28 Ocak 2010 Perşembe
Zaman Paradoksu...
Tarih içinde zamanımızın paradoksunu şöyle sıralayabiliriz :
Daha yüksek binalarımız, ama daha kısa sabrımız var; daha geniş oto yollarımız, ama daha dar bakış açılarımız var.
Daha çok harcıyoruz, ama daha az şeye sahibiz; daha fazla satın alıyoruz, ama daha az hoşnut kalıyoruz.
Daha büyük evlerimiz, ama daha küçük ailelerimiz; daha çok ev gereçleri, ama daha az zamanımız var.
Daha çok eğitimimiz, ama daha az sağduyumuz; daha fazla bilgimiz, ama daha az bilgeliğimiz var. Daha çok uzmanımız, ama yine de daha çok sorunumuz; daha çok ilacımız, ama daha az sağlığımız var.
Çok fazla alkol ve sigara tüketiyoruz, çok savurganca para harcıyoruz, çok az gülüyoruz, çok hızlı araba kullanıyor, çok çabuk kızıyoruz, çok geç saatlere kadar oturuyor, çok yorgun kalkıyoruz, çok az okuyor, çok fazla TV izliyoruz ve çok ender şükrediyoruz.
Mal varlıklarımızı çoğalttık, ama değerlerimizi azalttık. Çok konuşuyoruz, çok az seviyoruz ve çok sık nefret ediyoruz.
Geçimimizi sağlamayı öğrendik, ama yaşam kurmayı öğrenemedik.
Yaşamımıza yıllar kattık, ama yıllara yaşam katamadık. Aya gidip gelmeyi öğrendik, ama yeni komşumuzla karşılaşmak için caddenin karşısına geçmekte sorunumuz var. Dış Uzayı fethettik, ama iç dünyamızı edemedik. Daha büyük işler yaptık, ama daha iyi işler yapamadık.
Havayı temizledik, ama ruhumuzu kirlettik. Atoma hükmettik, ama önyargılarımıza edemedik. Daha çok yazıyoruz, ama daha az öğreniyoruz.
Daha çok plan yapıyoruz, daha az sonuca varıyoruz. Koşuşmayı öğrendik, ama beklemeyi öğrenemedik. Daha fazla bilgiyi depolamak, her zamankinden daha çok kopya çıkarmak için daha çok bilgisayarlar yapıyoruz, ama git gide daha az iletişim kuruyoruz.
Zaman artık, hızlı hazırlanan ve yavaş sindirilen yiyeceklerin; büyük adamlar ve küçük karakterlerin; yüksek kârlar ve sığ ilişkilerin zamanıdır. Günümüz artık, iki maaşın girdiği ama boşanmaların daha çok olduğu, daha süslü evler, ama dağılmış yuvaların olduğu günlerdir. Bu günler, hızlı seyahatler, kullanılıp atılan çocuk bezleri, yok edilen ahlakî değerler, bir gecelik ilişkiler, obez bedenler ve neşelendirmekten sakinleştirmeye hatta öldürmeye kadar her şeyi yapabilen hapların olduğu günlerdir.
Vitrinlerde her şeyin sergilendiği, ama depolarda hiçbir şeyin olmadığı bir zamandayız.
Öyle bir zaman ki teknoloji bu mektubu size getirebilir, siz bu içselliği ya paylaşmayı, ya da sil tuşuna basmayı seçebilirsiniz.
Yaşam, aldığımız nefes sayısıyla değil, nefesimizi kesen anların sayısıyla ölçülür. Paylaşmak özel ve güzeldir, yaşamı paylaşmak, özel gün ve anları paylaşmak, değer verip değerinizi bilen birileri olduğunu bilmek, onunla paylaşmak ne kadar lüks artık. Onu bulmak ve kaybetmemek, dostluğu, sevgiyi, hüznü paylaşmak, ne güzeldir tüm bunların tarihe karıştığı bir dönemde elde etmek ve yaşamak...
26 Ocak 2010 Salı
Ejder Kapanı...

15 Ocak 2010 Cuma
Tek Tek Yazamadıklarım...
