19 Haziran 2008 Perşembe

Asla Vazgeçme - Harlan Coben

Bilen bilir "Harlan Coben" keşfetmiş olmaktan gurur duyduğum yazarların arasında ilk 5'te yer alır. 3 tane kitabı Babıali Kültür Yayıncılığı tarafından yayımlanmıştı, devamı gelmeyince biz de diğerlerini orijinalinden okumaya başlamıştık. Kitap boyunca milyonlarca düğüm atıp, kitabın sonunda da hiç sıkılmadan o düğümleri, hiçbir mantık sorgulamasına gerek bırakmayacak ustalıkta, çözen bir yazar Coben.

Geçen hafta, sanırım çarşamba günü akşamüstü 5 sularında, tam işlerimi tamamlamış, hafiften sörf yapmaya başlamıştım ki, Ideefixe'in yeni gelenlerinde Harlan Coben'in son kitabının türkçe olarak yayımlandığını fark ederek ufak çaplı bir çılgınlık yaşadım.

Anında çığlıklar atarak Miniş'i aradım. Perşembe günü Remzi'ye gitmemiz gerektiğini ve sebebini anlattım. O, tabii biraz da yaşının verdiği olgunlukla, önce beni biraz sakinleştirdi, sonra kitabı, %40 gibi dehşet bir indirimle satan Ideefixe'ten almam konusunda ikna etti. Dükkanda bizim bölüme yeni başlayıp, karşımda oturma şanssızlığını yaşamakta olan Çekirge ise, bu süreçte son derece şaşkın beni izliyordu.

Neyse, ben söz dinleyerek siparişimi internet üzerinden verdim ve kendisine pazartesi günü kavuştum. Elime geçtiğinde ufaktan sayfalarını karıştırıp, üzerine adımı ve aldığım tarihi yazarken Çekirge, "Bir haftada okuyabilir misin?" diye sordu. Ben kaşımı kaldırıp bakınca da "Tamam belki abarttım, hadi 2 hafta diyelim" dedi. "Eğer sararsa, maksimum 3 gün" dedim. Bugün, yani 2 gün sonra, kitabı bitirmiş ve detayları aktarmak üzere buradayım.

Coben'in bundan önceki kitabını (The Woods), orijinalinden ve gerçekten çok ama çok keyif alarak okumuştuk. Ancak itiraf etmem gerekiyor ki, Asla Vazgeçme, bence bir iki basamak daha altta bir kitap olmuş. Tarz yine Coben tarzı, anlatım yine çok bildik ama sanki konusu, dolayısıyla da kurgu biraz zorlama olmuş gibi geldi bana.

Çocuklarınındaki değişiklik yüzünden endişelenen ve onu takip etmeye başlayan bir anne - baba, intihar eden bir arkadaş, organ nakli için uygun verici bekleyen bir çocuk, sonrası düşünülmeden yapılmış hareketler, verilmiş sözler, çatırdayan ilişkiler... İşte kitabın özü...

Ben, bazı yazarlara yürekten bağlı olduğum ve ürettiği her eseri okumayı sevdiğim için, bunun da yanına bir artı koyup kitaplığımdaki yerine kaldıracağım ama ilk defa Coben okuyacaksanız Kimseye Söyleme, Başka Şansın Yok ve Karanlık Fotoğraf'tan başlamanızı öneririm.

13 Haziran 2008 Cuma

Altın Koza'nın Perde Arkasından...

Geçen hafta dükkanın yıllık kıdem ödül töreninin Adana ayağını gerçekleştirdik. Aynı günlerde de Altın Koza Film Festivali varmış ve neredeyse tüm Yeşilçam kadrosuyla aynı oteldeydik. En nihayetinde onlar da bizim gibi ama televizyondan veya perdeden seyrettiğin bir kişiyi kendi kurumsal kimliği ile görmek enteresandı, hele böyle yüksek dozda.

Bence;
* Rutkay Aziz ve Ediz Hun hala çok yakışıklı.
* Derya Alabora çok rahat ve sevimli. Ayağında şıpıdık terlikleri, üzerinde belki de pazardan alınmış penyesiyle devamlı ropörtaj verdi durdu. Jüri başkanıymış.
* Lale Mansur'un sesi bana çok itici geldiği için sevmem. Ama lobide otururken görmezden gelme şansınız yoktu. Dekolte V'si neredeyse diyaframına kadar açık bulüzünün altına öyle bir çamaşır giyip, göğüslerini sıkıştırıp ön plana çıkartmıştı ki, çevresindekiler başka şeye konsantre olmakta güçlük çekiyordu.
* Selda Alkor sanki biraz çökmüş gibiydi ama hala çok zarif ve hoştu.
* Hüseyin Avni Danyal, Kurtlar Vadisi'ndeki Bulut karakterinde olduğundan çok daha çekiciydi. Hele sabah kahvaltıdaki pis sakallı, keten gömlekli hali ile.
* Arif Erkin Güzelbeyoğlu (Memik Dede), Cihat Tamer ve genelde birlikte vakit geçirdikleri, simalarını çok iyi bildiğim ancak isimlerini çıkartamadığım, karakter oyuncuları çok sıcak ve samimiydiler. İsteyen kimseyi kırmayıp fotoğraf çektirdiler, sohbet ettiler.
* Mahsun Kırmızıgül evin yaramaz ve huysuz çocuğu modundaydı. Somurtuk, ukala bir suratla dolatı hep. Zaten sonra ödül alamadı diye protesto edip ayrılmış törenden.
* Yalçın Dümer niye oradaydı bilmiyorum ama havasını göreseniz geçen oskarı o aldı sanırdınız.
* Meral Okay, başlı başına bir karizmaydı. Bu kadar kompleksiz, bu kadar mı özgüvenli olur insan.
* Ezel Akay, aynı göründüğü gibiydi. Farklı bir enerjisi var o adamın.
* Tomris Oğuzalp, malesef çok yaşlanmış ve sanki ciddi bir de rahatsızlığı var gibiydi.

23 Mayıs 2008 Cuma

Bir Ada Macerası...

Geçen hafta çok yakın arkadaşlarımızla, kutlu doğum haftamızın (4 kişiden 3'ü aynı hafta doğumlu:) kutlamaları çerçevesinde, adaya gittik. Deniz havası alalım, Burgaz'da Barba Yani'de keyifli bir yemek yiyelim diye.

Artık ada vapurları Eminönü'nden değil Kabataş'tan kalkıyor. Bizim oradan nasıl gideriz? diye konuştuk. Zeytinburnu'ndan tramvaya binmeye karar verdik. Direkt Kabataş'a kadar gidiyor. Tamam belki bir Paris metro sistemi değil ama yine de bizi trafiğe sokmadan istediğimiz yere ulaştırdı.

