2012 Çarşamba

Carmina Burana / BİFO...

Borusan Filarmoni Orkestrası'nın, 2012 - 2013 sezonu açılış konserindeki, sonunda salon yıkılırcasına alkış alan, Carmina Burana performansı, son dönemde katıldığım etkinlikler içindeki en özellerinden biriydi.
 
Gerek orkestra, gerek solistler (Nazlı Deniz Boran / Soprano, Vasily Khoroshev / Kontrtenor, Eralp Kıyıcı / Bariton), gerek Borusan Çocuk Korosu, gerekse de şef, müthiş bir şölen sundu bize. Orkestra şefinin konser sırasındaki rolü hep biraz soru işaretliydi benim için. Taaki dün akşam, 1999 yılında Gürer Aykal'ın yönetiminde kurulan BİFO'yla, 2009'da Aykal'ın onursal şefliğe getirilmesiyle sanat yönetmeni ve sürekli şef olarak çalışmaya başlayan, Avusturya'lı Sascha Goetzel'i izleyene kadar. Konser boyunca eseri resmen içinde yaşadı desem abartmış olmam.
 
Klasik müziğe en uzak kişilerin bile en azından O Fortuna'sını bildiği Carmina Burana, 1895 - 1982 yılları arasında yaşamış Carl Orff'un 1937'de yazdığı, belki de en önemli ve en çok bilinen eseri.
 
İlk çağlardan alına bir simgeyle, sürekli dönen ve birbirini izleyen iyi ve kötü şansı yansıtan talih çemberiyle sahnelenen Carmina Burana'nın, çok sade yazılmış olmasına rağmen, kazandığı büyük başarı çok eleştirilmiş, hatta ciddi bir beste sayılamayacağı bile öne sürülmüş. Ancak karmina Burana'da sadelikle çarpıcı ritimlerin ustaca kaynaştırılması, gereksizin ve gösterişin tümüyle ayıklanması, hem eğlendiren, hem de düşündüren Orff'un ince zekasını, tiyatrodaki büyük deneyimini ve bilgisini gösterir.
 
Düzenli biçimde değişen insan yaşamını yansıtan ve bir ibret dersi veren bu sahne kantatı, Talih, Baharda, Çayırlarda, Taverna'da, Aşk Bahçesi, Blanziflor ve Helena, son olarak da yine Talih adlı yedi bölümden ve içindeki 25 parçadan oluşuyor.
 
Ağzınıza bir kaşık bal çalmak için, eserin en bilinen bölümü, Fortuna Imperatrix Mundi / Talih, Dünya Kraliçesi...
 
O Fortuna / Ey Talih,
velut luna / tıpkı ay gibi
statu variabilis, / şeklin hep değişir;
semper crescis; / ya daima büyürsün
aut decrescis; / ya da küçülürsün;
vita detestabilis / zalim yaşam
nunc obdurat / bi bakarsın zordur,
et tunc curat / ve bi bakarsın gözetler,
ludo mentis aciem, / aklın kumara yatkınlığını;
egestatem, / zavallılık,
potestatem / güçlülük
dissolvit ut glaciem. / tıpkı buz gibi erir
 
Sors immanis / Gaddar ve
et inanis, / anlamsız,
rota tu volubilis, / dönen bir tekerleksin;
status malus, / eğer şansın kötüyse
vana salus / sağlığın boşuna
semper dissolubilis, / eriyip gider;
obumbrata / kasvetli
et velata / ve gizlice
michi quoque niteris; / beni de harap ettin;
nunc per ludum / şimdi kumar masasında
dorsum nudum / sırtım çıplak
fero tui sceleris. / görüyorum götürdüklerini.
 
Sors salutis / Sağlık şansı
et virtutis / ve dayanıklılık
michi nunc contraria, / bana karşıdır,
est aflectus / kötüledi
et defectus / ve mahvoldu
semper in angaria. / sana hizmet uğruna.
Hac in hora / Hemen şimdi
sine mora / gecikmeden
corde pulsum tangite; / dokun ses veren tellere;
quod per sortem / ve güçlü adamı
sternit fortem, / yere vuran için,
mecum omnes plangite! / benimle ağlayın hepiniz!
...
 
 
Vakti olanlar içinse, Berlin Filarmoni Orkestrası'ndan eserin tümü...
 