13 Ocak 2010 Çarşamba
Kabare...

8 Ocak 2010 Cuma
Çok Sevmezsen, Çok Acımazsın / Can Yücel...
Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
"O olmazsa yaşayamam." demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle o daha az sever seni,
Senin onu sevdiğinden.
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de
korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları...
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
"O benim." diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasın istiyorsan birşeylerin...
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait
olacaksın.
Mesela turuncuya, yada pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden, Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi, Hem
de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak...
Can Yücel
4 Ocak 2010 Pazartesi
Yahşi Batı...
30 Aralık 2009 Çarşamba
Hayattan Ne Öğrendim...
Isigi gördüm, korktum.
Agladim.
Zamanla isikta yasamayi ögrendim..
Karanligi gördüm, korktum.
Gün geldi sonsuz karanliga ugurladim sevdiklerimi...
Agladim.
* * *
Yasamayi ögrendim.
Dogumun, hayatin bitmeye basladigi an oldugunu;
Aradaki bölümün, ölümden çalinan zamanlar oldugunu ögrendim.
* * *
Zamani ögrendim.
Yaristim onunla...
Zamanla yarisilmayacagini, zamanla barisilacagini, zamanla ögrendim...
* * *
Insani ögrendim.
Sonra insanlarin içinde iyiler ve kötüler oldugunu...
Sonra da her insanin içinde iyilik ve kötülük bulundugunu ögrendim.
* * *
Sevmeyi ögrendim.
Sonra güvenmeyi....
Sonra da güvenin sevgiden daha kalici oldugunu,sevginin güvenin saglam zemini üzerine kuruldugunu ögrendim.
* * *
Insan tenini ögrendim.
Sonra tenin altnda bir ruh bulundugunu...
Sonra da ruhun aslinda tenin üstünde oldugunu ögrendim.
* * *
Evreni ögrendim.
Sonra evreni aydinlatmanin yollarini ögrendim.
Sonunda evreni aydinlatabilmek için önce çevreni aydinlatabilmek gerektigini ögrendim.
* * *
Ekmegi ögrendim.
Sonra baris için ekmegin bolca üretilmesi gerektigini...
Sonra da ekmegi hakça ülesmenin, bolca üretmek kadar önemli oldugunu ögrendim.
* * *
Okumayi ögrendim.
Kendime yaziyi ögrettim sonra...
Ve bir süre sonra yazi, kendimi ögretti bana....
* * *
Gitmeyi ögrendim.
Sonra dayanamayip dönmeyi...
Daha da sonra kendime ragmen gitmeyi...
* * *
Dünyaya tek basina meydan okumayi ögrendim genç yasta...
Sonra kalabaliklarla birlikte yürümek gerektigi fikrine vardim.
Sonra da asil yürüyüsün kalabaliklara karsi olmasi gerektigine aydim.
* * *
Düsünmeyi ögrendim.
Sonra kaliplar içinde düsünmeyi ögrendim.
Sonra saglikli düsünmenin kaliplari yikarak düsünmek oldugunu ögrendim.
* * *
Namusun önemini ögrendim evde...
Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk oldugunu;
gerçek namusun, günah elinin altindayken, günaha el sürmemek oldugunu ögrendim.
* * *
Gerçegi ögrendim bir gün...
Ve gerçegin aci oldugunu...
Sonra dozunda acinin, yemege oldugu kadar hayata da lezzet kattigini ögrendim.
* * *
Her canlinin ölümü tadacagini,
ama sadece bazilarinin hayati tadacagini ögrendim.
********
Ben dostlarımı ne kalbimle nede aklımla severim.
Olur ya ...
Kalp durur ...
Akıl unutur ...
Ben dostlarımı ruhumla severim.
O ne durur, ne de unutur ...
Mevlana
Avatar'dan Çıktım Yola...