Hava ve halk sezonu açmış ama sanırım IDO hala kış modunda. Küçücük bir vapur koymuşlar. Biz oturduk ama bir sürü kişi ayakta kaldı. Hatta bir ara kadınlar arasında, "ittirdin, sıkıştırdın, özür dilemedin" den çıkan ciddi bir kavga da çıktı. Ama görmeniz lazım, tam gündüz kadın programı izleyen, oraya seyirci olarak katılan, Cem Yılmaz'ın tabiriyle "Kaynım bana atladı!" kitlesi. Tartışmanın bir yerine önce ne alakaysa Bush dahil oldu, sonra biri diğerine "Ben anladım senin acını" dedi. Diğeri cevap verdi, "Sen ne demek istiyorsun ben 21 senelik evliyim 2'de çocuğum var." Biz şaşkın şaşkın bakıtık, güldük tabii ister istemez ağlanacak halimize...

Kadıncağızın biri de sıcaktan ayağa kalkan bizimkilerin yerine oturdu. Bi kavga edenlere baktı, bi de bizimkilere, sonra döndü bize, "Ay, bu gençlerde, şimdi bunları görüp evlenmekten vazgeçecek" dedi. Ben sıkıntısına son verdim, "Merak etmeyin hanfendi, onlar bizim!"

Neyse yolda biraz da simitle martı besledikten sonra, kendimizi Burgaz'a attık. Hava nasıl güzel, sadece kuş cıvıltıları ve iyot kokusu. Kalpazankaya'ya da gidebilirdik ama o bir dahaki sefere kaldı. Bildik adreste karar kılıp Barba Yani'ye gittik.

Geldi mezeler, bitti rakılar, edildi sohbetler, yaklaşık 2 saat sonra geldiğimizden ağır bir şekilde kalktık sofradan. Üzerine ben hariç grubun kalanı bir de dondurma yedi. Oh! Onların keyif süper de benim geçen haftadan beri devam eden mide ağrılarım bu noktada hafiften kendini tekrar göstermeye başladı.

Baktık vapura daha zaman var ama araya bir deniz otobüsü koymuşlar, onunla döndük Kabataş'a. Midem biraz da kendini gösterdi. Hemen bekleyen tramvaya bindik. Ama sanki yol 3 katına çıkmış gibi geldi bana. Nasıl kötüyüm. O noktadan sonra tek dileyim bir rezillik yaşamamak. Tam Topkapı'ya geldik, dedim "İnelim" ama geç kalmışım, tam o noktada içim bir havalandı. Yine aynı anda bir teyze ile gözgöze geldik ve ben konuş -a- madan, işaretlerle elindeki torbayı istedim ve mükemmel bir zamanlamayla, içimde ne varsa poşete aktardım. :)) Allah'tan çok temiz ve başarılı bir operasyon oldu. Aksi ciddi büyük rezillik olacaktı.

Sonrasında biraz açıldım ama yine de kendimi eve ve yatağa atana kadar rahat edemedim.

15 Mayıs 2008 Perşembe

The Children of Huang Shi...

Filmi Miniş almış. Onun da çok bilerek aldığını tahmin etmiyorum, sanırım benim gibi kapak resminde gördüğü, son dönemdeki favorimiz Jonathan Rhys Meyers'a tav oldu :))

Uzakdoğu sinamasından son dönemde çok keyifli, felsefe yüklü filmler izliyoruz. "The Children of Huang Shi" de bana göre onlardan biri.

Filmde, Jonathan Rhys Meyers, Crushing Tiger - Hidden Dragon'dan tanıdığımız, uzakdoğu sinemasının önemli isimlerinde Chow Yun-Fat ve yine geçen sene Morgan Freeman'ın başrolünü oynadığı Feast of Love'da seyrettiğimiz Radha Mitchell önemli rolleri paylaşıyor.

George Hogg isimli ingiliz gazetecinin 2. Dünya Savaşı öncesi ve sırasında devam eden 2. Çin - Japon Savaşı sırasında o bölgede yaşadıklarını anlatıyor. Gazeteye haber yapmak için savaş bölgesinde dolaşan Hogg, bir anda kendini yetim ve savaşta ailesini kaybetmiş çocukların barındığı bir yetim hanenin idarecisi ve öğretmeni olarak buluyor. Askerler çocukları da orduya dahil etmek, kaldıkları yetimhaneyi de kışla olarak kullanmak isteyince çocukları İpek Yolu üzerinde daha güvenli bir yere götürmek için 1000 km (yaklaşık 3 ay) süren bir yolculuğa çıkıyor.

Filmde savaşın tüm çirkinliği, nasıl masum, çocuk, yaşlı ayırd etmediği, farklı kültürlerin sevgi ve güven ortamında nasıl bir araya gelebildiği uzakdoğunun kendine özgü atmosferinde çok güzel anlatılmış.



Bir iki notta filmin başrol oyuncusu, Jonathan Rhys Meyers hakkında: Aktör 1977, İrlanda doğumlu. Doğuştan ciddi bir kalp rahatsızlığı var. Kariyerine 1994 yılında "A Man of No Importance" filmiyle başlamış. Bizim dikkatimizi Tudor's dizisindeki VIII. Henry rolü ile çekmişti ama öncesinde Match Point ve Mission Impossible 3'te de seyretmişiz. Meyers etkileyici ve farklı karizmasıyla aktörlüğün yanında 2006 - 2007 yıllarında Versace ve 2005'te de Hugo Boss'un tanıtım yüzü olmuş. Ne diyelim, Allah sahibine bağışlasın :))

Improbable - Olasılıksız...

Pek de memnun olmadığım halde, yıllar içinde gelişen bir huyum var. Bişey (özellikle de kitap) çok popüler olmuşsa ve sormadığım halde, illaki oku diye dayatmaya maruz kalıyorsam, genelde beni itiyor. Bunun üniversite zamanlarımdan örneği, Patrick Süskind'in "Koku" sudur. Kitabı defalarca elime alıp, bir türlü konsantre olamayıp bırakmışımdır. Aradan yıllar geçip, hayran veya "farkında" kitlesi azalıp da, kimseciklerden duymamaya başladığımda, yine bir taşınma sonrasında kütüphanemi yerleştirirken bulmuş ve büyük keyifle okumuştum. Filminin de gelmiş geçmiş en zor ve en başarılı uyarlamalardan biri olduğunu da eklemeden geçemeyeceğim.

Adam Fawer'in "Improbable - Olasılıksız" isimli kitabına karşı da uzun süre aynı duyguları besledim. Kitap 2006 Nisan'ında çıkmış, benim okuduğum 18. baskı düşünün yani.

