* Cömertlik
ve yardım etmede akarsu gibi ol.
28 Aralık 2012 Cuma
Mevlana'nın Yedi Öğüdü...
Yeni bir yıla girerken hepimiz için...
* Şefkat ve merhamette güneş gibi ol.
* Başkalarının kusurunu örtmekte gece gibi ol.
* Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol.
* Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol.
* Hoşgörüde deniz gibi ol.
* Ya olduğun gibi görün,ya göründüğün gibi ol
18 Aralık 2012 Salı
Arrow...
Arrow, teknesi okyanusta kaza
geçirip parçalanan, milyoner playboy Oliver Queen’in, ıssız bir adada 5 yıl
geçirdikten sonra, tesadüfen küçük bir balıkçı teknesi tarafından kurtarılmasıyla
başlıyor.
Her bölümde biraz biraz kazanın
nasıl olduğunu, kaza sırasında teknede kimler olduğunu, sonrasında yaşananları,
Oliver’in adaya nasıl çıktığını ve yalnız olduğunu düşündüğü adada kimlerle
karşılaştığını, 5 yıllık bir süreçte ne gibi bir değişim geçirdiğini, nasıl
kurtulduğunu, şehre döndüğünde ne bulmayı umduğunu, ne bulduğunu, nasıl biri
olarak kaybolduğunu ve nasıl biri olarak geri döndüğünü, nasıl bir misyonu,
niçin yüklendiğini ve bu yolda karşısına çıkan zorlukları izliyoruz.
Hikayenin çok bilindikmiş gibi
başlayıp esasında karmaşık bir bulmaca gibi olduğunu gördüğümde dizi beni çok
sardı. Birçok kişi de böyle düşünmüş olmalı ki, IMDB Puanı: 8.4
Başroldeki Stephan Amell’i çok tanımıyordum ama esas kız rolündeki Katie Cassidy’i Supernatural, Harper’s
Island ve Gossip Girl’den hatırlayabilirsiniz. Diğer önemli rollerde, Dexter’dan
tanıdığımız David Ramsey ve her daim
asalet timsali Susanna Thompson var.
Benim için dizinin süprizi ise,
yıllarca Dr. Who ve Torchwood’da Captain Jack Harkness olarak izlediğimiz John Barrowman’le, giderek önem kazanan
bir rolde karşılaşmak oldu.
17 Aralık 2012 Pazartesi
Etme.../ Mevlana...
Rivayete göre;
Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun etme...
Başka bir yar başka bir dosta meylediyorsun etme...
Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı
Hangi hasta gönüllüyü kasdediyorsun etme...
Çalma bizi bizden bizi gitme o ellere doğru
Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun etme...
Ey ay felek harab olmuş alt üst olmuş senin için
Bizi öyle harab öyle alt üst ediyorsun etme...
Ey makamı var ve yokun üzerinde olan kişi
Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun etme
Sen yüz çevirecek olsan ay kapkara olur gamdan
Ayın da evini yıkmayı kastediyorsun etme...
Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan
Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun etme
Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer
Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun etme...
Ey cennetin cehennemin elinde olduğu kişi
Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun etme
Şekerliğinin içinde zehir zarar vermez bize
O zehiri o şekerle sen bir ediyorsun etme…
Bizi sevindiriyorsun huzurumuz kaçar öyle
Huzurumu bozuyorsun sen mahvediyorsun etme
Harama bulaşan gözüm güzelliğinin hırsızı
Ey hırsızlığa da değen hırsızlık ediyorsun etme
İsyan et ey arkadaşım söz söyleyecek an değil
Aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun etme!!
Yıllar sonra iki olağanüstü yorum geldi bu yakarışa...
Diğeri Tuncel Kurtiz'den...
Mevlana ve Şems, yolları kesiştikten sonraki günler ve geceler boyu ilahi sohbetlere dalarmış. İkisi birlikte köşeye çekilerek tüm vakitlerini bu sohbetlere adarlarmış. O dönemde Mevlana otuz sekiz, Şems altmış yaşındaymış. Haklarında dedikodular o zamanlarda da şiddetiyle vuk-u bulurmuş ve Şems dayanamayıp, Konya'yı terk etmiş ve Şam'a yerleşmiş. Bir yıl sonra Şems, Mevlana'nın mektubuna karşılık vererek Konya'ya geri dönmüş. Mevlana havalara uçmuş, yüzü tekrar gülmeye başlamış. Fakat günlerce süren sohbetler akabinde dedikodular tekrar başlamış ve Şems bu sefer dönmemek üzere ortadan kaybolmuş.
Mevlana üzüntüsünden kahrolmuş, Şems'i aramak için iki kez Şam'a gitmiş ama bulamamış. Şems'i bulma umutlarını yitiren Mevlana, onun fiziksel varlığından ya da yokluğundan vazgeçip ve manen Şems ile, onun hayaliyle yaşamaya başlamış.
Şems, Mevlana'yı ve Konya'yı terk etmeye karar verdiği zaman, Mevlana ona "etme" diye yalvarmış, Etme!...
Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun etme...
Başka bir yar başka bir dosta meylediyorsun etme...
Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı
Hangi hasta gönüllüyü kasdediyorsun etme...
Çalma bizi bizden bizi gitme o ellere doğru
Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun etme...
Ey ay felek harab olmuş alt üst olmuş senin için
Bizi öyle harab öyle alt üst ediyorsun etme...
Ey makamı var ve yokun üzerinde olan kişi
Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun etme
Sen yüz çevirecek olsan ay kapkara olur gamdan
Ayın da evini yıkmayı kastediyorsun etme...
Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan
Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun etme
Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer
Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun etme...
Ey cennetin cehennemin elinde olduğu kişi
Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun etme
Şekerliğinin içinde zehir zarar vermez bize
O zehiri o şekerle sen bir ediyorsun etme…
Bizi sevindiriyorsun huzurumuz kaçar öyle
Huzurumu bozuyorsun sen mahvediyorsun etme
Harama bulaşan gözüm güzelliğinin hırsızı
Ey hırsızlığa da değen hırsızlık ediyorsun etme
İsyan et ey arkadaşım söz söyleyecek an değil
Aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun etme!!
Yıllar sonra iki olağanüstü yorum geldi bu yakarışa...
Diğeri Tuncel Kurtiz'den...
13 Aralık 2012 Perşembe
Bekle Beni! / Konstantin Simonov...
Konstantin Simonov'un sevgilisi Valentino Serova'ya yazığı, dünyanın en sevilen şiirlerinden biridir, Bekle Beni... Savaşın kanlı günlerinde, Konstantin sürekli düşündüğü büyük aşkı Valentino'ya seslenmiştir:
Bekle beni, döneceğim
Bütün direncinle bekle beni.
Bekle hüzün yağmurları
Gökyüzünü kaplayınca,
Karakış üşütürken bekle,
Sarısıcaklar yakarken bekle.
Kimseler beklemezken bekle beni,
Unut anılarla yüklü bir geçmişi
Ne bir mektup ne bir haber
Gelmesin ne çıkar, bekle beni
Bekle beni döneceğim
Bekle, yalnızca sen bekle beni.
Bekle beni döneceğim, bırak
Beklemekten usanmış dostlarım
Oğlum, anam, yoldaşlarım
Öldüğümü sansınlar benim
Umudu kesip bir ateşin başında
Beni yadedip içsinler ama sen
İçme sakın yürek acısı o şaraptan
İnançla, sabırla bekle beni.
Bekle beni, döneceğim
Tüm ölümlere inat bekle.
Çünkü o büyük bekleyişin
Düşman ateşinden kurtaracak beni.