24 Aralık 2009 Perşembe
2010 Kültür Başkenti İstanbul...
Avrupa Kültür Başkenti fikri ilk kez 1985 yılında dönemin Yunanistan Kültür Bakanı Melina Mercouri tarafından ortaya atılmış. Aynı yıl Avrupa Birliği Bakanlar Konseyi projenin kapsamını belirlemiş ve uygulamaya koymuş. 1985'ten 2000 yılına kadar Avrupa Birliği'ne üye olan ülkelerin kentlerinden biri Avrupa Kültür Başkenti olarak seçilmiş. 2000 yılına gelindiğinde, yeni binyıl nedeniyle Avrupa Kültür Başkenti unvanı hem birden fazla kente, hem de AB Adayı olan ülkelerin kentlerine verilmeye başlanmış. Liste şöyle:
1985 Atina -Yunanistan
1986 Floransa -İtalya
1987 Amsterdam -Hollanda
1988 Berlin -Almanya
1989 Paris -Fransa
1990 Glasgow -İskoçya
1991 Dublin -İrlanda
1992 Madrid -İspanya
1993 Anvers -Belçika
1994 Lizbon -Portekiz
1995 Lüksemburg
1996 Kopenhag -Danimarka
1997 Selanik -Yunanistan
1998 Stockholm -İsveç
1999 Weimar -Almanya
2000 Avignon -Fransa, Bergen -Norveç, Bologna -İtalya, Brüksel -Belçika, Helsinki -Finlandiya, Krakov -Polonya, Reykjavik -İzlanda, Prag -Çek Cumhuriyeti, Santiago de Compostela -İspanya
2001 Porto -Portekiz, Rotterdam -Holanda
2002 Bruges -Belçika
2003 Salamanca -İspanya, Graz -Avusturya
2004 Genova -İtalya, Lille -Fransa
2005 Cork -İrlanda
2006 Patras -Yunanistan
2007 Lüksemburg, Sibiu -Romanya
2008 Liverpool -İngiltere, Stavanger -Norveç
2009 Linz -Avusturya
Yukarıdaki listeden de görebileceğiniz gibi, Avrupa'da neredeyse kent kalmadığı için 2010 yılının Kültür Başkenti İstanbul oldu. Yani büyütülecek bişey değil. Hatta ben olsam Sibiu veya Cork'tan sonra gelen bir ünvanı, sağolun ben almayayım diye reddederdim.
Diğer taraftan bu kadar kötü hazırlanmış bir reklam kampanyası ile adamları bize sona bıraktıkları için haklı çıkartır nitelikteyiz. Hiç denk geldiniz mi bilmiyorum ama "Yeniden bak" sloganlı kampanya bir felaket. İstanbul'lular Kız Kulesi, Galata Kulesi ve Haydarpaşa İstasyon Binası'nı farklı bir gözle yeniden görüyor. Ama nedense Haydarpasa İstasyonu Taksim'de AKM'nin yerinde. Nasıl yani??
"4 Elementin Kenti" İstanbul konsepti için açıklama şöyle: "İstanbul, yüz binlerce yıllık tarihinde, üç büyük imparatorluğun başkenti, üç semavi dinin, birçok medeniyetin buluşma noktası ve en önemlisi çağlar boyunca birlikte yaşam kültürünün hayat bulduğu bir kent. Biz de yaşamın sırlarını simgeleyen 4 elementi bu kentin özellikleriyle birleştirdik ve projeleri Toprak, Hava, Su ve Ateş elementleriyle temsil ettik. Dedik ki: İstanbul, '4 Elementin Kenti' başlıklı dosyasıyla, kendi gerçeğini görerek dünyayla bütünleşsin. Kendisini çağlar ötesine taşıyacak yeni kültürel projelere imza atarken İstanbul’un adı toprak, hava, su ve ateş kadar vazgeçilmez olsun..." Buna hele hiç söyleyecek bişeyim yok, neresinden tutsam elimde kalıyor.
16 Aralık 2009 Çarşamba
Herkes Öldürür Sevdiğini...
herkes öldürebilir sevdiğini
kimi bir bakışıyla yapar bunu,
kimi dalkavukça sözlerle,
korkaklar öpücük ile öldürür,
yürekliler kılıç darbeleriyle!
kimi gençken öldürür sevdiğini
kimileri yaşlı iken öldürür;
şehvetli ellerle öldürür kimi
kimi altından ellerle öldürür;
merhametli kişi bıçak kullanır
çünkü bıçakla ölen çabuk soğur.
kimi aşk kısadır, kimi uzundur,
kimi satar kimi de satın alır;
kimi gözyaşı döker öldürürken,
kimi kılı kıpırdamadan öldürür;
herkes öldürebilir sevdiğini
ama herkes, öldürdü diye ölmez!!!
