22 Temmuz 2008 Salı

Bozcaada...

Son dönemdeki yazılarda sıkça dile getirmeye başladığım üzere, çok ama çoook sıkılmıştım. iş yoğunluğunun üzerine İstanbul'un sıcağı ve nemi de eklenince her şey üzerime üzerime geliyordu ve hayata minik bir "es" vermek için kendimizi 4 günlüğüne Bozcaada'ya attık.

İki gün izin alıp haftasonuna ekleyerek başladığımız tatilimiz perşembe sabahı 5'te başladı. Elbette o saatte yollar boştu ve bir gün önce İstanbul'u götüren selin esamesi okunmaya devam ediyordu. Dolayısıyla çok rahat bir yolculuk oldu. Yolculuk bizim evden, Geyikli iskelesine 400 km. ve biz karşıya Gelibolu değil de Eceabat'tan geçtiğimiz ve feribotun kalkış saatini de beklediğimiz için, Namık Kemal tesislerindeki minik mola ile birlikte 6,5 saat sürdü. Yolculuğun geneli için şunu söyleyebilirim, Keşan'a kadar yollar double dolayısıyla kimseyle neredeyse muhattab olmadan gidiyorsunuz. Namık Kemal Tesisleri'ne herşey çok özensiz ve sıradan olduğu için sanırım bu son uğrayışımızdı. Diğer taraftan benzin istasyonları ama özellikle de OPET bu güzergaha çok yatırım yapmış. Şehirlerarası yollardaki terk edilmiş benzinci imajını tamamen ortadan kaldırıp, makul mesafelerde yaşayan istasyonlar yaratmışlar. Marketteki herşey taze ve çeşitli, tuvaletler ise pırıl pırıl.

Vapur yaz tarifesine göre, tek saatlerde Geyikli İskelesi'nden, çift saatlerde Bozcaada'dan kalkıyor. Dolayısıyla biz 1,5 saat kadar iskelenin yanındaki çay bahçesinde vakit geçirdik. Sonra, yaklaşık yarım saatlik bir yolculuk sonucunda ver elini Bozcaada.



Bozcaada'nın Çanakkale tarafından görülen, vapur iskelesinin ve merkezinin bulunduğu doğu cephesi gerçekten boz. Büyük ihtimalle maruz kaldığı şiddetli rüzgar sebebiyle belediyenin ağaçlandırma çalışmaları da sonuçsuz kalıyormuş.

Oteller merkez, merkez dışı ve bağ evi olarak üçe ayrılıyor. Biz merkez dışında, "Küçük Oteller Sitesi"'nda yer alan "Üzüm Butik Otel"'i seçtik. Bu seçimimizden de çok memnun kaldık. Baba - oğul işletmesi, 7 odalı, küçük, sıcak en önemlisi rahat bir oteldi. Biz akşamları kafamıza göre yiyebilelim diye, oda kahvaltı kaldık. Cuma sabah kahvaltısıdaki yumurtalı ekmek bizi taa çocukluğumuza götürdü.

Akşam yemeklerinin ilki büyük ama çok büyük hayal kırıklığı oldu. Başlangıcı benden kaynaklandı çünkü, sabah erken kalktığım, bir süre de uzun yolda araba kullandığım için, sanırım düzenim bozuldu ve o da direkt mideme vurdu. Diğer taraftan güya tavsiye üzerine gittiğimiz, rum mahallesinde, asmalar altındaki mekanda, bakın sayıyorum; 1 duble rakı, kavun, 4 adet kabak çiçeği dolması, 2 dilim peynir, minicik bir tabak deniz börülcesi- ki o kadarcığın içinde muhtemelen 1 baş sarımsak vardı - ve peynir mezesi için bizden tam tamına 45 ytl istediler.


Ada, irili ufaklı bir sürü koy ile dolu. Biz Cuma günü sabahtan Akvaryum Koyu'na gittik. Koy süper ancak artık eski zamanlarda olduğu gibi bilinmez olmadığı için bir süre sonra, bize göre fazlaca kalabalık oldu ve tepede yükselen güneşi de bahane ederek kaçtık.

Adanın bildiğiniz üzere en önemli özelliklerinden biri bağları. Adada yerli ve yabancı 6-7 çeşit üzüm yetiştiriliyor. En ünlü markalar Çamlıbağ, Talay ve Corvus. Bize İstanbul'da bulamayacağımız için Çamlıbağ'ınkileri, özellikle de Cabarne'sini tavsiye ettiler. Cuma öğlenden sonra, otelin çardağında bir şişenin peynir eşliğinde keyfini çıkarttıktan sonra kendimizi alışveriş için merkeze attık. "Çamlıbağ"'ın kendi dükkanında bütün çeşitlerin tadına baktıktan sonra beyaz olarak Vasilaki 2003, kırmızı olarak da Cabarnet Sauvignon 2002 almaya karar verdik.