Bekle kızgın sıcaklar içinde,
Karlar savrulurken bekle beni,
Yalnızca seninle ben, ikimiz
Ölümsüz olduğumuzu bileceğiz;
O sırrı, o hiç kimsenin bilmediği.
Kimseler beklemezken
Beni beklediğini...
Savaş sonunda Valentino'suna kavuşmuştur Konstantin ancak bir zaman sonra, Valentino'nun onu kendisi kadar sevmediğini düşünüp ayrılmıştır...
Yıllar geçer ve Valentino Simonov vefat eder. Görevliler ertesi sabah mezarında, üzerinde "bekle beni" yazan bir kart bulunan, bir hercai menekşe bulurlar...
Bekle beni, döneceğim
Bütün direncinle bekle beni.
Bekle hüzün yağmurları
Gökyüzünü kaplayınca,
Karakış üşütürken bekle,
Sarısıcaklar yakarken bekle.
Kimseler beklemezken bekle beni,
Unut anılarla yüklü bir geçmişi
Ne bir mektup ne bir haber
Gelmesin ne çıkar, bekle beni
Bekle beni döneceğim
Bekle, yalnızca sen bekle beni.
Bekle beni döneceğim, bırak
Beklemekten usanmış dostlarım
Oğlum, anam, yoldaşlarım
Öldüğümü sansınlar benim
Umudu kesip bir ateşin başında
Beni yadedip içsinler ama sen
İçme sakın yürek acısı o şaraptan
İnançla, sabırla bekle beni.
Bekle beni, döneceğim
Tüm ölümlere inat bekle.
Çünkü o büyük bekleyişin
Düşman ateşinden kurtaracak beni.
Bekle kızgın sıcaklar içinde,
Karlar savrulurken bekle beni,
Yalnızca seninle ben, ikimiz
Ölümsüz olduğumuzu bileceğiz;
O sırrı, o hiç kimsenin bilmediği.
Kimseler beklemezken
Beni beklediğini...
Savaş sonunda Valentino'suna kavuşmuştur Konstantin ancak bir zaman sonra, Valentino'nun onu kendisi kadar sevmediğini düşünüp ayrılmıştır...
Yıllar geçer ve Valentino Simonov vefat eder. Görevliler ertesi sabah mezarında, üzerinde "bekle beni" yazan bir kart bulunan, bir hercai menekşe bulurlar...
11 Aralık 2012 Salı
Gabriel'in Cehennemi...
Her öncü/iyi işte olduğu gibi,
Fifty Shades of Grey (FSOG) serisinin/tarzının da takipçileri geldi arkadan.
Takipçilerin kimi bu rüzgardan olumlu, kimi ise olumsuz etkilendi. İşte “Gabriel’in Cehennemi”, özünde, arka
planı sağlam, romantik bir aşk hikayesi olması haricinde, FSOG ile uzaktan
yakından ilgisi olmayan – en azından ilk kitap itibariyle – ama yayıncısı
tarafından piyasaya bu şekilde lanse edilen bir kitap / seri oldu. FSOG
serisini çok sevmiş, bununla ilgili de ciddi bir kulis yapmış biri olarak şunu
söyleyebilirim ki, Sylvain Reynard’ın yine toplamda 3 kitap olacak serisi,
altyapı olarak FSOG’in 2-3 gömlek üstünde.
Serinin ilk kitabı olan Gabriel’in
Cehennemi (Gabriel’s Inferno), Kanada Toronto Üniversitesi’nde Dante
Profesörü olan, elbette çok yakışıklı, Gabriel Emerson’la, kendisine 7-8
yaşından beri aşık, şu anda da yüksek lisans dersinde öğrencisi olan
Julianne’ın ilişkisini, çiftin yaşadığı gel – git’leri, Dante Alighieri (1265-1321)’nin dünyaca ünlü eseri İlahi Komedya’nın üzerine kurgulayarak
anlatıyor ve kitaplar da aynı Komedya’daki bölümleri takip ediyor; Inferno /
Cehennem, Purgetory / Araf, Paradise / Cennet...
Bildiğiniz gibi, İlahi Komedya, Dante tarafından 14.
yüzyılın ilk yarısında yazılmış, İtalyan edebiyatının en meşhur epik şiiri ve
dünya edebiyatının önemli bir başyapıtı.
Komedya'da Dante, ölüm sonrası
sırasıyla Cehennem, Araf ve Cennette geçen seyahati, hikâyenin kahramanı da
olan kendisinin ağzından anlatır. Orta Çağda "Komedya", "Tragedya'nın"
aksine sonu iyi biten hikâye anlamına gelirmiş. Yani, eserin adındaki "Komedya"
kelimesi, öyküsünün güldürü unsurları taşıdığı anlamına gelmiyormuş.
Orta Çağ ile Rönesans arasındaki
geçiş döneminde yazılmış ortaçağın döneminin bu şiiri, hayalgücü ve alegorik
tasavvuru, ölüm sonrası hayatı anlattığı öyküsü ile Hristiyan batı kiliseleri
tarafından benimsenmiş. Eserin orijinal adı "Komedya" olduğu halde,
1360 yılında Giovanni Boccaccio tarafından başına "İlahi" kelimesi eklenerek
Hristiyanlaştırılmış. Toskana lehçesi ile yazılan eser, bu lehçenin modern
İtalyan dili olarak gelişmesine de yardım etmiş.
İlk kitabın hoş, yazara göre de
oldukça anlamlı bir kapağı var. Yazar Sylvain Reynard’ın anlattığına göre
kapağın detayları şöyle kurgulanmış:
Alevler
Kahramanımız Profesöt Emerson,
içinde bulunduğu koşullar itibariyle varlığını hep Dante’nin koşullarına göre
yorumluyor.Kapaktaki alevler ve kitabın ismi, Gabriel’in kendini nasıl
tanımladığının bir yansıması. Profesörümüz kendini “Cehennemde” görüyor. Kitabın
devamını da göz önünde bulundurarak, yazar kapaktan Cehennem’den bir sembol,
elbette ki alevleri kullanmayı çok uygun bulmuş.
Erkek Figürü
Bu figürün önemini anlatabilmek
için öncelikle Auguste Rodin’in eserlerine bir göz atmakta fayda var. 1840 – 1917
tarihleri arasında yaşayan Rodin’in, belki de en bilinen iki eseri Düşünen Adam
(The Thinker) ve Öpücük (The Kiss). Daha az bilinen ise, bu iki eserin de,
Dante’nin Cehennemi’nden esinlenerek yapılan daha büyük bir işin parçaları
olduğudur.
1880 yılında, Rodin, Cehennemin
Kapısı / Gate of Hell, isimli anıtsal kapıyı yapması için görevlendirilir.
Kapının ortasında, en yukarıda
çok tanıdık bir figür oturur, Düşünen Adam / The Thinker. Ama kimdir bu Düşünen
Adam? Rodin’e göre, bu Dante veya kendisi olabilir. Keza sonra kendisi figürü,
The Poet / Şair, olarak tekrar isimlendirmiştir. Fakat demiş yazar, ben hala
Düşünen Adam’ı, Dante olarak tanımlamayı seçiyorum.
Gabriel’in Cehennemi’nin
kapağında, üstte, Rodin’in Düşünen adamı’na benzeyen, ancak iki ilgi çekici
farkı olan, bir erkek figürü görüyoruz. Düşünen Adam, elini çensinin altında
yumruk yapmışken, kapaktaki figür, iki elini birleştirmiş. Her ne kadar iki
figür de düşünceye dalmış gibi gözükse de, kapaktaki figürümüzün aşağıya bakan
gözleri, düşünmenin ötesinde bir eylem sergilediği fikrini veriyor.