Kitap güzel kurgulanmış, içeriği zaman zaman derse dönen matematik kuramların anlatımıyla desteklenmiş, sürükleyici bir macera. "Hayatta tesadüf diye birşey yoktur ve eğer mevcut tüm etkenleri hesaplayabilsek, herşeyi tahmin edebilir - veya görebiliriz" fikri üzerine bina edilmiş tüm kurgu. Bu matematik gerçeklerle de oldukça güzel desteklenmiş. Hatta bir yerde ölümden sonra hayat olma olasılığı ne kadar düşük olursa olsun, Allah - Tanrı inancının getirisinin aksi davranıştan daha fazla olduğu matematiksel olarak ispatlanmış.

Olasılıksız, Adam Fawer'in ilk kitabı. Hayat hikayesi tam bir "yüreğinin götürdüğü yere git" örneği. Kitapta verdiği detaylardan da tahmin edebileceğiniz üzere ekonomi okumuş, üzerine istatistik masterı yapmış. About.com'un COO'luğunu sürdürürken kolejden eski bir arkadaşının göğüs kanseri olduğu haberini almış. Babasını da 49 yaşında aynı hastalıktan kaybettiği için bu onu çok etkilemiş ve sevmediği işi bırakıp, çocukluk hayalini gerçekleştirip, yazar olmaya karar vermiş. O arada kanser olan arkadaşı da aynı hayali paylaştığını söyleyince birlikte çalışmaya başlamışlar. Arkadaşı kitabının tanıtım partisinden 1 hafta sonra, hayini gerçekleştirmiş olarak, hayatını kaybetmiş. Aynı dönemde de Fawer ilk kitabının yayın haklarını HarperCollins'e satmış. Tüm bu hikayeyi kendi kaleminden anlattığı M.J Rose'un Backstage isimli blogundaki yazısını şöyle bitirmiş Fawer, "Stephanie'den öğrendiğim en önemli şey, her zaman sevdiğin şeyi yapmalısın, çünkü geriye ne kadar zamanın kaldığını bilmiyorsun."

1 Mayıs 2008 Perşembe

Paris ve Aşk...

Herşey, Türk Havayolları'nın Sevgililer Günü promosyonunu okumamla başladı. "14 Şubat'ta, beraberinizdeki kişiyi €1'ya Avrupa'ya uçuruyoruz."

Açtım telefon kocama, sordum:
- Gider miyiz, Aşk?
- Mümkün değil, bu ara bir yere kıpırdayamam.
- Peki hangi ara kıpırdarsın? :))
- İyi ihtimal ay sonu...

Kocaların ağızdan söz bir kez çıktı mı, ucunu bırakmamak lazım biliyorsunuz. Ben de sıkı sıkı yapıştım ve başladım araştırmaya. Nereye mi gittik? Rüyalar şehri Paris'e. Ben daha önce 3 defa gitmiştim ama sevgili eşimin ve dolayısıyla da bizim birlikte ilk Paris'imiz olacaktı.

Promosyon o tarihte bittiği için kendi promosyonumuzu yarattım ben de. Hemen millerimizi kontrol ettim. 1 bileti oradan aldım. Worldcard Travel Club üyeliğinden avans puan kullanılarak 2. bileti ayarladım. Vizelerimiz zaten vardı.

Merkezi bir otelde kalmak istediğimiz için lokasyon olarak Opera'yı seçtim ve bi sürü araştırmadan sonra Hotel Etats Unis'te karar kıldım. 3 yıldızlı, metrolara yakın, intenet promosyonu ile de 3 gece için €400'ya bir oda buldum.

Geçmiş tecrübelerimden de faydalanarak, 4 günü en ince detayına kadar planladım. Ben bu heyecanları yaşarken, sevgili eşim büyük bir dirayet göstererek programın oluşumuyla, neredeyse, hiç ilgilenmedi. Hatta uçağın sabah 07.40'ta olduğunu bir gün önce öğrendi ve karalar bağladı.

Neyse perşembe sabahı, hemen hemen uykusuz geçen bir geceden sonra - heyecandan sanırım - sabah 05.30'da havaalanındaydık. Uçakta yerlerimizi de daha önceden ayarladığım için çok kolay bir check-in den sonra pasaport kontrolünden geçtik ve doğru kahvaltı için Lounge'a gittik. Sonrasında da klasik free-shop turu yaptık. Duty-free bölümünü yeniden düzenlemişler, bence daha ferah olmuş.

Uçak yaklaşık 30 dk rötarlı kalktı. Yerimiz business in hemen arkasındaydı ve önümde oturan hanım, koltuğunu neredeyse yatak moduna getirmek isteyince ufak bir sıkıntı oldu ama hallettik.

Kapalı bir havada Paris'e indik. Planımız Orlyval ile RER - B'yi kullanarak Chatelet'e gitmek, oradan da Opera'dan geçen hatta bağlantı yapmaktı ama tesadüf uçakta eskiden bizim dükkanda çalışan bir abimizle karşılaştık ve sağolsun o bizi otele kadar bıraktı.

Otel mütevazıydı ama temizdi. Genel beklentinin aksine de odamız içinde hareket edebilecek kadar büyüktü.

Eşyaları bıraktıktan sonra çıkıp etrafta bir tur attık ve acıkmış karnımızı doyurmak için bir yer bakındık ve sanırım kocamın kısmeti bizdeki ganyan bayileri gibi bir yere denk geldik. Birer sandviç ve bira sonrasında otele döndük ve yaklaşık 1 - 1,30 saat kadar dinlendik.

Sonra vurduk kendimizi yollara. Program biraz havaya göre şekillendi. Ve biz çıktığımızda hafif yağmur çiselediği için kapalı bir yere gitmek istedik ve Notre - Dame Katedrali'ne doğru yola koyulduk.

Paris'te dolaşıyorsanız, hele de turistseniz ve bir tura dahil değilseniz, ulaşımdaki en akıllıca alternatifiniz, elbetteki muhteşem metroları. Biz 3 günlük pass bilet aldık. Çok da rahat ettik.

Notre Dame Katedrali, dünyanın ilk ve en ünlü gotik katedrallerinden. İnşaatına 1163 yılında başlanmış ve tamamlanması 1345'leri bulmuş. Bizim Beyoğlu'ndaki St.Antuan Kilisesi'nden de anımsayabileceğiniz tipik iki kulesi, gülbenek motifi, uçan payandaları ile gotik dönemin çok önemli temsilcisi.