15 Ekim 2012 Pazartesi

İstanbul'un Sergileri...

Her ne kadar batılıların ve Hollywood’un gözünde hala köhne ve geri kalmış bir Arap şehri gibi algılansa veya gösterilmeye çalışılsa da İstanbul, sanattan spora, modadan kültüre, bir çok farklı organizasyonu aynı anda  hayata geçirebilecek bir kapasiteye sahip artık.
İşte bu çeşitliliğin çok önemli bir parçasını oluşturan uluslararası sergiler, Ekim ayıyla birlikte, uzun sayılabilecek bir zamanı İstanbul’da geçirmek için, kapılarını açtı. Hazır önümüde bayram ve beraberinde de uzunca bir tatil imkanı varken, belki değerlendirmek istersiniz diye, alternatifler;
Monet / Sakıp Sabancı Müzesi
 Monet’nin Bahçesi” sergisi Marmottan Monet Müzesi işbirliğiyle, 9 Ekim 2012 - 6 Ocak 2013 tarihleri arasında, 10. yılını kutlayan Sakıp Sabancı Müzesi’nde (SSM) olacak. Çiçek ve doğa temalı tabloların yer aldığı sergi; “Belki de ressam olmayı çiçeklere borçluyum.” sözlerinin sahibi Monet’nin olgunluk dönemindeki sanatsal üretiminin ana temasını oluşturan Giverny Bahçesi’ne yoğunlaşıyor.
 Sergide, izlenimcilik akımına ismini veren Claude Monet’nin Giverny Bahçesi’ndeki evi, geç dönem bahçe manzaraları, nilüferler ve ünlü Japon köprüsü tablolarının yanı sıra, yakın arkadaşı ressam Auguste Renoir imzalı Monet ve eşi Camille’in portreleri, kişisel eşyaları ve fotoğrafları da yer alıyor. Sanatçının bahçe tutkusunu ve büyük önem verdiği aile yaşamını yansıtan sergide, Monet, 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar uzanan sanat yaşamında sergilediği yenilikçi yaklaşımlarla, 1940 ve 50’lerin geleneklere karşı gelen genç sanatçılarına ilham veren kimliğiyle tanıtılıyor.
Altın Çocuklar / Pera Müzesi

Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi ise, 13 Ekim 2012 – 6 Ocak 2013 tarihleri arasında içeriği açısından dünyadaki tek örnek olan Yannick ve Ben Jakober Vakfı Çocuk Portreleri Koleksiyonu’ndan bir seçki sunuyor: “Altın Çocuklar 16.–19. Yüzyıl Avrupası’ndan Portreler”.

Sergilenen elli yedi çocuk portresi, çeşitli ülkelerden soylu ve aristokrat çocukları betimlerken, Avrupa’nın siyasi tarihine, aristokrasi geleneklerine, inançlarına ve moda akımlarına ışık tutuyor ve bu portreler aracılığıyla bir anlamda Avrupa portre geleneğine de bir bakış sunuyor. Seçkide yer alan, Jakober Vakfı Koleksiyonu’ndan İmparator Süleyman’ın Kızı Mihrimah Sultan’ın Portresi’ne sergiyi konuk eden Suna ve İnan Kıraç Vakfı Oryantalist Resim Koleksiyonu’ndan Şehzade Abdürrahim Efendi portresi eşlik ederek, Osmanlı Hanedanlığı’nın iki önemli figürünü izleyicilerle paylaşıyor.

İstanbul Tasarım Bianali – Musibet / İstanbul Modern

İstanbul Modern, İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından İstanbul’da ilk kez düzenlenen ve ana teması “Kusurluluk/ Imperfection” olan 1. İstanbul Tasarım Bienali‘nin iki küratör sergisinden birine ev sahipliği yapıyor.