Sevgililer
Kitabın kapağındaki son imajda,
çıplak olarak birbirlerine sarılmış, bir kadın ve adam görüyoruz. Kadının yüzü
yana dönmüş ve eli sevgilisinin saçlarında kaybolmuş. Adam ise, kadına sıkıca
sarılmış, ağzı omzunun üstüne gömülmüş, elleri ise sırtını okşuyor. Sarılmaları
nazik ama neredeyse umutsuz, ve
öpüşmüyorlar. Belki adam kadının omzunu öpüyor ama tam olarak emin olamıyoruz.
Kadına fısıldıyor, saedce omzunda dinlenip, içinde bulunduğu anın tadını
çıkartıyor veya belki de göz yaşı döküyor olabilir.
Bir kez daha, bu imajın anlamını
keşfetmek için, Rodin’in Cehennemin Kapısı isimli eserine bakmak zorundayız.
Cehennemin Kapısı’ndaki, Paolo ve Francesca’nın bu heykeli daha sonra The Kiss
/ Öpücük olarak adlandırılmış. Paolo ve Francesca’nın hikayesi, kitabın bir
bölümünde, Profesör Emerson tarafından anlatılıyor. Özetlemek gerekirse,
işledikleri şehvet günahı yüzünden, trajik ölümlerinde sonra, cehenneme
gönderiliyorlar. Rodin’in eseri, iki sevgili arasındaki tutkunun, tam dudakları
birleşmeden önceki anını, bize gösteriyor. İki figürde çıplak ve birbirine
sarılmış. Francesca’nın kolu, Paolo’nun boynuna sarılmış. Her ne kadar heykel
The Kiss / Öpücük olarak adlandırılsa da, çiftimiz gerçekte öpüşmüyor.
Tüm bu saydıklarımız, kapaktaki
çıplak çift için de söylenebilir. Birbirlerine tutkuyla sarılmışlar ama
öpüşmüyorlar. Her ne kadar pozisyonları ihtiraslı gibi dursa da, esasında bir
şehvet ateşi gözlemlemiyoruz. Duruşları sevgi dolu ve Rodin’in heykelinin
aksine, kadınla adam arasında boşluk yok.
Tüm bu detaylar ışığında, sizleri
oldukça derin bir kitap/seri beklediğini söyleyebilirim. Serinin ikinci kitabı,
Gabriel’s
Rapture / Gabriel Arafta, geçtiğimiz günlerde yayınlandı ancak ben
ikinci kitabı orijinalinden okumaya başladım. İmkanı olanlara tavsiye ederim.
Serinin son kitabı ise, şu anda yazılıyor. Yazar henüz kesin bir yayınlanma
tarihi ve resmi isim veremeyeceğini açıklamış.
4 Aralık 2012 Salı
Gerçek Hayattan Alınmıştır / Altıdan Sonra Tiyatro...
Buket Uzuner’in Su
isimli son kitabının giriş cümlesi, beni hiçbir kitabınkinin çarpmayacağı kadar
çarpmıştı. Çünkü ben yazsam daha iyisini kurgulayamazdım. “Yaz, sevmeyenler için, geçmesi beklenen bir hastalık gibidir!”.
İşte o kesinlikle benim ve yaz boyunca, o iç bunaltan nemli sıcakları yaşarken,
hep kış gelsin, tiyatro sezonu açılsın, Kumbaracı50’de bir oyun izleyelim,
sonrasında da İstiklal’de sıcacık kestane yiyelim diye hayaller kurdum. Niye
Kumbaracı50 bilmiyorum, eminim Küçük Sahne çıkışında da kestane yiyebilirdik
ama sanırım en son o şekilde yaptığımız için, hayallerimde kestane hep
Kumbaracı50’deki bir oyun sonrasında yendi. Hatta bu şekilde twitler gönderip,
arkadaşlarıma mesajlar attım.
Neyse, yaz ve o bunaltıcı günler,
şükür ki gerilerde kaldı ve biz iki hafta önce, aynı hayallerimdeki gibi, çok
tavsiye edilen bir oyunu izlemek içi, Kumbaracı50’ye gittik. Çıkışta da kestane
yeme programları yaparak.
Kumbaracı50, İstiklal Caddesi’nde,
Kumbaracı Yokuşu’nda, tahmin edebileceğiniz gibi 50 numarada, 1999 yılında,
çoğunluğu İTÜ'den mezun mimar ve mühendislerin bir araya gelerek kurduğu bir
grup olan “Altıdan Sonra Tiyatro”nun, performans mekanı.
Bugüne kadar mekanda 3-4 tane çok
sıkı oyun izledim. Artık malesef oynamadıkları O.B.E.B, bir klasiktir mesela.
“Gerçek Hayattan Alınmıştır”, bu
sezonun tazelerinden. Yiğit Sertdemir, aynı zamanda yazarı
olduğu oyunda, muhteşem bir de performans sergiliyor. Elbette karşısındaki
oyuncunun da Tomris İncer olduğunu özellikle belirtmeliyim. Bence Türk
Tiyatro tarihinin gelmiş geçmiş, en karakteristik, yüz ve sese sahip
oyuncularından biri kendisi.
Kesintisiz 1.5 saatlik oyunda, uzun
zaman sonra, ikisi için de çok özel bir mekanda, bir araya gelen adam ve
annesinin, geçmişe dönük hesaplaşmasını ve geleceğin barındırdığı sırlarla
nasıl yüzleştiklerini izliyorsunuz.
Zaman zaman içinde “in yer face – suratına tiyatro” öğeleri
de barındıran oyunun, gerek sahnelenişi, gerek dekoru, gerek ışıkları gerekse
de müzikleri o kadar başarılı ki, bittiğinde ben resmen yüzüme bir tokat yemiş
gibi oldum ve uzun süre, salon boşaldığı, görevliler mekanda sonraki oyun için
dekor değiştirmeye başladıkları halde yerimden kalkamadım. Ha, çıkışta kestane
mi nooldu? Oyunda düğümlenen midem ertesi gün bile kendine gelemediği için,
çıkıştaki kestane de direkt yalan oldu.
Bu güzelliği siz de yaşamak
isterseniz, oyun 7,8,21,22 Aralık’ta Kumbaracı50’de izleyebilirsiniz. Biletleri
Biletix’ten de alabilirsiniz ama gişeden ayırtırsanız, hem komisyon ödemiyorsunuz, hem de size yardımcı olmak için
elinden geleni yapan çok cici bir kızla muhattap oluyorsunuz.
28 Kasım 2012 Çarşamba
Total Recall...
Film, Paul Verhoeven'in yönettiği
1990 tarihli bilim kurgu klasiği Gerçeğe Çağrı’nın, Len Wiseman idaresindeki yeniden
çevrimi. Bir Philip Dick uyarlaması olan ilk film, çekildiği yılı da baz
alırsak, türün en zeki ve yaratıcı örneklerinden biriydi. 2012 tarihli
versiyonunda ise, tüm öykü ve ardındaki fikirler en basite indirgenerek, film
dur durak bilmeyen bir aksiyona dönüştürülmüş.
5 farklı kişinin kaleme aldığı senaryoda, Verhoeven'in filminden bazı önemli noktalarda ayrılıyor. Mars konusu tamamen çıkarılmış ve tüm öykü dünyada kurgulanmış. Kimyasal savaş sonrası yine dünyanın canına okumuşuz ve yaşanacak sadece iki alan kalmış. Tüm emperyalist güçler, Birleşik Britanya Federasyonu bünyesinde, Britanya ve civarındaki küçük bir bölgede toplanmış. Tüm alt sınıflar ve azınlıklar ise, dünyanın öbür ucunda, Koloni adıyla anılan Avustralya'da yaşıyor.