Biz gittikten 10 dk sonra ayin başladı. Atmosfer, müzik ve akustik birleşince gerçekten çok etkileyici bir yarım saat yaşadık. Çıkışta biraz fotoğraf çektikten sonra attık kendimizi Champs - Elysees'e. Metro'dan Zafer Takı'nda inip-elbette fotoğraf seansından sonra-aşağıya doğru yürümeye başladık. Nasıl medeni, şık ve kalabalıktı anlatamam. Önce bir pub'da hakkıyla yapılan birer Mochito içtik sonra da zincir bistroların birinde akşam yemeğimizi yedik.
Cuma günü hava kapalı, hatta hafif yağmurluydu. Biz de işi riske atmamak için direkt Louvre'a gittik. 3 ana salondan oluşan müze, dünyanın en ünlülerinden. Ancak o kadar büyük ki hakkını vererek yapılacak bir tur için minimum 2 gün ayırmak gerekiyor.

Biz yaklaşık yarım günde Mona Lisa'yı, Milo Venüsü'nü, Napolyon'un Apartmanı'nı, muhteşem heykel bölümünü ve elbetteki cam piramidin altındaki mağazaları gezdik. Gitmeden önceki fantazimi de gerçekleştirip Starbucks'ta kahvemi de içtim.



Louvre çıkışı önce şehri tepeden gören muhteşem katedral Sacre Coeur'e attık kendimizi, hafif yağmur altında önce içini sonra etrafını dolaştık. Monmartre'de ressamların arasında oturup bi kahve de orada içtik. O bölgedeki son durağımız ise meşhur Per Lachaise oldu. Mezarlık olarak ifade edildiğinde bence mekanı ifade etmekten çok uzak kalınıyor. Bir çok ünlüyü konuk eden bambaşka bir sanat müzesi desek belki daha doğru olur.




Akşam ise kendimize Champs - Elysees'deki Belçika'nın ünlü restaurant zinciri Chez Leon'da muhteşem bir midye ziyafeti çektik. Leon'daki midyelerin özelliği, döküm tencereler içinde isteğinize göre kremalı, sarımsaklı, rokforlu vs pişirilmesi yanında da kalın kesilmiş parmak patates ile servis edilmesi.




Cumartesi, orada geçirdiğimiz en güneşli gündü. Bu sefer de açık mekan turu yaptık. Önce doğru La Defence meydanına attık kendimizi. Oh! Hava pırıl pırıl, koccaman açık alan. Louvre Müzesi'nin önündenki tarihi dokuyla başlayan bulvar, buradaki modern alanla son buluyor. Bitiş noktasındaki modern arc, aynı zamanda bakanlık binası olarak da kullanılıyor.
Öğlene doğru orada gezinmeyi bitirip yakışıklı Eyfel pozu için Trocadero Meydanı'na gittik. Hani duyan gelmiş derler ya, meydandaki durum aynen öyleydi. Zor bela resimlerimizi çekip yürüyerek Eyfel'in ayaklarına indik. Burada da vaziyet farklı değildi ve sevgili kocam yukarı çıkma isteğinden vazgeçmek zorunda kaldı.

Meşhur Champ de Mars meydanında biraz oyalanıp, yaklaşan baharı kokladıktan sonra Napoleon'un mezarı ve Askeri Müze'nin olduğu binaya gittik. Burası kocamın herşeyden çok ilgisini çekti.
Akşam yemeğimiz için bu sefer tercihimizi pizzacıdan yana kullandık ve Pizza di Roma'ya gittik. Tesadüf cam kenarındaki masamızda keyifli bir yemek yedikten sonra caddede son kez yürüyüp, bir nevi vedalaştık.
Aldığımız metro kartları 3 günlüktü ve Pazar günü için havaalanına taksi ile gitmeye karar verdiğimiz için tekrar kart almadık. Dolayısyla Opera civarındaki yürüyebileceğimiz yerlerde dolaştık.
Sabahtan Madeleine Kilisesi'ne tam da ayin zamanı gittik. Biraz dinleyip mekanın keyfini çıkarttıktan sonra Louvre'un bitişiğindeki caddede dolaşı alışveriş yaptık. Tuileries Parkı'nda bişeyler atıştırıp bu sefer bir gündüz vedası yaptık.
Paris'te geçirdiğimiz 4 gün gerçekten çok keyifliydi. İlk defa giden sevgili eşim, klişelerin çok ötesinde bir Paris yaşadı. Çıplak heykellere mucuk (bunu yazıyla nasıl ifade edeceğimi bilemedim, bize bişey ifade etmeyen, çok erkeklere özgü bir hareket) yaptı, sarhoş olup Şanzelize'de Karayılan türküsü söyledi, garsonlara "Müdür, hesap lütfen" diye seslendi. Çok ama çok eğlendi. Zaten özünde amaç da bu değil mi?
Not: Bu yazıyı 4 Mart'ta yazmaya başlamıştım ama ruh halim ancak bitirmeme izin verdi...

24 Nisan 2008 Perşembe

Bin Muhteşem Güneş...

Her çıkan kitabını okuduğum yazarlar var. Hatta Miniş'le kitaplarımızı paylaştığımız için, benimkilerden birini görürse almaz bana haber verir ki, ben alayım. Çünkü bir tarafta da iflah olmaz bibliomanik bir durumum var. Benimkilerin bir kitabıysa mutlaka kitaplığımda bulunmalı. Zaten herkese de okusun diye vermem, veremem. Belki 1-2 kişi o kadar. Mesela Miniş deli olur benim kitaplarımı okurken. Çünkü ben kitabı okuyup bitirdikten sonra bile çoğunlukla ilk alındığı günkü kadar temizdir. Haklı olarak bu sonra okuyanda biraz sinir yaratabiliyor. :))

Harlan Coben'den sonra pek kayda değer bir keşif yaptığımız söylenemezdi, düne kadar.

Dün, tatili de fırsat bilerek, filmini çok beğendiğim Uçurtma Avcısı kitabının yazarı Khaled Hosseini'nin 2. romanı "Bin Muhteşem Günes - A Thousand Splendid Sun" ı okuma ve 6-6.5 saat içinde de bitirme şerefine eriştim.

1960'ların ortasından başlayıp 2003'e kadar gelen hikayede, Meryem ve Leyla'nın hüzünlü, iç burkan ve son derece gerçek, yıllar içinde kesişip bütünleşen hayatlarını, Han, Sovyetler, Mücahitler, Taliban ve Karzai sürecindeki siyasi fonda okuyorsunuz. Dili çok sade ve mesaj kaygısından uzak olan kitap, bana biraz Persopolis isimli çizgi filmi hatırlattı. Sonuçta ülkelerin yaşadığı siyasi süreç birbirine yakın olunca, bireylerin etkilenme şekilleri de pek farklı olmuyor.