13 Ekim - 12 Aralık 2012 tarihleri arasında İstanbul Modern’de düzenlenecek, küratörlüğünü Emre Arolat’ın üstlendiği “Musibet / Büyük Dönüşüm Ekseninde, Tasarımda Bağlam ve Anti-Bağlam’ın Estetizasyonu” isimli sergide, İstanbul’da ve Türkiye’nin farklı kentlerinde yaşanan kentsel dönüşüm süreçleri ve bu süreçlerle kol kola giden, biri bağlamın ve özgüllüğün, diğeri bağlamsızlığın ve yeniciliğin estetizasyonu olarak adlandırılabilecek birbirine zıt iki tasarım yönelimi ele alınıyor. Bulunduğu bağlamı problemli hale getiren toplu konut projeleri, kentsel dönüşümlerle yeniden üretilen sosyal eşitsizlikler, mimarlığın ve kent planlamasının iktidarların kendi politik güçlerini gösterdikleri araçlar haline gelmesi ve kamusal yapılara kimlik dayatan sahte tarihselcilik yönelimleri gibi İstanbul’da ve Türkiye’nin farklı kentlerinde yaşanan pek çok güncel deneyim, sergi çerçevesindeki sorunsallaştırma dizileri üzerinden masaya yatırılıyor.

10 Ekim 2012 Çarşamba

W./E.



Bir adam ve bir kadın... Amerikalı kadın genç yaşta yaptığı ilk evliliğinde, sarhoş kocasından şiddetli eziyet görüyor ve hamileyken karnına aldığı darbeyle çocuğunu kaybediyor. İkinci evliliği sırasında da, kocası sayesinde girdiği sosyetede adamla tanışıyor. Evli ama kocasından başka adama aşık bir kadındır artık. İngiliz adamsa, çook popüler, genç bir bekardır. Ana dili gibi almanca, iyi derecede fransızca ve ispanyolca konuşur. Yıllar içinde hayatına farklı kadınlar girmiş olsa da mutluluğu ve aşkı, evli bir amerikalı kadında bulur.

Böyle anlatınca, biraz acılı ama pekte romantik bir aşk hikayesi gibi gözüken öykünün, adamın İngiltere Veliaht Prensi VIII: Edward olması sebebiyle bambaşka bir açısı var aslında. Çünkü baba aniden ölünce taht sırasındaki Edward, kral ilan ediliyor. Ancak ingiliz halkı ve parlamento, Kral’ın ikinci kocasından da bu esnada boşanan dul bir Amerikalı ile evlenmesini asla onaylamıyor. Bunun üzerine Edward, aşık olduğu kadınla birlikte olamadıktan sonra kral olmanın bir önemi olmadığını ifade ettiği müthiş konuşmasını yaparak, sadece 325 günlük krallıktan sonra, 11 Aralık 1936’da görevinden istifa ediyor. Hatırlarsınız sonrasını da iki sene önce oskar alan “King’s Speech” filminde izlemiştik.

W./ E., Film Ekimi kapsamında izleme fırsatı bulduğum, yukarıdaki hikayenin, şaşırtıcı ama, Madonna tarafından, sinamaya aktarılmış hali. İsim de, Wallis ve Edward’ın baş harflerinden oluşuyor.

İsmi, annesi tarafından, Wallis Simpson’u anmak için, “Wallis” konmuş, bir taraftan kötü bir evliliği sürdürmeye çalışırken, bir taraftan da kocasının tüm karşı çıkmalarına rağmen çocuk sahibi olmaya uğraşan bir kadının, Sothby’s’de düzenlenecek Wallis ve Edward’ın eşyalarından oluşan müzayedeye gidip gelirken, her bir parçada karşımıza çıkan o günlere ait başka bir sahneyle paralel kurgulanan hayatını anlatıyor film.

Bence filmin en önemli özelliği, anlatım içinde olayı günümüzle çok başarılı bir şekilde kurgulamasının yanında, herkesin bildiği, “Sevdiği kadın için tahtı bırakan Kral” söyleminin dışında bir noktaya taşıması  ve “Peki bu esnada “Kadın” nelerden vazgeçti veya nelere göğüs germek zorunda kaldı?” sorusunu çok güzel bir şekilde sorması ve biraz da anlatması.

Her ne kadar filmin IMDB Puanı düşük olsa da, seyreden grup olarak hepimiz gerek kurguyu, gerek oyunculukları, gerekse de bakış açısını çok beğendik.





9 Ekim 2012 Salı

Vişne Bahçesi / Şehir Tiyatroları...


 
Geçen sezon kapanışı sırasında ortaya çıkan yönetim değişikliği kaosundan sonra, 2012 – 2013 sezonunun nasıl başlayacağı merakla beklenir olmuştu. Bünyede çok sıkıntı yaşansa da, biz 3. Şahıslara etki henüz o kadar da olmadı diyebilirim. Mesela programa alınır mı bilmem ama Kabare, hala repertuarda gözüküyor ancak Nazım Hikmet yerine beklendiği üzere, Necip Fazıl gelmiş.