Adanın diğer bir meşhur şeyi de reçelleri, özellikle de domates reçeli. Biz domates reçelini ilk olarak bir arkadaşlarımızda yemiş ve çok beğenmiştik. Adada 2 yer ticari olarak reçel satıyor. Biz domates reçellerimizi Salto'dan aldık. Eve gelen misafirlere kahve öncesi reçel ikramı eski bir Rum geleneği imiş. Adanın yerlilerinden Rum asıllı Simyon Salto ise, domates reçeli imalatına 30 sene önce başlamış. Adaya özgü özel armut domatesinden üretilen reçelin yapımında katkı maddesi kullanılmıyor. Çekirdekleri çıkartılan domateslerin içine soyulmuş badem konuluyor. Yine adaya özel gelincik ve bizim Polenezköy'de tadıp çok beğendiğimiz karpuz kabuğu reçelini Gülerada'da bulunca onu da affetmedik :))

Cuma akşamı hafta sonu kalabalığı adaya çökmeden önce, adanın batı ucundaki hemen yanında 17 adet yeldeğirmeni de bulunan Polente Feneri'ne gidip güneşin batışını izlemek için son fırsatımızdı. Adanın doğu yakasının çoraklığına nispet yaparcasını batı yakası yemyeşil ve fenere çam ormanlarının arasından geçerek ulaşıyorsunuz. Off ki ne offfff.... Bu noktada ben susayım fotoğraflar konuşsun.







Cuma günü, perşembenin acısını çıkartırcasına yaşanan güzellikler bunlarla da bitmedi ve biz kendimizi, dolunayın ışıkları denizin üstünde dans etmeye başladığı saatlerde Ayazma Plajı'na tepeden bakan Vahit'in Yeri'ne attık. Çok lezzetli, keyifli ve rakının hakkını vererek geçen gecenin sonunda garson 62 ytl'lik bir hesap getirdi. Tam bu herhalde şaka diye aramızda konuşurken, mahçup eda ile yaklaştı ve " Kusura bakmayın, rakıyı eklememişler, rica etsem 30 ytl daha alabilir miyim?" dedi de bi oh! çektik. Manzarası, yemeklerin lezzeti, tam kalkmak üzereyken ikram edilen kahvenin kıvamı, tam yerindeydi.

Cumartesi günü deniz tercihimizi Ayazma Plajı'ndan yana kullandık. Burası adanın sanırım en büyük plajı ve belediye oraya şezlong ve şemsiye koyma nezaketini göstermiş. Biz kafamızı dinlemek istediğimiz için, merkezdeki kalabalıktan uzak, neredeyse koyun bitimindeki son şezlong ve şemsiyeyi kaptık, etraftaki boşları da isteyenlerle, büyük bir memnuniyetle gönderdik.

Başta da söylediğim gibi, dönüş feribotu için 10 veya 12 alternatiflerinden, nispeten daha az trafikle mücadele etmek için birincisini seçtik. Gelirken ödediğimiz 3 ytl 'lik feribot ücretine karşılık dönerken 23 ytl ödeyince o konuda da kafamızda oluşan soru işaretlerine cevap bulup dönüş yoluna geçtik.

Döndükten sonra her sorana aynı şeyi söylüyorum, Bozcaada'yı sevip sevmemeniz, tamamen ne beklediğinizle alakalı. Çünkü ada bir Bodrum veya Çeşme değil. Mümkünse de olmasın. Ada bize, nemli havada klimanın yaptığı gibi bir etki yaptı. Üzerimizdeki bütün stresi emdi, kafamızı sıfırladı. Ancak malesef benim "lay lay loy" diye tabir ettiğim kitle de büyük bir yoğunlukla adadaydı. Akşam bir bakıyorduk, şıkır şıkır kıyafetler, full makyaj teyzeler sokakta. Elbette kimse kimseye karışamaz ama o kişiler, genel yapı içinde biraz farklı kaçıyordu sanki.

2 yorum:

Adsız dedi ki...

Özlem'cim, yazılarını okumak çok keyifli, bloguna sağlık...
Aylin

Unknown dedi ki...

Özlem,yazıların "Türk edebiyatinda gezi yazısı türü"ne oldukça iyi örnek, fazlası var eksiği yok.Ve ayrica yazilarinda inceden ansiklopedik bilgiler bulmak da mümkün.İleride, benzer türdeki yazilarinin derlenmiş,toparlanmiş ve kitap haline getirilmiş formatını tezgahlarda görme temennisiyle.Sen gez biz okuyalim,bizim gezmemize gerek kalmasın :-)))Divitine sağlık.
Ercan

Blog Widget by LinkWithin

Etiketlerim..

...

"Hayat, özellikle, yazılanları okumak, çekilenleri seyretmek ve tabii ki pişirilenleri yemek için çok kısa, biraz koşmak lazım... "
myspace graphics

Free Counters

Hayatın İçinden...

 

Divitim... | Creative Commons Attribution- Noncommercial License | Dandy Dandilion Designed by Simply Fabulous Blogger Templates