Koloni'deki çok sayıda insan, çalışmak için her gün Britanya adasına yolculuk ediyorlar. İnsanlar, sanki metroyla seyahat ediyormuşçasına, Koloni’den BBF’na, dünyanın merkezini geçerek ulaşan bir tür tüp kullanarak, işlerine gidiyor. Çoğu vasıfsız, çoğu BBF’ı yönetenlerin, direnişçilere karşı kullandığı robot askerlerin üretildiği fabrikada çalışıyor.
Filmin başında, fena pejmürde, karman çorman bir evde, güzel karısının yanında yatan adam, esasında uzun zamandır, sıklıkla gördüğü ve bir türlü anlam veremediği rüyasından uyanmaya çalışıyor. Film işte bu noktada, kahramanımız Douglas’ı oynayan Colin Farrell’in “6 pax”leriyle başlıyor desem yalan olmaz.
Douglas, gördüğü rüyalarla gerçek
hayatı arasında denge sağlamaya çalışırken, yolu Rekall adlı, insanlara
zihinlerinde istedikleri macerayı yaşatmayı vaat eden bir yere düşüyor. Tam
vücuduna bu halüsinatif deneyim için bazı kimyasallar enjekte edilmeye
başlandığı sırada, mekanı polisler basıyor ve işte aksiyon bu noktada başlıyor
Karısının onu izlemekle görevli bir ajan olduğunu ve sadece altı hafta öncesine
kadar aslında Hauser adlı başka bir adam olarak yaşamını sürdürdüğünü öğrenen
Douglas, hayatını kurtarmak için kaçmaya başlıyor. Fakat bu yaşadığı macera
gerçek mi, yoksa bir sandalyeye bağlanmış halde Rekall'ın vaat ettiği illüzyonu
mu deneyimliyor sadece?
Filmin geneli biraz “Minority Report”, biraz “Blade Runner”, biraz da “I, Robot” karması olmuş. Tamam bilim kurgu ama yeni bişi yok. Başroldeki Colin Farrell’a yardımcı rollerdeki Kate Beckinsale, özellikle aksiyon sahnelerinde Underworld’deki performansının ve formunun meyvelerini toplamış. Diğer önemli roldeki Jessica Biel ise keşke hiç böyle bi aksiyona girmeseydi. Bence biraz sırıtmış.
Filmin geneli biraz “Minority Report”, biraz “Blade Runner”, biraz da “I, Robot” karması olmuş. Tamam bilim kurgu ama yeni bişi yok. Başroldeki Colin Farrell’a yardımcı rollerdeki Kate Beckinsale, özellikle aksiyon sahnelerinde Underworld’deki performansının ve formunun meyvelerini toplamış. Diğer önemli roldeki Jessica Biel ise keşke hiç böyle bi aksiyona girmeseydi. Bence biraz sırıtmış.
Filmin Arnold Schwarzenegger’li Sharon Stone’lu
orijinalinin IMDB puanı 7.5’ken, 2012 versiyonu 6.3’te kalmış.
22 Kasım 2012 Perşembe
Kabare...
Yıllar önce Lisa Minelli'nin başrolünü oynadığı sinema versiyonunu izlemiştim ancak aklımda da pek bişey kalmamış. 4 sezon önce Şehir Tiyatroları'nda sergilenmeye başlandı. Son yaşananlardan sonra, bu sene hala programda olmasına açıkçası çok şaşırdım.
Peşin peşin söyleyeyim. Oyun 2 saat 40 dk sürüyor ve bizce Şehir Tiyatroları'nda izlediğimiz en iyi oyun. Değil sıkılmak, bitmesin diye dua ediyorsunuz. Yücel Erten'in sahneye koyduğu oyunda canlı performans sergileyen orkestra, müzikler, kostümler, metin ve başta MC'yi oynayan Mert Turak olmak üzere oyunculuk süper. Hele bir final sahnesi var, etkilenmemek mümkün değil. Oyunu son iki senedir, her sezon en az bir kere izlemek adına kendime sözüm var.
Bilmeyenler için hikaye kısaca şöyle: İkinci dünya savaşı öncesi, Nazizmin yükselişe geçtiği yıllarda Almanya'da bir kulüp. Yazı yazmak için farklı bir ortam ararken oralara düşmüş bir Amerikalı. Kit Kat Kulübün dillere destan dansçısı Sally. İhtiras, para, siyaset, eğlence, belki aşk ve tercihler...
Oyun ülkemizde ilk defa sahneleniyor. Her ay farklı bir yerde sahne alıyor. Üsküdar'da biraz "müslüman mahallesinde salyangoz satar" gibi oluyorlar ama yapacak bişey yok. Sahne orada :)) Bir şekilde fırsat yaratın ve kesinlikle kaçırmayın.
Ve unutmayın...
"Yalnız kalmanın neresi iyi
Gel de müzik dinle
Hayat bir kabare dostum
Kalk gel kabareye
Bırak kitabı, dikişi nakışı,
Hazır ol tatile
Hayat bir kabare dostum
Kalk gel kabareye"
19 Kasım 2012 Pazartesi
Alacakaranlık Efsanesi: Şafak Vakti (Bölüm 2)...
Stephanie Meyer’in yazdığı, milyonlar satan fenomen serinin son filmi geçtiğimiz Cuma günü vizyona girdi. Ve elbette bizde, 5 yıldır süren birlikteliğimize son vermek için oradaydık. Açıkçası sönük bir veda olduğunu söylesem, sanırım abartmış olmam.
Dört kitap ve 5 filmden olusan
serinin son filmi, 4. Kitabın ikinci bölümünden oluşuyor. Artık Bella sancılı
sürecini atlatmış, hem vampir olmuş, hem çocuğunu doğurmuş, hem de Edward’ına
sonsuza kadar kavuşmuş. Yani elde işlenecek malzeme çok ama heyecanla beklenen
ve bence, oya gibi işlenebilecek bir çok sahne (Bella’nın vampir olarak
uyanışı, ilk beslenmesi, Edward’la ilk birlikte oluşu vs), nedendir bilinmez
resmen geçiştirilmiş. Belki de hakkı verilerek çekilen tek sahne, kitapta 25
sayfa süren, Cullan’lar ve destekçileriyle Volturi arasındaki savaş sahnesi.
Kitapları neredeyse durmaksızın
okumuş, birer şaheser olmadıklarını bildiğim halde, ilk 4 filmi yine de büyük
bir keyifle seyretmiş birisi olarak, şaka gibi belki ama son filmle ilgili yazacak
inanın başka birşey bulamıyorum.
Serinin diğer filmlerini
izlediyseniz ve çok boş vaktiniz varsa, hatrı kalmasın diye bununla noktayı
koyabilirsiniz.
16 Kasım 2012 Cuma
Skyfall...
Columbia Pictures ve Sony
Pictures Entertainment'in Eon Productions tarafından üretilen, 23. James Bond
filmi olan “Skyfall”, geçtiğimiz hafta vizyona girdi. “American Beauty” ve “Revolutionary
Road’dan da tanıdığımız Sam Mendes'in yönettiği bu filmde, Daniel Craig James
Bond karakterini olarak üçüncü kez canlandırdı. Her ne kadar bir esmer bir
sarışın Bond, benim dengemi biraz bozsa da sanırım artık alıştım.
Konu kısaca, eski MI6 ajanının,
tüm dünyada gizli çalışan ajanların listesini çalıp, M’e acı çektirmek ve onu
tehdit etmek için yavaş yavaş youtube üzerinden açıklaması üzerine kurulu. Bu
noktada Bond, bir taraftan kendini ispatlamak bu arada da tehditin kaynağını
bulup, MI6’i bu tehlikeden kurtarmakla görevli.