Kitaptaki kurgu o kadar güzel ki, olaylar hiç beklemediğiniz noktada kesişiyor, karamsarlaşıyor veya içine güneş doğuyor. Bundan sonra daha ne olabilir dediğim sayfadan sonra, daha 200 sayfa falan vardı ve şimdi sorsanız 1 satırı bile çıkartamam.

Aşk, ihanet, dostluk, hasret, hayal kırıklığı, umut kısaca insana dair herşeyi bu kitapta bulacağınızı garanti ediyorum. Yazım da, çeviri de çok başarılı. Pişman olmayacaksınız.

Ben şimdi sıraya Uçurtma Avcısı'nın kitabını aldım. Okuyanlardan aldığım bilgilere göre, filmle kitap arasında farklılıklar varmış. Göreceğiz.

Hani diyorlar ya; "Dünyayı güzellik kurtaracak", bu tip katkıların da sürece büyük etkisi olacağını düşünüyorum. Hosseini'nin tarzı beni o kadar etkiledi ki, esas sıkıntı bundan sonraki kitap çıkana kadarki süreçte bekleme faslı.

Bu arada kitabın film hakları, Sony / Colombia'ya satılmış. Şu anda Schindler’s List'in de senaryosunu yazan Steve Zaillian, kitap üzerinde çalışıyormuş. Ancak kast, filmin dili ve çekileceği yer konuları henüz netleşmemiş.

17 Nisan 2008 Perşembe

Dost Sohbeti ve Yalnız Bir Opera...

Salı akşamı Evroş'la, Kanyon'da buluştuk. Önce GBK'ta yemek yedik. Ben bu sefer kızarmış keçi peynirli, gün kurusu domatesli ve patlıcanlı versiyonu denedim. Yazarken bile ağzım sulanıyor. Sonra da Starbucks'tan kahvelerimizi alıp önündeki havuzun kenarına ayaklarımı uzatıp yayıldık. Ay nasıl hoşumuza gitti. Hava güzeldi, muhabbet güzeldi. Konu nereden geldiyse Murathan Mungan'a de "Yaz Geçer" e ve tabii ki "Yalnız Bir Opera" ya geldi.

Çook eskilere gittim. Bir kısmını ezbere bildiğim nadir şiirlerdendir. Aldı götürdü beni. Yine içimi hüzün, bi burukluk, böyle tarif edemediğim bir duygu kapladı. Hani bende bir anısı olduğu için de değil ama kelimelerin başarısından sanırım.

Buraya yazmak için kopyasını ararken Ekşi Sözlük'te onunla ilgili hoşuma giden bir girişe rastladım: "İnsanın okuyunca aşık olası, ayrılası ve bu ayrılıktan pişman olası gelen şiir"

Bilmeyenler için bir bölümü aşağıda...

"ölü bir yılan gibi yatıyordu aramızda
yorgun, kirli ve umutsuz geçmişim
oysa bilmediğin bir şey vardı sevgilim
ben sende bütün aşklarımı temize çektim.

imrendiğin, öfkelendiğin
kızdığın, ya da kıskandığın diyelim
yani yaşamışlık sandığın
geçmişim
dile dökülmeyenin tenhalığında
kaçırılan bakışlarda
gündeliğin başıboş ayrıntılarında
zaman zaman geri tepip duruyordu.
ve elbet üzerinde durulmuyordu.
sense kendini hala hayatımdaki
herhangi biri sanıyordun,
biraz daha fazla sevdiğim,
biraz daha önem verdiğim.

başlangıçta dogruydu belki.
sıradan bir serüven,
rastgele bir ilişki gibi başlayıp,
gün günden hayatıma yayılan,
varlığımı ele geçiren,
büyüyüp kök salan bir aşka bedellendin.
ve hala bilmiyordun sevgilim
ben sende bütün aşklarımı temize çektim
anladığındaysa yapacak tek şey kalmıştı sana
bütün kazananlar gibi
terk ettin

yaz başıydı gittiğinde,
ardından,
senin için üç lirik parça yazmaya karar vermistim.
kimsesiz bir yazdı.
yoktun. kimsesizdim.
çıkılmış bir yolun ilk durağında
bir mevsim
bekledim durdum.
çünkü ben aşkın bütün çağlarından geliyordum.

sanırım lirik sözcüğü en çok yüzüne yakışıyordu
yüzündeki küskün kedere,
gür kirpiklerinin altından kısık lambalar gibi ışıyan gözlerine
çerçevesine sığmayan
munis, sokulgan, hüzünlü resimlerine
lirik sozcüğü en çok yüzüne yakışıyordu
yaz başıydı gittiğinde.
sersemletici bir rüzgar gibi geçmişti mayıs.
seni bir şiire düşündükçe
kanat gibi, tüy gibi,
dokunmak gibi uçucu ve yumuşak şeyler geliyordu aklıma.
önceki şiirlerimde hiç kullanmadığım bu sözcük
usulca düşüyordu bir kağıt aklığına,
belki de ilk kez giriyordu yazdıklarıma, hayatıma.

yaz başıydı gittiğinde.
bir aşkın ilk günleriydi daha.
aşk mıydı, değil miydi?
bunu o günler kim bilebilirdi?
"eylül'de aynı yerde ve aynı insan olmamı isteyen"
notunu buldum kapımda.
altına saat:16.00 diye yazmıştın,
ve 16.04'tü onu bulduğumda.

daha o gün anlamalıydım
bu ilişkinin yazgısını
takvim tutmazlığını
aramızda bir düşman gibi duran
zaman'ı
daha o gün anlamalıydım
benim sana erkensenin
bana geç kaldığını

..."


"Murathan Mungan, Yaz Geçer, Yalnız Bir Opera"

7 Nisan 2008 Pazartesi

Venedik Taciri... (Tiyatro Pera)

Son birkaç yılda, tiyatroda izleyip de, bizi derinden etkileyen "Uyarca" ve "Yangın Duası" na, Cuma akşamı Beyoğlu, Tiyatro Pera'da izlediğimiz "Venedik Taciri" de eklendi.