Ekim programında beni heyecanlandıran, geçtiğimiz yıllarda oynanan ama sonrasında programdan çıkartılan Anton Çehov’un Vişne Bahçesi’nin tekrar sahnelenmeye başladığını görmek oldu. Büyük bir hevesle de, sezonun açılış biletini bu oyuna aldık.

Vişne Bahçesi, Anton Çehov’un 44 yıllık kısa hayatında yazdığı son oyun. Oyunda, Rusya’nın çöküş döneminde serveti tükenmiş, aristokrat bir aile konu ediliyor. Ellerinde kalan tek varlıkları olan Vişne Bahçesi satılmak üzeredir. Ellerinden kayıp giden hayatlarına sembolik olarak bu bahçe üzerinden bağlanan aile ile devrim sürecinde palazlanan burjuva sınıfının karşı karşıya gelişi oldukça dramatik bir şekilde anlatılıyor.

Yıllar içinde klasikleşen eser, bugüne kadar defalarca sahnelenmiş. Bu versiyonda yönetmen koltuğunda, son yıllarda, İstanbul Efendisi ve Şark Dişçisi gibi oyunlarla adından sıkça söz ettiren ve bir çok ödül alan Engin Alkan oturuyor. Engin Alkan, tarz itibariyle, mevcut yapı üzerinde oynamayı seven bir yönetmen. Metin Şark Dişçisi gibi eklektik olunca yaptığı bu “oyunlar” kabul edilebilir, hatta ayrı bir aroma katmış oluyor ancak Cehov’un Vişne Bahçesi gibi klasikleşen bir eser söz konusu olunca, yapılan “oyunlar” bizim damağımızda çok acı bir tat bıraktı. Mesela dönem itibariyle blue jean var mı yok mu diye sorgulamayı bitirmemiştik ki, Çarlık Rusyası’nın son döneminde karşımıza çıkan walkman’li oyuncu ile kafamız iyice allak bullak oldu.

Biz oyunu Muhsin Ertuğrul’daki ikinci gecesinde izlemeye gittik. Yeni yapıldığı halde, akustiği çok kötü olduğu için, arka sıralara ses gitmeyen salonda, bu sorunu çözmek için sahneye mikrofon koymuşlar. Bu da maalesef, tiyatroda özünden kaynaklanan, oyuncudan seyirciye uzanan doğal ses akışını mekanik hale dönüştürmüş. Diğer taraftan kendilerince sosyal iyilik yapmak adına, oyun boyunca, işitme engelliler için, üst yazı uygulaması yapılmaya başlanmış. Ancak hem senkronizasyon sorunu olduğu, hem de yine tiyatronun özü gereği, sahnedeki oyuncular, metne birebir bağlı kalmadıkları, izleyici olarak da sizin gözünüz ister istemez o üst yazıya kaydığı için bu uygulama – en azından bizde – ciddi bir konsantrasyon bozukluğuna sebep oldu.

Sonuç olarak, anlamsız şekilde modifiye edilmiş oyundaki, - “bizce” - kötü ve abartılı oyunculuğa çok fazla dayanamayıp 4 perdelik oyunun ilk perde arasını bile bekleyemeden çıktık.

5 Ekim 2012 Cuma


4 Ekim 2012 Perşembe

The Newsroom...

Açılış sahnesi... Bir üniversitenin konferans salonu... Üç konuşmacı ve bir moderatör. Konuşmacılardan ikisi çok heyecanlı ve hevesli, diğeri  - Will - ise sıkılmış ve bıkkın! Arka arkaya gelen sorulara bir şekilde cevaplar verilirken, bir kız öğrenci ayağa kalkıyor ve "Why is America the greatest country?", “Amerika’yı dünyanın en harika ülkesi yapan şey nedir?” diye soruyor. Bu soruya diğer konuşmacılardan gelen cevaplar, kalıplaşmış ve aynı.. Özgürlük, fırsatlar, refah… Öğrencilerden alkışlar vs.. Klasik amerikan yaklaşımı.. Sonra sıranın Will’e geçmesiyle, Will’in esprili fakat kaçak cevapları geliyor. Ama moderatör, Will’i bu cevapla bırakmayacağını söylüyor. Will sinirleniyor ve bu arada konukların arasından birinin bir kağıda yazdığı notu görüyor. “It is not, but it can be” (Değil, ama olabilir). İşte bu tanıdık gelen yardımdan sonra Will müthiş bilgisiyle, bence diziler tarihinin en özel ve anlamlı konuşmalarından birini yapmaya başlıyor:

“...