*****
yet each man kills the thing he loves
by each let this be heard,
some do it with a bitter look,
some with a flattering word,
the coward does it with a kiss,
the brave man with a sword!
some kill their love when they are young,
and some when they are old;
some strangle with the hands of lust,
some with the hands of gold:
the kindest use a knife, because
the dead so soon grow cold.
some love too little, some too long,
some sell, and others buy;
some do the deed with many tears,
and some without a sigh:
for each man kills the thing he loves,
yet each man does not die.
oscar wilde
20 Kasım 2009 Cuma
"Yüksel Arslan" Santralİstanbul'da...
Yıllar içinde kimselerinkine benzemeyen tamamen kendine özgü bir tarz yaratıyor ve "art" ile "peinture" kelimelerini çiftleştirerek, tarzın adını koyuyor, "Arture". Eserlerinde tamamen doğal malzemeler kullanıyor. Bildiğimiz boyalar yerine toprak, kan, çiş, bal, yumurta akı, yağ, kemik tozu ve iliği, rendelenmiş sabun, tütün suyu ve çay karıştırarak hazırladıklarını kullanıyor.
Okuyor etkileniyor ve bu etkiler sanatının dönemlerini belirliyor. "Artur(c)", "Kapital", "Kapital'in Güncelleştirilmesi", "Etkiler", "Autoartures", "İnsan", "Yeni Etkiler" ...
Sergiyle ilgili şahsi görüşüme gelirsek, genel olarak enteresan buldum. İlk dönem eskizleri daha çok ilk çağ insanlarının duvar resimleri gibi.

Biz özellikle "Kapital" serisine bayıldık, bayıldık. Ölçek, detaylar, sembolizm, alaycılık ve renklerdeki kasvet çok etkiledi bizi.

Diğer taraftan çocukken haşeratlar, sonrasında da insanlar üzerinde yaptığı gözlemlerle oluşturduğu haşerat ve insanların seks hayatları ve cinsellikleri ile ilgili eserlere, nasıl bir beyin olaylara böyle yaklaşabilir açısından saygı duysak da bize biraz fazla geldi.
1961'den beri Fransa'da yaşayan Yüksel Arslan'ın en kapsamlı sergisiymiş bu. Her ne kadar ülkemizi yetiştirdiği dünya çapındaki nadir sanatçılarından biri olsa da genel ortalamamız göz önünde bulundurulduğunda herkese hitap etmeyecek yönleri bulunsa da, fırsat varken mutlaka görülmesi gerektiğini düşünüyorum. 21 Mart 2010'a kadar Santralİstanbul Büyük Salon'da.
28 Ekim 2009 Çarşamba
Atatürk'ün İzinden Gitmek...

Başbakan'ın "Atatürk'ün İzinden Gitmek" eylemini tamamen yanlış anladığı bir kez daha ortaya çıktı. Eylemi kendine göre yorumladı ve içindeki egoya, çevresindekilerin de gazına yenik düşerek yukarıda gördüğünüz pozu verdi.
Ne yazmış Baş Öğretmen!!!, "Akademi için ders zili çalıyor." Vallahi bıravo, demek latin harfleri ile de okuyup yazabiliyormuş.
Hiç mi bir aklıselim çıkmadı, söyle - ye - medi, "Efendim, tam da 29 Ekim haftası, bu fotoğraf abes kaçar, yanlış anlaşılır, hepsini bırakın çok komik kaçar?" Demek ki söylememiş, yazık.
Bu çirkin vesile ile, Atam seni bir kez daha saygıyla anıyorum, kemiklerin sızlasa da nur içinde yat.

26 Ekim 2009 Pazartesi
Reklamın İyisi Kötüsü ve Burger King...
- Nuggets, adını tavukların gıdaklamasından almış.