Oyun, önemli bir ticaret merkezi olan İtalya’nın Venedik kentinde gelişiyor. Oyuna adını veren, yüksek burjuva Antonio, deniz aşırı ticaret yapmaktadır. Antonio’nun yakın dostu Bassanio ise (-ki bizce tüm ekibin en zayıf halkasıydı) burjuva dünyasının ihtişamı içinde tüm servetini savrukça yitirmiştir. Bassanio, Belmont’ta zengin bir kadın olan Portia ile evlenebilmek için Antonio’dan borç para ister. Antonio bütün parasını yatırdığı malları gemilerle çeşitli noktalara gittiğinden dostu için para taciri Musevi Shylock’tan faiziyle borç para ister. Shylock piyasada kazancına engel olan ve kendisini her fırsatta aşağılayan Antonio’ya borç para vermeyi ilginç bir koşul öne sürerek kabul eder. Shylock paranın vadesi karşılığında faiz yerine Antonio’nun vücudundan kalbine yakın bir yerden yarım kilo et ister. Antonio ise gemilerinden kazanacağı paraya güvendiği için bu ölümcül senete imza atmayı kabul eder. Anlaşma sonunda parayı alan Bassanio, Belmont’a gider. Portia, babasının vasiyeti gereği altın, gümüş, kurşun kutulardan birini seçerek kendi resmini bulan talipli ile evlenecektir. Resmi bulan Bassanio, Portia ile evlenir. Antonio gemileri battığı için Shylock’a borcunu ödeyemez. Shylock ise Musevi kimliği ve varoluşunu aşağılayan Antonio’dan intikam alabilmek için fırsatı değerlendirip Venedik mahkemesine başvurur. Venedik’ten gelen bu haber üzerine Bassanio arkadaşlarıyla Venedik’e gider.

Bu noktada o müthiş tiradını söyler:
"salerio: Ne olmuş yani, borcunu zamanında ödeyemezse, etini alacak değilsin herhalde. ne işe yarar ki bu?
shylock: Balık tutmaya yarar. Kimseyi doyurmasa bile alacağım intikamı doyurur. Beni aşağıladı, yarım milyondan etti, zararlarıma güldü, kazancımla alay etti, halkımı hor gördü, işlerimi köstekledi, dostlarımı soğuttu, düşmanlarımı kızıştırdı. Neden yaptı bunları peki? Ben yahudiyim de ondan. Yahudinin gözü yok mu? Yahudinin elleri yok mu? Organları, boyu, posu, duyuları, duyguları, heyecanı yok mu? Aynı yiyecekle beslenmiyor mu, aynı silahla yaralanmıyor mu, aynı hastalıklara yakalanmıyor mu, aynı yollarla iyileşmiyor mu, aynı kışın ve yazın üşüyüp, ısınmıyor mu? Farkı ne hıristiyan insandan? Etimiz kesilince bizim de kanımız akmaz mı? Gıdıklanınca gülmez miyiz? Zehirlenirsek ölmez miyiz? Peki ya bize haksızlık ederseniz öcümüzü almaz mıyız? Her şeyde size benzediğimize göre, bunda da benzeyeceğiz tabii. Yahudi hıristiyana haksızlık edince, karşılığında göreceği iyilik ne? İntikam! Hıristiyan yahudiye haksızlık ederse, hıristiyan örneğine göre karşılığı ne olmalı? İntikam tabii! Hainlik etmesini sizden öğrendim, yine size uygulayacağım. Bu işi sizden çok daha iyi yapacağıma da güvenebilirsiniz."

Para ticareti yapan Yahudi Syhlock ile Hıristiyan tacir Antonio, Venedik yasalarına göre hesaplaşacaklardır.

Oyunda Hıristiyan ve Musevilerin iş dünyasının eğlenceli ve gerilimli ilişkilerinde para, güç, mevki, aşk, ticaret, adalet kavramları sorgulanır. Venedik kenti, para ilişkilerinin ve borsanın olduğu gibi; aşkların ve karnavalların da merkezidir. Sularla çevrili kentin kanalları hem büyüleyici hem de ürkütücüdür. Kanallar, Yahudilerin yaşadığı Getto bölgesini de kentin diğer bölgelerinden ayırır. Venedik’in vazgeçilmez imajı karnaval ve maskeler, ticaretin, aşkın ve kentin gizli dünyasının da bir yansımasıdır. Karnaval, maskeler, Rialto Borsası, müzikler, danslar ve genelde Venedik kentinin büyülü atmosferi oyunun da belkemiğini oluşturur.

Ancak Shakespeare'in 1500'lerin sonunda yazdığı oyun, Tiyatro Pera tarafından modernize edilmiş. Cep telefonları, laptoplar, internetten takip edilen borsa bilgileri.

Tiyatro Pera'nın oldukça küçük bir sahnesi var ancak bu dezavatajı, sizi oyunun içine çekmek için bir avantaj olarak kullanıyorlar. Resmen oyunun içinde, oyuncuların yanındasınız. Muhtemelen de bunun etkisiyle, oyun bittiğinde ben dahil salonun yarısı ağlıyordu:))

Belirtmeden geçemeyeceğim, oyun "En İyi Prodüksiyon", Shylok'u oynayan Mehmet Ali Kaptanlar ise "En İyi Erkek Oyuncu" dalında bu seneki Afife Tiyatro Ödülü adaylarından.

3 Nisan 2008 Perşembe

Saç Bakımı...

Evroş, üniversiteden sınıf arkadaşım. Ben tanıdığımdan beri saçları hep uzundu. Bazen biraz fazla, bazen biraz da az ama hep uzun. Geçen seneye kadar da kızıl.

Bazen konuşurken denk gelir bahsederdi. Saçına bakım yapıyormuş. Sonrasındaki değişikliği dışarıdaki insanlar bile fark edip, "Aaaa, ne yaptın saçlarına da böyle dolgun ve parlak?" diye sorarlarmış.

Diğer taraftan da benim bu taraklarda hiç bezim yoktur. Öyle badem yağı süreyim saçım gürleşsin, salatalık koyayım gözümün şişini alsın, bilmemne yapayım cildim parlasın falan filan. Neyse sanırım 2-3 ay önce aklıma geldi. Bir mail attım. "Ya neydi şu sihirli formül, bana bir yazsana" diye.

Cevap aynen şöyle geldi, "Badem yağı, buğday yağı, ceviz yağı karıştır, içine bir ampul volteren kır, sür saçına, sonra yıka."

Yağlardan ne kadar kullanacağım, içine kaç ampul kırıcam, ne kadar bekleteceğim hiç birinin cevabı yok. Soruyorum, cevap "kafana göre". Sadece 1 saat civarında beklettiğini öğrenebildim, ben tüm gece zannediyordum, yüreğime su serpildi.

Neyse ben yağları aldım. (Hatta bu gizli!!! formülü gittim bizim dükkandaki "Miniş" le de paylaştım, bundan sonraki herşeyi beraber yaptık.) Eczaneye gidip volteren ampulleri aldık. Akşam evde yağları kafama göre 3 e bölüp (Volteren 5 li kutudaydı, 3'ü bende 2'si Miniş'te kaldı) içine bi güzel de voltereni kırıp karıştırdım. Sürdüm kafama. Hatta bir de geç gelmesini beklediğim kocam erken gelince ona o halde yakalandım. "İşte dedi, hayallerimin kadını..." O seans öyle bitti.