Amerika dünyanın en iyi

ülkesi falan değil, Profesör.

Al sana cevap.

- Yani diyorsun ki--

- Evet.

- Biraz da...

- Günah benden gitti. Sharon, NEA'dan bir halt olmaz. Evet, her ay maaşımızdan kesilen

bir peni NEA'ya gidiyor, ama böylece Lewis kafasına estiği vakit bu durumu senin başına kakabilir.

NEA milyon dolarlara değil, oylara mâl oluyor.

Yayın sürelerine ve köşe yazısı uzunluklarına mâl oluyor.

Halk niye liberalleri sevmiyor, söyleyeyim mi?

Çünkü işleri güçleri kaybetmek.

Ulan liberaller o kadar zekiyse, ne bok yemeye her seferinde kaybediyorlar?

- Ne diyo...

- Hiç istifini bozmadan öğrencilere Amerika'nın yıldız-süslü

bayrağıyla anlı şanlı bir ülke, dünyada özgürlüğe sahip tek halkın da bizler olduğunu falan mı söyleyecektin?

Kanada da özgür. Japonya da özgür. Birleşik Krallık, Fransa, İtalya, Almanya, İspanya, Avustralya. Belçika da özgür!

Dünya üzerinde 207 egemen devlet var, bunların 180 kadarı ise özgür.

- Tamam o halde--

- Ha, bir de, baksana, kızlarevi üyesi. Olur da bir gün kazara kendini oy kabininin içinde bulursan diye söylüyorum, aklında tutman gereken bazı şeyler var ve bu şeylerden biri de dünyanın en iyi ülkesi olduğumuz açıklamasını destekleyecek hiç ama hiçbir kanıtın bulunmadığıdır.

Okuryazarlık oranında 7. sıradayız, matematikte 27.'yiz, bilimde 22., ortalama yaşam süresinde 49.,

bebek ölüm oranında 178., ortalama hane gelirinde 3., işgücü oranında 4. Ve ihracatta da 4. sıradayız.

Yalnızca üç kategoride dünya çapında lideriz: Kişi başına düşen hapse atılmış vatandaş sayısında, meleklerin varlığına inanan yetişkinlerin sayısında ve listede sıradaki 26 ülkenin toplamından daha fazla harcama yaptığımız savunma konusunda, kaldı ki bunların 25'i bizim müttefikimiz.Tamam, bunların hiçbiri 20 yaşında bir üniversite öğrencisinin suçu değil tabii, ama yine de şurası kesin ki, Gelmiş geçmiş (nokta) en (nokta)kötü (nokta) neslin bir üyesisin. Kısacası, bizi dünyanın en iyi ülkesi yapan nedir diye sordun ya,neyi kastettin, bi' bok anlamadım.

-Yosemite'yi mi?

Şüphesiz eskiden en iyiydik. Doğru olanı savunurduk. Ahlaki gerekçeler uğruna mücadele ederdik.

Ahlaki gerekçeler uğruna yasalar çıkartır ya da iptal ederdik. Fakir halklara değil, yoksulluğa karşı savaş açardık. Fedakârlıklar yaptık. Komşularımıza önem verdik. Atıp tutmaz, icraata bakardık ve asla dövünüp durmazdık. Büyük kocaman yapılar inşa etmiş,imanla çatışan teknolojik ilerlemeler kaydetmiştik, evreni keşfetmiş, hastalıkları tedavi etmiş ve dünyanın en büyük sanatçılarını

yetiştirmiş ve dünyanın en büyük ekonomisine sahip olmuştuk. Gözümüz yükseklerdeydi o zamanlar, adam gibi hareket etmiştik. Bilginin peşinde koşmuştuk. Aşağılamaya kalkmamıştık. Peşinde koştuk diye kendimizi değersiz hissetmemiştik. Son seçimde kime oy verdiğimiz kişiye göre kendimizi tanımlamaz ve öyle kolay kolay korkmazdık. Elimizde bilgi olduğu için, bu anlattığım kişiler olmaya ve bu anlattığım şeyleri yapmaya muktedirdik o zamanlar. Büyük adamların, saygıdeğer adamların eseri.