- Aaaaa, bi yaşıma daha girdim.
- İnanmıyorum, bugün senin doğumgünün mü?
16 Ekim 2009 Cuma
Tamirane...
Hafta içinde arayıp rezervasyon yaptırdım, detayları öğrendim. Pazar günleri açık büfe brunchları varmış, kişi başı 25 tl imiş, saat 10'da başlıyormuş. Dedim ki "biz kuçumuzla geleceğiz, kimseyi rahatsız etmek istemeyiz, ltf kenar bir masa olsun", "tamam" dediler.
Pazar sabahı 5 kişi ve 1 kuçu olarak Tamirane ye vardığımızda daha pek kimse gelmemişti. İlk dikkatimizi çeken masamızın orta - kenar diye tabir edebileceğimiz bir noktada olduğuydu. Öğlene doğru yükselecek güneşten etkilenmemizi istememişler.
Neyse yerimize geçip oturduk. Kimse bizimle ilgilenmiyor. 7-8 dk sonra ortadaki garsonlardan birinin zor bela dikkatini çekip sipariş vermek istediğimizi söyledik. "Ok, açık büfeden istediklerinizi alabilirsiniz" dedi bize. Ben açık büfeyi ekmekler hariç çok zayıf bulduğum için kendime bir menemen söylemeye karar verdim. Inanmazsınız masadaki herkesin kahvaltısı bitti, biz 4 değişik garsona siparişimizi yeniledik, hemen hemen 45 dk sonra menemenden başka herşeye benzeyen menemenim geldi. Menüde bir de pancake vardı. Porsiyonda kaç tane olduğunu sorduk. Garson " Sanırım 6 adet" dedi. O zaman ortaya istedik. O da yaklaşık 25 dk sonra geldi. Ama bir büyük pancake, 6'ya bölünmüştü. Düşünebiliyor musunuz, en az 10 tane garson var, kimsenin birbirinden haberi yok. Şikayet edince, kusura bakmayın bir karışıklı oldu diyorlar ama bu bizim sorunumuzu çözmüyor. Meğer şefleri gecikmiş. O gelince sisteme oturdu ama neye yarar, biz bitmiştik.
Bu arada arkamızdaki uzuuuun masa, bir ana okulunun veli tanışma toplantısı için dolmaya başladı. İnanmazsını 4-6 yaş arası en az 15 çocuk. Sonra diğer 4 masaya da, yaşları muhtelif, en az 3 çocuklu gruplar geldi. Ortalık döndü mü çocuk bahçesine.
Menemenimi de yiyemeyince dedim ki, çimlerde biraz Zilli ile oynayalım da keyfimiz yerine gelsin. Zaten günün neredeyse tek güzel tarafı onun eğlenmesiydi. Önce çimlerde kendi topuyla koştu, oynadı. Sonra diğer çocuklarda babaları ve toplarıyla geldi. Bizimki bıraktı kendi topunu başladı onlarınkinin peşinde koşmaya. Ama nasıl güzel top saklıyor, inanmazsınız. Biz büyükler çok güldük ama çocuklar ciyak ciyak "Babaaaaaa, köpek topumuzu patlatacak!!!" diye. Allah'tan bir kaza olmadan oyun faslını tamamladık.
Oyun faslı öncesinde hesap istemiştik. Meğer brunchta 1 çay varmış, onun dışındakiler 3 tl. Böyle bir uygulamaya ilk defa tanık olduk. Alt tarafı çay yahu, hem de 3 tl. Biz Zilli ile oynarken ailenin geri kalanı kahve söylemiş. Toparlanırken biz hesabı ödemiştik, kahve ekstra,borcumuz nedir dedik, çatır çatır onun da parasını aldılar. Yahu bari onu ikram et.
Pazar günü, güzel hava ve güzel bir mekanda 5 kişi kahvaltı için (4 brunch+1 menemen+1 pancake+ muhtelif çay) 160 tl ödedik ve resmen paramızla rezil olduk. Kötü servis, kötü yemek ve umursamaz bir idare. İşte Tamirane'deki brunchtan aklımda kalanlar...