Bu film, sanki karakterler
arasında bir geçiş filmi gibi geldi bana. M’de yapılacak değişiklik için bir
film yapmışlar ama sonuçta eli yüzü düzgün olmuş. Filmin bir “James Bond” filmi
olması sebebiyle, reçetenin belli kalemleri zaten aynı; Güzel kızlar, alengirli
oyuncaklar, “My name is Bond, James Bond!” klişesi, bol bol aksiyon ve fakat
hiç buruşmayan takım elbise... Ancak bence bu filmin iki tane parlayan yıldızı
var. Biri Javier Badem ve canlandırdığı
Silva karakteri, diğeri de Adele’in seslendirdiği tema müziği. Filmin diğer
önemli rollerinde ünlü aktörlere M rolünde seyircinin alıştığı Judi Dench, hükümet görevlisi Mallory
olarak Ralph Fiennes, seksi Bond
kadınları olarak ajan Eve rolünde Naomie
Harris ve Severine rolünde Bérénice
Marlohe eşlik ediyor. Bence filmin güzel bir süprizi de, Cloud Atlas’taki
performansından sonra, Q rolünde Ben
Whishaw’la tekrar karşılaşmak oldu.
Çekimler esnasında kopan
güzültülerden hatırlayacağınız üzere filmin açılış sahneleri İstanbul ve Adana’da
çekildi. Skyfall, From Russia With Love (1963) ve The World is Not Enough (1999)
filmlerinden sonra Türkiye'de çekilen üçüncü James Bond filmiymiş. Ancak,
Hollywood yine İstanbul’u köhne ve oryantal göstermekte ısrar etmiş malesef.
Skyfall, dediğim gibi derinliği olmasa da, eli yüzü düzgün bir “Bond”
filmi, IMDB puanı da Craig’li serinin (ve sanırım tüm serinin) en yükseği, 8.1.
5 Kasım 2012 Pazartesi
Cloud Atlas / Bulut Atlası...
Son günlerin adından çokça söz
ettiren filmi “Cloud Atlas”, ya seveceğiniz ya da nefret edeceğiniz bir
çalışma. Bence ortası yok.
İngiliz yazar David Mitchell’in
2004 yılında yazdığı, edebi kurgu dalında “British Book Awards” ve “Richard &
Judy Yılın Kitabı Ödülü” kazanıp, bir çok yarışmada da finale kalma başarısı
gösteren, aynı isimli romandan, Tom
Tykwer ve Wachowski Kardeşler tarafından sinemaya uyarlanan film, iç içe
geçmiş, paralel ilerleyen ve aynı kişilerin, farklı karakterleri canlandırdığı
6 hikayeden oluşuyor.
Cloud Atlas’ın birbirinin içine
geçmiş 6 hikayesi bizleri, 19.yüzyılın Güney Pasifik’inden gelecekteki
apokaliptik bir dönemin sonrasına taşıyor. Her hikaye, bir sonrakinin ana
karakteri tarafından ya gözlemleniyor ya da okunuyor. İlk beş hikaye, hep en
kritik noktalarda kesiliyor. Altıncı hikayeden sonra, geriye doğru diğer beş hikayeye
dönülüyor ve ilk hikayenin sonuyla filmi bitiriyoruz.
Ana karakterlerimiz bir avukat, bir
müzisyen, bir yayıncı, bir gazeteci, klonlanmış bir robot ve bir çoban. Filmin
başrollerindeki Tom Hanks, Halle Berry, Jim Broadbend, Hugh Grant, Susan
Sarandon, Jim Sturgess, Ben Whishaw, Doona Bae, 3 saatlik akış içerisinde 6
farklı karakteri canlandırıyor ve bence “acting” dersi veriyor.
Filmde kararlı bir intihar
sahnesinden, 1849 yılındaki bir diş avcısına, 1930’larda “Bulut Atlası Altılısı”
senfonisinin yaratıcısının eşcinsel aşkından, “Aklı başında biri niçin yayıncı
olmayı seçer?” sorusuna, 1800’lerdeki kırbaçlama sahnesinden petrole karşı nükleer
enerji olgusuna, rahimden veya tanktan gelmiş olsan da herkesin eşit haklara
sahip olması gerektiğinden, apokaliptik dünya sonrasında bile bir şeylere
inanma ihtiyacının devam edeceğine dair masalsı bir anlatım var.
Filmin özünde, belki de biraz
gözümüze sokarak vermek istediği mesaj, hepimizin / herşeyin birbiriyle bağlantılı
olduğu, bugün yaşadıklarımızın geçmişin bir sonucu, geleceğin de sebebi olduğu.
Ayrıca süreç içinde reenkarnasyona da ciddi göndermeler var. “Ölüm sadece bir kapıdır, o kapıdan başka
bir hayata geçersin” diyerek kalınca altı çiziliyor bu mesajın. Ve bir de
çok bilinen “kumsaldaki deniz yıldızları” hikayesinin bir versiyonu “Sen nesin ki? Koca bir okyanusta sadece
yitip gidecek küçücük bir damla” sorusuna verilen “E, okyanusta damlalardan oluşmuyor mu zaten” cevabı.
Filmin yönetmenlerinden biri olan
Wachowski Kardeşler (Kardeşlerden biri geçtiğimiz günlerde ameliyatla kadın
oldu, dolayısyla “Wachowski Brothers”
ifadesi yerine Wachowskis’i kullanmaya başladılar), aynı zamanda Matrix
Üçlemesi’nin de yönetmeni olunca, iki film arasında zamanların kesiştiği
noktalarda ciddi benzerlikler görüyoruz. Aynı şekilde kurduğum bir ilişki de,
ikinci yönetmen Tom Tykwer’in eski filmlerinden Parfüm’deki baş rol oyuncusu
Ben Whishaw’ın burada da önemli bir rol alması.
En başta da söylediğim gibi, IMDB
puanı 8,3 olduğu halde, filmi ya çok seveceksiniz ya da nefret edeceksiniz ama
ben kitabının siparişini verdim bile.
1 Kasım 2012 Perşembe
Political Animals...
Kadın: Eski First Lady, kaybettiği başkanlık savaşından
sonra Başkan tarafından Dışişleri Bakanı olarak atanmış.
Adam: İki dönem başkanlık yapmış, politik duruşundan ziyade
çapkınlıklarıyla gündeme gelmiş.
Hayır, bu Clinton ailesinin
hikayesi değil. Bunlar Mr. and Mrs. Hammond. Hikaye, ana şekliyle başkanlık
seçinini kaybettikten sonra “eski başkan” olan kocasından da boşanan Elaine
Barrish üzerine kurulu. Barrish, bir taraftan ülkenin politik sıkıntıları çözmeye
uğraşırken, bir taraftan da “Başkanlık” ve kampanya döneminde çok yıpranan
ailesini bir arada tutmaya çalışıyor. Biri kendisiyle birlikte çalışan, diğeri uyuşturucu
problemi olan, gay, ikiz oğulları, eski bir showgirl olan annesi, anoraksik
gelini, yakın zamana kadar kendisiyle ilgili hep olumsuz şeyler yazarken bir
anda yakın arkadaşı haline gelen bir gazeteci ve hayatından bir türlü
çıkartamadığı eski kocası arasında gidip gelen bir yaşam.
Mini dizi olarak, 6 bölüm çekilen
Political Animals’ın en önemli özelliği güçlü oyuncu kadrosu. Elaine Barrish
rolünde, belki de Hollywood’un en karakteristik oyuncularından biri Sigourney
Weaver var. Gazeteci kızı Carla Gugino, alkolik anneyi Ellen Burstyn’in
oynadığı dizide eski başkan olarak Ciarán Hinds gerçekten bir oyunculuk resitali
sunuyor.