Bir sorunu çözmek için atacağınız ilk adım ortada bir sorun olduğunu kabul etmek olmalıdır. Amerika artık dünyanın en büyük ülkesi değil. Yeterli mi?

...”

İşte bu Shylock’un Venedik Taciri’ndeki performansıyla yarışabilecek tirad, son dönemde ortalığı kasıp kavuran HBO’nun yeni yapımlarından The Newsroom’dan.

Çok tempolu, bol tartışmalı, uzun diyaloglu, lafını sakınmayan, karakter odaklı klasik bir Aaron Sorkin hikayesiyle karşı karşıyayız. Senaryonun, dizi sevenlerin The West Wing’den, film severlerin ise The Social Network ve Moneyball’dan hatırlayacakları, Sorkin'e ait olduğu ilk andan itibaren rahatlıkla anlaşılabiliyor. Haberciliğin Jay Leno'su olarak adlandırılan, kimseye bulaşmadan popülerliğini koruyan haberci Will McAvoy'un üzerinden ilerleyen politik bir drama the Newsroom. Dizi, bu bana dokunmayan yılan bin yaşasın felsefesiyle hareket eden sunucunun "Why is America the greatest country?" sorusuna zorlamalar sonunda verdiği yukarıdaki zehir zemberek cevapla, rengini daha açılışta belli ediyor. Etkileyici açılış sahnesi aynı zamanda dizinin aldığı eleştirilerin ve tepkilerin de kaynağı.
 
The Newsroom’da, Soğuk Savaş (bunu takiben de 11 Eylül) sonrası tartışma düzeyi yerlerde sürünen Amerikan kamuoyuna kendisine gelmesini, ciddi konuları konuşmasını, ilim ve irfan düzeyini yükseltmesini salık veren bir didaktiklik, arkadaşlar ve meslektaşlara karşı olması gereken bir bağlılık, savunma ve sadakat duygusu ve hakiki ve saf aşkın alevinin – ki bu romantik aşk da olabilir, ideallere olan aşk da – hayata geçmesi çok uzun sürse de hiçbir zaman sönmeyeceği temaları bir loop içinde tekrar ediyor. Elbette bunun en önemli sebebi, senaristin Aaron Sorkin olması.

The Newsroom”un ana karakteri, Jeff Daniels tarafından canlandırılan Will McAvoy. İlk sezon boyunca sıklıkla Don Kişot’a benzetilen Will, milliyetçiliğin üst sınırlarda yaşandığı bir ülke olan Amerika’nın aslında “en iyi ülke” olmadığı fikrini ağzından kaçırıyor ve habercilik kariyeri tepetaklak oluyor. Bütün ekibi programı terk ediyor. Sam Waterston tarafından oynanan haber müdürü Charlie ise Emily Mortimer tarafından hiç zorlanmaksızın oynanan, bir savaş muhabiri ve aynı zamanda da Will’in eski sevgili olan, başka türlü bir habercilik yapmak isteyen, Mackenzie MacHale’i “News Night”ın başına getiriyor. Oyuncu kadrosu, başarılı ama cesaretsiz karakterini sempatikliğiyle maskeleyen başarılı oyuncu John Gallagher Jr., kariyer peşinde koşarken aşkta yüzü gülmeyen Maggie karakteriyle Alison Pill, Will’in kaprisleri yüzünden çileden çıkıp, gündüz haberlerine geçme kararı alıp MacHale’in gelişiyle yeni bir sayfa açan Don Keefer karakteriyle Thomas Sadoski, güzelliğinin ve yeteneğinin zirvesindeki Olivia Munn ve “Slumdog Millionaire” ile tanıdığımız Dev Patel ile tamamlanıyor.