Ve ben yukarıda saydıklarımı bir kez daha yaptıktan sonra kuaförüme gittim. Gerine gerine anlatıyorum. "Muratçım, nasıl ama saçlarım. Çeşitli yağ karışımı içine volteren ampul kırıp bakım yapıyorum. Korktuğum gibi de değilmiş, kolay temizleniyor yağ saçtan."

Murat şöyle bir durdu. "Pardon bi dakika" dedi, "Ne sürdüm dedin?" Ben yine anlattım tüm detaylarıyla. Tabii bunu aldı bir gülme. "Yahu bu işte bir hata var. Ne işi var ağrı kesici, adele gevşeticinin saçta?, Gerçi artık saçını çektiğimde daha az acıyor sanırım ama!!!!"

Ertesi gün geldim, Evroş'a mail attım. Yazışma aynen şöyle:

- Ya kızım sen emin misin şu volteren olayından, bepanten, evigen, hatta bemix C'yi biliyorlar da kimse bunu duymamış.
- Bak şimdi sen söyleyince bana da bi tuhaf geldi. Dur bi anneme sorayım.
- Nasıl ben söyleyince, sen söyledin ya bunu.
- Ya kızım annem katıldı gülmekten. Baş ağrınız da olmaz o formülle diye de dalga geçti. Bepanten doğruymuş.

Tabii ki, Miniş'e gülmekten anlatamadım hikayeyi. O da demez mi "Volterenli formül zaten benimkini çok yağlandırdı, neden diye merak ediyordum"

Sonuç olarak doğru ve iyi neticelerini gördüğümüz formülün doğru hali şöyle:
Aynı oranda, yaklaşık 20 cc, badem+ceviz+buğday yağı, 1'er ampul bepanten+evigen ve bemix C ile karıştırılır. Saça masaj yapılarak sürülüp, en az 1 saat bekletilir. Sonrasında yıkanır.

Haftada veya 15 günde 1 tekrar edilmesinde fayda var.

2 Nisan 2008 Çarşamba

2 Film... (August Rush & The Kite Runner)

Kafama uyan, türünü sevdiğim tüm filmleri, mümkün olduğunca kaçırmadan seyretmeye çalışıyorum. Son dönemde seyrettiğim 2 filmden özellikle çok etkilendim. August Rush (Kalbini Dinle) ve The Kite Runner (Uçurtma Avcısı). Kendinizi 2 saatliğine günlük hayatın karmaşasından soyutlamak isterseniz, bu iki filmi özellikle tavsiye ederim.

Çok duygusal, insanın içine işleyen bir film. Bir Rock yıldızı ile çellistin birlikte geçirdikleri gece sonrasında 11 sene birbirlerini hiç gör - e-memesi ve o esnada müziğin içinde anne ve babasını arayan, üstün yetenekli, dünya tatlısı bir çocuk...


Filmin müziklerine ve The Tudors'da VIII.Henry'i de oynayan Jonathan Rhys Meyers'a özellikle dikkat. Yine 2007 yılından Richard Gere ile Av Partisi'nde başrolü paylaşan Terrence (Dashon) Howard ve son dönemde birbirinden oldukça farklı rollerle karşımıza çıkan Robin Williams, filmin diğer dikkat çeken oyuncuları.

Afgan yazar Khaled Hosseini’nin(Halit Hüseyni) aynı adlı çok satan romanından uyarlanan “Uçurtma Avcısı-The Kite Runner”da ise, uzun yıllardır Kaliforniya’da yaşayan Amir adlı bir Afgan göçmeninin, çocukluk arkadaşı Hasan’ın oğlunun başının dertte olduğunu öğrendikten sonra ona yardımcı olmak için Taliban yönetiminin kontrolündeki anavatanına geri dönüşünün çarpıcı öyküsü anlatılıyor.

Kaliforniya’da yaşayan Amir, Afganistan’a Taliban rejiminin hakim olmasından sonra Amerika’ya göç eden Kabil’li zengin bir tüccar ailenin oğludur. Kabil’de geçen çocukluk yılları sırasında evin hizmetçisinin oğlu Hasan ile çok sağlam dostluk bağları kurmuştur. Ancak bir uçurtma yarışı sırasında Hasan’ın başına gelen olayda ona yardım edebileceği halde ona sırtını dönerek en sevdiği arkadaşına ihanet etmiştir. Aradan geçen uzun yıllar boyunca bu ihaneti ve suçluluk duygusu hiç aklından çıkmaz. Yıllar sonra Hasan ve karısının Taliban tarafından öldürüldüğü haberini alır. Bunun üzerine bir zamanlar ihanet ettiği çocukluk arkadaşının başı dertte olan oğlunu bulmak ve onun hayatını kurtarmak için Taliban yönetiminin kontrolündeki Afganistan’a geri döner.

Filmin yönetmenliğini, şu aralara Digiturk'te de sıkça yayımlanan, “Finding Neverland”den tanıdığımız Marc Forster üstlenmiş. Senaryoyu ise, “25th Hour”daki çalışmasından tanıdığımız David Benioff ile Khaled Hosseini beraber yazmışlar.

Kitabı geçtiğimiz günlerde uğradığımda Remzi'de görmüş fakat filmini seyredeceğim için almamıştım. Ne büyük bir hata...!!! Hemen telafi edilmeli :))

27 Mart 2008 Perşembe

Gbk...



Gbk, yani Gourmet Burger Kitchen. Kanyon'da sanırım bu senenin başında açılan, İngilizlerin burgerleri için "Burger'in Rolls Royce'u" dedikleri, Yeni Zellanda orijinli, farklı bir hamburgerci. Hamburger denilince aklımıza gelen fast food imajının tam tersine, restoran düzeninde masaları, yer gösteren bir elemanı, masanıza gelip sipariş alan, çok iyi eğitimli garsonları olan bir nevi slow-food mekanı.

Menüsünde başlangıç olarak kabak kızartmasını ve "Cheese & Berry" dedikleri, üzeri berry soslu, kızartılmış keçi peynirlerini tavsiye ettiler. Biz ikincisini parmaklarımızla beraber yedik.

Sonrasında uzuuuuun bir hamburger listesi geldi önümüze. Peynirli, sarımsaklı mayonezli, barbekü soslu, rokforlu, mozarella ve pestolu, avakadolu, mango ve zencefil soslu ve acı soslu olanlar ilk aklıma gelenler.