Weaver kendisiyle yapılan bir
röportajda dizinin, Beyaz Saray’daki aileler, orada olmak için ödedikleri ve
bir kere orada olduktan sonra, tekrar olmak için ödemekten çekinmeyecekleri bedeller
üzerine olduğunu söylemiş.
Yönetmenliğini Greg Berlanti'nin
yaptığı dizi en çok eleştiriyi, muhteşem bir politik arka plana sahipken bunu HBO’nun
The Newsroom veya Veep’i gibi kullanamamış ve seviyeyi kim kimle birlikte, kim
alkolik, kim eşcinsel seviyesinde tutmuş olmasıyla almış.
Diğer taraftan, Hollywood’un bir
türlü kıramadığı, bizim de buna çanak tuttuğumuz, İslam ülkesi Türkiye imajı,
bu dizide de sıkça tekrarlanıyor. Türkiye, bir konuşmada İslam ülkesi (islamic)
olarak tanımlanırken, diğer bir sahnede Büyükelçimiz, ABD Dışişleri Bakanı ile
akşam yemeği ve kobra helikopterleri karşılığında, hamamda, pazarlık yapıyor.
Farklı noktalardan çokça eleştiri
almasına rağmen, IMDB’de 7.5’u görmüş bu mini dizi, Pazar akşamları CNBC-e’de
yayımlanıyor.
31 Ekim 2012 Çarşamba
Saklambaç...
Geçenlerde izlediğim bir filmde
çocuk gözlerini kapatmış, bağırıyordu: “Ready or not, I’m coming!”, yani
bildiğimiz “Önüm arkam sağım solum sobe, saklanmayan ebeee!”. O noktada aklıma
düştü, yabancıların Hide and Seek
dedikleri Saklambacımızın tarihçesi
nedir diye?
Genel olarak kural bir kişinin ebe olup, diğerlerinin saklanması,
ebenin belli bir sayıya kadar saydıktan sonra saklananları aramaya başlaması, ilk
bulduğunun da bir sonraki ebe olması şeklinde olsa da, bulunanların ebeye
diğerlerini aramakta yardımcı olması veya bir kişi saklanırken gruptaki diğer
kişilerin birlikte onu araması şeklinde de çeşitlenebiliyormuş.
Tarihçesine baktığımızda ise,
günümüzdeki Saklambaç’ın, 2. yüzyılda yunanlı yazar Julius Pollux’un bir kitabında
tarif ettiği Apodidraskinda isimli
oyuna çok benzediğini görüyoruz.
Oyun ilginç bir şekilde tüm dünyada
farklı isimlerle oynanıyor. Mesela bizim Saklambacımız, Amerika’da Hide and Seek, İspanya’da El Escondite, Fransa’da Jeu de Cache-Cache, İsrail’de Machboim, Güney Kore’de Sumbaggoggil, Romanya’da ise de-av-ati Ascunselea ismini alıyormuş.
Salmon Fishing In the Yemen...
Hani bir fıkra vardır;
“Adamın biri gazetede gördüğü
seçkin bir şirketin iş ilanına başvurur ve kısa bir süre sonra da görüşmeye
çağırılır. Görüşme olumlu geçer ve prensipte anlaşıldıktan sonra çalışma
koşullarına gelindiğinde müstakbel patronuyla aralarındaki konuşma şöyle gelişir.
A:Beyefendi
bilmeniz gereken bir mevzu var ki, ben 5 bin dolardan aşağı bir ücretle
çalışmam
P:Aman efendim dert ettiğiniz şeye bakın biz zaten 7500 dolardan
aşağı maaş vermiyoruz kimseye.
A:
Harika! ancak bir mevzu daha var ki bana tahsis edeceğiniz araba iyi bir araba
olmalı üstelik son model.. zira başka türlü çalışamam..
P: Hah
hah haa hiç merak etmeyin biz zaten bütün çalışanlarımıza 4x4 veriyoruz, üstelik
Chrysler.
Adam gittikçe hem sevinmeye hem
de endişelenmeye başlar, ama böyle bir fırsatta ele geçmez deyip devam eder
konuşmasını sürdürmeye..
A: Peki yalnız çalıştığım ortam stresli olursa ben verimli olamam..
bunedenle sadece benim için çalışacak bir hizmetli ve bir de özel asistan ile
yardımcı istiyorum..
Müstakbel patron aynı rahatlıkla
cevap verir..:
P: Bu konuyu da düşünmeyin efendim zaten şirketimizin bir reviri bu
revirde istihdam edilmiş her bir çalışan için özel hizmet verecek masözlerimiz
var...
Adam artık iyice afallamıştır ve
dayanamayıp sorar:
"Şaka yapıyorsunuz
herhalde?!"
Patron cevap verir:
Ama önce siz başlattınız...!”
İşte aynen bu tatta başlıyor Salmon
Fishing In the Yemen... Yemen Şeyhi, ülkesine bir vizyon kazandırıp, gelecek
nesillere farklı bir ülke bırakabilmek idealini, hobisi olan balıkçılıkla birleştirip,
Yemen’de somon avlanabilecek bir ortam yaratmak için harekete geçiyor.
Kendisine yardımcı olması için görüştüğü danışmanlık şirketi, İngiliz Hükümeti’nde
Balıkçılık Bakanlığı’nda görevli bir uzmanla, konuyla ilgili bağlantıya
geçtiğinde de adamın fikre reaksiyonu aynı fıkradaki gibi oluyor. Tek farkla Şeyh gerçekten bu ideal uğruna ne istenirse vermeye hazır...
Salmon Fishing In the Yemen,
geçen senenin keyifli filmlerindendi. İnanç, umut, harcanan hayatlar ve
dogmaların insanlar ve idealler üzerine etkilerini irdeleyen ve Paul Torday'in
aynı isimli eserinin sinemaya uyarlanan filmin yönetmeni, Abba’nın da tüm
kliplerini çekmiş, Chocolat’tan hatırlayabileceğiniz, İsveçli, Lasse Hallström. Oyuncu kadrosu ise
oldukça sağlam; Balıkçılık uzmanı rolünde Ewan
McGregor, danışmanlık şirketi temsilcisi Emily Blunt, Şeyh Amr Waked
ve biraz karikatürize edilmiş İngiltere Başbakanlık Basın Danışmanı rolünde Kristin Scott Thomas.
17 Ekim 2012 Çarşamba
Carmina Burana / BİFO...
Borusan Filarmoni Orkestrası'nın, 2012 - 2013 sezonu açılış konserindeki, sonunda salon yıkılırcasına alkış alan, Carmina Burana performansı, son dönemde katıldığım etkinlikler içindeki en özellerinden biriydi.
Gerek orkestra, gerek solistler (Nazlı Deniz Boran / Soprano, Vasily Khoroshev / Kontrtenor, Eralp Kıyıcı / Bariton), gerek Borusan Çocuk Korosu, gerekse de şef, müthiş bir şölen sundu bize. Orkestra şefinin konser sırasındaki rolü hep biraz soru işaretliydi benim için. Taaki dün akşam, 1999 yılında Gürer Aykal'ın yönetiminde kurulan BİFO'yla, 2009'da Aykal'ın onursal şefliğe getirilmesiyle sanat yönetmeni ve sürekli şef olarak çalışmaya başlayan, Avusturya'lı Sascha Goetzel'i izleyene kadar. Konser boyunca eseri resmen içinde yaşadı desem abartmış olmam.