Özellikle medya çevresinden diziye yapılan en büyük eleştri, gerçek hayattaki olayları kullanması.  Öyle ki, dizinin ilk bölümünün büyük bir kısmı 20 Nisan 2010’da, yani Meksika Körfezi’ndeki Deepwater Horizon patlamasının olduğu gün geçiyor.  Daha sonra dizi, Kongre Üyesi Gabrielle Gifford’ın başından vurulması, Tea Party’nin ara seçimlerde kazandığı başarı veya Osama Bin Ladin’in öldürülmesi gibi ABD’de siyasetinde son iki yılın diğer kilometre taşlarını da hikayesinin içine katıyor.  Burada iki leştri çok ön plana çıkıyor. Birincisi, iki sene önce olmuş olaylara, şimdi tüm bildiklerimizle bakarak, dizi karakterlerine gerçekte var olmayacak bir avantaj verdiği. Bunu da, medyayı yargılamak için kullanması.  Bundan da öte, olmuş bitmiş olayları kullanarak dramın en önemli unsurlarından biri olan sürpriz faktörünü yok etmiş olması.

Aldığı olumsuz eleştirilere rağmen IMDB’de 8,7’lik bir beğeni oranı yakalayan The Newsroom, HBO’dan ikinci sezon onayını aldı bile. İlk sezonunu 10 bölümde kapatan dizi, Pazar günleri de CNBC-E’de yayınlanıyor.

2 Ekim 2012 Salı

Selimiye..."Bir Durma Biçimi!"


Hani şair diyor ya; “Bu yol bir yere gitmez, o bir durma biçimidir!” diye, işte bana göre de Selimiye, hayatın koşuşturması içinde bir “durma biçimi”...

Marmaris’e 35-40 km uzaklıktaki bu küçücük cennetten, blogger bir arkadaşım vesilesiyle haberdar olmuştum. Çektiği fotoğrafların birinde, “Başka yerde ölüp nur içinde yatacağına, Selimiye’de nur içinde yaşa!” yazıyordu. İşte o yazı ve o fotoğraf sonrasında karar vermiştim, bir sonraki tatilimi orada yapmaya.
 

Eskiden sadece deniz yoluyla gidilebilen Selimiye’ye, şimdilerde, Marmaris’ten Datça’ya giden yolun hemen hemen üçte birine geldiğinizde sola sapıp, yine hepsi birbirinden özel ve güzel, küçük birer cennet olan, Hisarönü, Orhaniye ve Turgut’u geçip ulaşıyorsunuz. Ulaştığınızda da hayat sanki duruyor.
 

Selimiye, son dönemde özellikle teknesiyle dolaşan yabancı turistler arasında çok revaçta olsa ve genel ekonomisi bu talebe yönelik restaurant ve konaklama üzerinden işlese de, özünde, var olan tek ve daracık caddesinde inekler, kazlar veya keçiler dolaşan, yerli kadınların her sabah evlerinin bahçelerindeki odun fırınlarında mis gibi bazlama yapıp sattığı, erkeklerin ise turistik bir iş yapmıyorlarsa, kahvede vakit öldürdükleri bir köy.

Nispeten lüks sayılabilecek iki otelin dışındaki konaklama imkanları pansiyonlar seviyesinde ancak müşteri kitlesinin seviyesiyle doğru orantılı olarak temizlik hepsinin olmazsa olmazı. Bazılarını diğerlerinin önüne çıkartan şey, tam önlerinden o billur sulara girilebiliyor olması. Gerek yemek gerekse de konaklama mekanları arasında fark yaratanlarda gözlemlediğim ortak özellik ise, tabelalardan, kapı numaralarına, aydınlatmalardan masa süslemelerine kadar özel ve şık tasarım detaylarının kullanılması.
 
 
 

Selimiye koyunu bir ucundan diğerine yürüdüğünüzde mesafe yaklaşık 6.5 km. Yürüyüş dışında yüzmek ve güneşlenmekten sıkılırsanız!, civar koyları dolaşan, günlük tekne turlarına katılabilir, kano veya deniz bisikleti ile koyu turlayabilirsiniz. Akşamları da, rüzgarsız havada tüm ışıkların denizde yansıma yaparak yarattığı ambiansa, tazeliği garanti balık, günlük mezeler ve rakı eşlik ediyor. Size de bu “durgunluga” ayak uydurmak kalıyor...
 
 

Blog Widget by LinkWithin

Etiketlerim..

...

"Hayat, özellikle, yazılanları okumak, çekilenleri seyretmek ve tabii ki pişirilenleri yemek için çok kısa, biraz koşmak lazım... "
myspace graphics

Free Counters

Hayatın İçinden...

 

Divitim... | Creative Commons Attribution- Noncommercial License | Dandy Dandilion Designed by Simply Fabulous Blogger Templates