Nedir bunların diğer burgerlerden farkı derseniz? Birincisi, etleri özel... Oldukça kalın köfteleri var. Bunların pişirilme yöntemi de fark yaratıyormuş. İyi pişmiş olmasına rağmen kuru olmayan ama bana biraz tuzsuz gelen bir köfteye sahip hamburgerler. İkinci fark ise soslardan kaynaklanıyor. Ketçap ve mayonez kesinlikle yok! Onların yerini ilginç kombinasyonlar alıyor. Bahsettiğim mango ve zencefilden oluşan sos gibi. Tüm bu sosların üstüne bol bol marul, domates ve soğan konuyor. Günlük pişirilmiş ekmeklerin içinde bu malzemeler yemeye hazır hale geliyor. GBK'yı bu kadar ünlü ve popüler yapan, işte bu iki ana unsurmuş, eti ve sosları... Ancak yine de bu alternatiflerle tatmin olmazsanız değişik malzeme seçenekleriyle kendi 'burger'ınızı da oluşturabiliyorsunuz. Etli yemek istemiyorsanız, Portabella mantarıyla yaptıkları 'vejeteryan burger'ini de deneyebilirsiniz.




Ama uyarmam lazım, burgerin büyüklüğü benim diyen adamı yere serecek kadar kocaman. Biz bir barbekü soslu, bir mazerella + pesto soslu yanına patateste söyledik - ki patatesler kalın kesilmiş ve çok güzel kızarmıştı - bitiremedik.

İçecek olarak isterseniz alkolsüz isterseniz şarap, bira gibi alkollü alternatifiniz mevcut. Fiyatı kesinlikle ucuz değil, ama lezzet olarak ödediğimize değdiğini söyleyebilirim.

14 Şubat 2008 Perşembe

To "My All"...

I am thinking of you
In my sleepless solitude tonight
If it’s wrong to love you
Then my heart just won’t let me right
Cause I’ve drowned in you
And I won’t pull through
Without you by my side
I’d give my all to have
Just one more night with you
I’d risk my life to feel
Your body next to mine
Cause I can’t go on
Living in the memory of our song
I’d give my all for your love tonight
Baby can you feel me
Imagining I’m looking in your eyes
I can see you clearly
Vividly emblazoned in my mind
And yet you’re so far
Like a distant star
I’m wishing on tonight
I’d give my all to have
Just one more night with you
I’d risk my life to feel
Your body next to mine
Cause I can’t go on
Living in the memory of our song
I’d give my all for your love tonight
I’d give my all to have
Just one more night with you
I’d risk my life to feel
Your body next to mine
Cause I can’t go on
Living in the memory of our song
I’d give my all for your love tonight
Give my all for your love
Tonight ...

22 Ocak 2008 Salı

80.Oskar Ödülleri'nin Bazı Adayları...

80. Geleneksel Oskar Ödülleri'nin adayları, bugün bizim saatimizle 15.30'da yapılan törenle açıklandı. İşte 24 Şubat'ta dağıtılacak ödüllerin önemli adaylıkları ve adayları...

En iyi Erkek Oyuncu
- George Clooney / "Michael Clayton" (Warner Bros.)
- Daniel Day-Lewis / "There Will Be Blood" (Paramount Vantage & Miramax)
- Johnny Depp / "Sweeney Todd The Demon Barber of Fleet Street" (DreamWorks & Warner Bros., )
- Tommy Lee Jones / "In the Valley of Elah" (Warner Independent)
- Viggo Mortensen / "Eastern Promises" (Focus Features)

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu
- Casey Affleck / "The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford" (Warner Bros.)
- Javier Bardem / "No Country for Old Men" (Miramax & Paramount Vantage)
- Philip Seymour Hoffman / "Charlie Wilson's War" (Universal)
- Hal Holbrook / "Into the Wild" (Paramount Vantage & River Road Entertainment)
- Tom Wilkinson / "Michael Clayton" (Warner Bros.)

En İyi Kadın Oyuncu
- Cate Blanchett / "Elizabeth: The Golden Age" (Universal)
- Julie Christie / "Away from Her" (Lionsgate)
- Marion Cotillard / "La Vie en Rose" (Picturehouse)
- Laura Linney / "The Savages" (Fox Searchlight)
- Ellen Page / "Juno" (Fox Searchlight)

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu
- Cate Blanchett / "I'm Not There" (The Weinstein Company)
- Ruby Dee / "American Gangster" (Universal)
- Saoirse Ronan / "Atonement" (Focus Features)
- Amy Ryan / "Gone Baby Gone" (Miramax)
- Tilda Swinton / "Michael Clayton" (Warner Bros.)

En İyi Animasyon Film
- "Persepolis" (Sony Pictures Classics): Marjane Satrapi & Vincent Paronnaud
- "Ratatouille" (Walt Disney): Brad Bird
- "Surf's Up" (Sony Pictures Releasing): Ash Brannon & Chris Buck

En İyi Yönetmen
- "The Diving Bell and the Butterfly" (Miramax/Pathé Renn), Julian Schnabel
- "Juno" (Fox Searchlight), Jason Reitman
- "Michael Clayton" (Warner Bros.), Tony Gilroy
- "No Country for Old Men" (Miramax & Paramount Vantage), Joel Coen & Ethan Coen
- "There Will Be Blood" (Paramount Vantage & Miramax), Paul Thomas Anderson

En İyi Film
- "Atonement" (Focus Features) A Working Title Production: Tim Bevan, Eric Fellner & Paul Webster, Producers
- "Juno" (Fox Searchlight) A Dancing Elk Pictures, LLC Production: Lianne Halfon, Mason Novick & Russell Smith, Producers
- "Michael Clayton" (Warner Bros.) A Clayton Productions, LLC Production: Sydney Pollack, Jennifer Fox & Kerry Orent, Producers
- "No Country for Old Men" (Miramax &Paramount Vantage) A Scott Rudin/Mike Zoss Production: Scott Rudin, Ethan Coen & Joel Coen, Producers
- "There Will Be Blood" (Paramount Vantage & Miramax) A JoAnne Sellar/Ghoulardi Film Company Production: JoAnne Sellar, Paul Thomas Anderson & Daniel Lupi, Producers
Blog Widget by LinkWithin

Etiketlerim..

...

"Hayat, özellikle, yazılanları okumak, çekilenleri seyretmek ve tabii ki pişirilenleri yemek için çok kısa, biraz koşmak lazım... "
myspace graphics

Free Counters

Hayatın İçinden...

 

Divitim... | Creative Commons Attribution- Noncommercial License | Dandy Dandilion Designed by Simply Fabulous Blogger Templates