Klasik müziğe en uzak kişilerin bile en azından O Fortuna'sını bildiği Carmina Burana, 1895 - 1982 yılları arasında yaşamış Carl Orff'un 1937'de yazdığı, belki de en önemli ve en çok bilinen eseri.
İlk çağlardan alına bir simgeyle, sürekli dönen ve birbirini izleyen iyi ve kötü şansı yansıtan talih çemberiyle sahnelenen Carmina Burana'nın, çok sade yazılmış olmasına rağmen, kazandığı büyük başarı çok eleştirilmiş, hatta ciddi bir beste sayılamayacağı bile öne sürülmüş. Ancak karmina Burana'da sadelikle çarpıcı ritimlerin ustaca kaynaştırılması, gereksizin ve gösterişin tümüyle ayıklanması, hem eğlendiren, hem de düşündüren Orff'un ince zekasını, tiyatrodaki büyük deneyimini ve bilgisini gösterir.
Düzenli biçimde değişen insan yaşamını yansıtan ve bir ibret dersi veren bu sahne kantatı, Talih, Baharda, Çayırlarda, Taverna'da, Aşk Bahçesi, Blanziflor ve Helena, son olarak da yine Talih adlı yedi bölümden ve içindeki 25 parçadan oluşuyor.
Ağzınıza bir kaşık bal çalmak için, eserin en bilinen bölümü, Fortuna Imperatrix Mundi / Talih, Dünya Kraliçesi...
O Fortuna / Ey Talih,
velut luna / tıpkı ay gibi
statu variabilis, / şeklin hep değişir;
semper crescis; / ya daima büyürsün
aut decrescis; / ya da küçülürsün;
vita detestabilis / zalim yaşam
nunc obdurat / bi bakarsın zordur,
et tunc curat / ve bi bakarsın gözetler,
ludo mentis aciem, / aklın kumara yatkınlığını;
egestatem, / zavallılık,
potestatem / güçlülük
dissolvit ut glaciem. / tıpkı buz gibi erir
Sors immanis / Gaddar ve
et inanis, / anlamsız,
rota tu volubilis, / dönen bir tekerleksin;
status malus, / eğer şansın kötüyse
vana salus / sağlığın boşuna
semper dissolubilis, / eriyip gider;
obumbrata / kasvetli
et velata / ve gizlice
michi quoque niteris; / beni de harap ettin;
nunc per ludum / şimdi kumar masasında
dorsum nudum / sırtım çıplak
fero tui sceleris. / görüyorum götürdüklerini.
Sors salutis / Sağlık şansı
et virtutis / ve dayanıklılık
michi nunc contraria, / bana karşıdır,
est aflectus / kötüledi
et defectus / ve mahvoldu
semper in angaria. / sana hizmet uğruna.
Hac in hora / Hemen şimdi
sine mora / gecikmeden
corde pulsum tangite; / dokun ses veren tellere;
quod per sortem / ve güçlü adamı
sternit fortem, / yere vuran için,
mecum omnes plangite! / benimle ağlayın hepiniz!
...
Vakti olanlar içinse, Berlin Filarmoni Orkestrası'ndan eserin tümü...
15 Ekim 2012 Pazartesi
İstanbul'un Sergileri...
Her ne kadar batılıların ve
Hollywood’un gözünde hala köhne ve geri kalmış bir Arap şehri gibi algılansa
veya gösterilmeye çalışılsa da İstanbul, sanattan spora, modadan kültüre, bir
çok farklı organizasyonu aynı anda
hayata geçirebilecek bir kapasiteye sahip artık.
İşte bu çeşitliliğin çok önemli
bir parçasını oluşturan uluslararası sergiler, Ekim ayıyla birlikte, uzun
sayılabilecek bir zamanı İstanbul’da geçirmek için, kapılarını açtı. Hazır
önümüde bayram ve beraberinde de uzunca bir tatil imkanı varken, belki
değerlendirmek istersiniz diye, alternatifler;
Monet / Sakıp Sabancı Müzesi
“Monet’nin Bahçesi” sergisi Marmottan
Monet Müzesi işbirliğiyle, 9 Ekim 2012 - 6 Ocak 2013 tarihleri arasında, 10.
yılını kutlayan Sakıp Sabancı Müzesi’nde (SSM) olacak. Çiçek ve doğa temalı
tabloların yer aldığı sergi; “Belki de ressam olmayı çiçeklere borçluyum.”
sözlerinin sahibi Monet’nin olgunluk dönemindeki sanatsal üretiminin ana
temasını oluşturan Giverny Bahçesi’ne yoğunlaşıyor.
Sergide, izlenimcilik akımına ismini veren
Claude Monet’nin Giverny Bahçesi’ndeki evi, geç dönem bahçe manzaraları,
nilüferler ve ünlü Japon köprüsü tablolarının yanı sıra, yakın arkadaşı ressam
Auguste Renoir imzalı Monet ve eşi Camille’in portreleri, kişisel eşyaları ve
fotoğrafları da yer alıyor. Sanatçının bahçe tutkusunu ve büyük önem verdiği
aile yaşamını yansıtan sergide, Monet, 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar uzanan
sanat yaşamında sergilediği yenilikçi yaklaşımlarla, 1940 ve 50’lerin
geleneklere karşı gelen genç sanatçılarına ilham veren kimliğiyle tanıtılıyor.
Altın Çocuklar / Pera Müzesi
Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera
Müzesi ise, 13 Ekim 2012 – 6 Ocak 2013 tarihleri arasında içeriği açısından
dünyadaki tek örnek olan Yannick ve Ben Jakober Vakfı Çocuk Portreleri
Koleksiyonu’ndan bir seçki sunuyor: “Altın Çocuklar 16.–19. Yüzyıl Avrupası’ndan
Portreler”.
Sergilenen elli yedi çocuk
portresi, çeşitli ülkelerden soylu ve aristokrat çocukları betimlerken, Avrupa’nın
siyasi tarihine, aristokrasi geleneklerine, inançlarına ve moda akımlarına ışık
tutuyor ve bu portreler aracılığıyla bir anlamda Avrupa portre geleneğine de
bir bakış sunuyor. Seçkide yer alan, Jakober Vakfı Koleksiyonu’ndan İmparator
Süleyman’ın Kızı Mihrimah Sultan’ın Portresi’ne sergiyi konuk eden Suna ve İnan
Kıraç Vakfı Oryantalist Resim Koleksiyonu’ndan Şehzade Abdürrahim Efendi
portresi eşlik ederek, Osmanlı Hanedanlığı’nın iki önemli figürünü
izleyicilerle paylaşıyor.
İstanbul Tasarım Bianali – Musibet / İstanbul Modern
İstanbul Modern, İstanbul Kültür
Sanat Vakfı tarafından İstanbul’da ilk kez düzenlenen ve ana teması
“Kusurluluk/ Imperfection” olan 1. İstanbul Tasarım Bienali‘nin iki küratör
sergisinden birine ev sahipliği yapıyor.
13 Ekim - 12 Aralık 2012
tarihleri arasında İstanbul Modern’de düzenlenecek, küratörlüğünü Emre
Arolat’ın üstlendiği “Musibet / Büyük Dönüşüm Ekseninde,
Tasarımda Bağlam ve Anti-Bağlam’ın Estetizasyonu” isimli sergide,
İstanbul’da ve Türkiye’nin farklı kentlerinde yaşanan kentsel dönüşüm süreçleri
ve bu süreçlerle kol kola giden, biri bağlamın ve özgüllüğün, diğeri
bağlamsızlığın ve yeniciliğin estetizasyonu olarak adlandırılabilecek birbirine
zıt iki tasarım yönelimi ele alınıyor. Bulunduğu bağlamı problemli hale getiren
toplu konut projeleri, kentsel dönüşümlerle yeniden üretilen sosyal
eşitsizlikler, mimarlığın ve kent planlamasının iktidarların kendi politik
güçlerini gösterdikleri araçlar haline gelmesi ve kamusal yapılara kimlik
dayatan sahte tarihselcilik yönelimleri gibi İstanbul’da ve Türkiye’nin farklı
kentlerinde yaşanan pek çok güncel deneyim, sergi çerçevesindeki
sorunsallaştırma dizileri üzerinden masaya yatırılıyor.
10 Ekim 2012 Çarşamba
W./E.
Bir adam ve bir kadın...
Amerikalı kadın genç yaşta yaptığı ilk evliliğinde, sarhoş kocasından şiddetli
eziyet görüyor ve hamileyken karnına aldığı darbeyle çocuğunu kaybediyor.
İkinci evliliği sırasında da, kocası sayesinde girdiği sosyetede adamla
tanışıyor. Evli ama kocasından başka adama aşık bir kadındır artık. İngiliz
adamsa, çook popüler, genç bir bekardır. Ana dili gibi almanca, iyi derecede
fransızca ve ispanyolca konuşur. Yıllar içinde hayatına farklı kadınlar girmiş
olsa da mutluluğu ve aşkı, evli bir amerikalı kadında bulur.
Böyle anlatınca, biraz acılı ama
pekte romantik bir aşk hikayesi gibi gözüken öykünün, adamın İngiltere Veliaht
Prensi VIII: Edward olması sebebiyle bambaşka bir açısı var aslında. Çünkü baba
aniden ölünce taht sırasındaki Edward, kral ilan ediliyor. Ancak ingiliz halkı
ve parlamento, Kral’ın ikinci kocasından da bu esnada boşanan dul bir Amerikalı
ile evlenmesini asla onaylamıyor. Bunun üzerine Edward, aşık olduğu kadınla
birlikte olamadıktan sonra kral olmanın bir önemi olmadığını ifade ettiği
müthiş konuşmasını yaparak, sadece 325 günlük krallıktan sonra, 11 Aralık
1936’da görevinden istifa ediyor. Hatırlarsınız sonrasını da iki sene önce
oskar alan “King’s Speech” filminde izlemiştik.
W./ E., Film Ekimi kapsamında izleme
fırsatı bulduğum, yukarıdaki hikayenin, şaşırtıcı ama, Madonna tarafından,
sinamaya aktarılmış hali. İsim de, Wallis ve Edward’ın baş harflerinden
oluşuyor.
İsmi, annesi tarafından, Wallis
Simpson’u anmak için, “Wallis” konmuş, bir taraftan kötü bir evliliği
sürdürmeye çalışırken, bir taraftan da kocasının tüm karşı çıkmalarına rağmen
çocuk sahibi olmaya uğraşan bir kadının, Sothby’s’de düzenlenecek Wallis ve
Edward’ın eşyalarından oluşan müzayedeye gidip gelirken, her bir parçada
karşımıza çıkan o günlere ait başka bir sahneyle paralel kurgulanan hayatını
anlatıyor film.
Bence filmin en önemli özelliği,
anlatım içinde olayı günümüzle çok başarılı bir şekilde kurgulamasının yanında,
herkesin bildiği, “Sevdiği kadın için tahtı bırakan Kral” söyleminin dışında
bir noktaya taşıması ve “Peki bu esnada
“Kadın” nelerden vazgeçti veya nelere göğüs germek zorunda kaldı?” sorusunu çok
güzel bir şekilde sorması ve biraz da anlatması.
Her ne kadar filmin IMDB Puanı
düşük olsa da, seyreden grup olarak hepimiz gerek kurguyu, gerek oyunculukları,
gerekse de bakış açısını çok beğendik.
9 Ekim 2012 Salı
Vişne Bahçesi / Şehir Tiyatroları...
Geçen sezon kapanışı sırasında
ortaya çıkan yönetim değişikliği kaosundan sonra, 2012 – 2013 sezonunun nasıl
başlayacağı merakla beklenir olmuştu. Bünyede çok sıkıntı yaşansa da, biz 3.
Şahıslara etki henüz o kadar da olmadı diyebilirim. Mesela programa alınır mı
bilmem ama Kabare, hala repertuarda gözüküyor ancak Nazım Hikmet yerine
beklendiği üzere, Necip Fazıl gelmiş.
Ekim programında beni
heyecanlandıran, geçtiğimiz yıllarda oynanan ama sonrasında programdan
çıkartılan Anton Çehov’un Vişne Bahçesi’nin tekrar sahnelenmeye başladığını
görmek oldu. Büyük bir hevesle de, sezonun açılış biletini bu oyuna aldık.
Vişne Bahçesi, Anton Çehov’un 44
yıllık kısa hayatında yazdığı son oyun. Oyunda, Rusya’nın çöküş döneminde
serveti tükenmiş, aristokrat bir aile konu ediliyor. Ellerinde kalan tek
varlıkları olan Vişne Bahçesi satılmak üzeredir. Ellerinden kayıp giden
hayatlarına sembolik olarak bu bahçe üzerinden bağlanan aile ile devrim
sürecinde palazlanan burjuva sınıfının karşı karşıya gelişi oldukça dramatik
bir şekilde anlatılıyor.
Yıllar içinde klasikleşen eser, bugüne
kadar defalarca sahnelenmiş. Bu versiyonda yönetmen koltuğunda, son yıllarda,
İstanbul Efendisi ve Şark Dişçisi gibi oyunlarla adından sıkça söz ettiren ve
bir çok ödül alan Engin Alkan oturuyor. Engin Alkan, tarz itibariyle, mevcut
yapı üzerinde oynamayı seven bir yönetmen. Metin Şark Dişçisi gibi eklektik
olunca yaptığı bu “oyunlar” kabul edilebilir, hatta ayrı bir aroma katmış
oluyor ancak Cehov’un Vişne Bahçesi gibi klasikleşen bir eser söz konusu
olunca, yapılan “oyunlar” bizim damağımızda çok acı bir tat bıraktı. Mesela
dönem itibariyle blue jean var mı yok mu diye sorgulamayı bitirmemiştik ki,
Çarlık Rusyası’nın son döneminde karşımıza çıkan walkman’li oyuncu ile kafamız
iyice allak bullak oldu.
Biz oyunu Muhsin Ertuğrul’daki
ikinci gecesinde izlemeye gittik. Yeni yapıldığı halde, akustiği çok kötü
olduğu için, arka sıralara ses gitmeyen salonda, bu sorunu çözmek için sahneye
mikrofon koymuşlar. Bu da maalesef, tiyatroda özünden kaynaklanan, oyuncudan
seyirciye uzanan doğal ses akışını mekanik hale dönüştürmüş. Diğer taraftan
kendilerince sosyal iyilik yapmak adına, oyun boyunca, işitme engelliler için,
üst yazı uygulaması yapılmaya başlanmış. Ancak hem senkronizasyon sorunu
olduğu, hem de yine tiyatronun özü gereği, sahnedeki oyuncular, metne birebir
bağlı kalmadıkları, izleyici olarak da sizin gözünüz ister istemez o üst yazıya
kaydığı için bu uygulama – en azından bizde – ciddi bir konsantrasyon
bozukluğuna sebep oldu.
Sonuç olarak, anlamsız şekilde
modifiye edilmiş oyundaki, - “bizce” - kötü ve abartılı oyunculuğa çok fazla
dayanamayıp 4 perdelik oyunun ilk perde arasını bile bekleyemeden çıktık.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)






































