28 Ocak 2010 Perşembe

Zaman Paradoksu...

George Carlin, Amerika`da 70 ve 80 li yılların bir komedyeni idi. Biraz ağzı bozuk olarak bilinirdi. 11 Eylül den (9-11) ve karısının ölümünden sonra şöyle yazmıştı.

Tarih içinde zamanımızın paradoksunu şöyle sıralayabiliriz :

Daha yüksek binalarımız, ama daha kısa sabrımız var; daha geniş oto yollarımız, ama daha dar bakış açılarımız var.

Daha çok harcıyoruz, ama daha az şeye sahibiz; daha fazla satın alıyoruz, ama daha az hoşnut kalıyoruz.

Daha büyük evlerimiz, ama daha küçük ailelerimiz; daha çok ev gereçleri, ama daha az zamanımız var.

Daha çok eğitimimiz, ama daha az sağduyumuz; daha fazla bilgimiz, ama daha az bilgeliğimiz var. Daha çok uzmanımız, ama yine de daha çok sorunumuz; daha çok ilacımız, ama daha az sağlığımız var.

Çok fazla alkol ve sigara tüketiyoruz, çok savurganca para harcıyoruz, çok az gülüyoruz, çok hızlı araba kullanıyor, çok çabuk kızıyoruz, çok geç saatlere kadar oturuyor, çok yorgun kalkıyoruz, çok az okuyor, çok fazla TV izliyoruz ve çok ender şükrediyoruz.

Mal varlıklarımızı çoğalttık, ama değerlerimizi azalttık. Çok konuşuyoruz, çok az seviyoruz ve çok sık nefret ediyoruz.

Geçimimizi sağlamayı öğrendik, ama yaşam kurmayı öğrenemedik.

Yaşamımıza yıllar kattık, ama yıllara yaşam katamadık. Aya gidip gelmeyi öğrendik, ama yeni komşumuzla karşılaşmak için caddenin karşısına geçmekte sorunumuz var. Dış Uzayı fethettik, ama iç dünyamızı edemedik. Daha büyük işler yaptık, ama daha iyi işler yapamadık.

Havayı temizledik, ama ruhumuzu kirlettik. Atoma hükmettik, ama önyargılarımıza edemedik. Daha çok yazıyoruz, ama daha az öğreniyoruz.

Daha çok plan yapıyoruz, daha az sonuca varıyoruz. Koşuşmayı öğrendik, ama beklemeyi öğrenemedik. Daha fazla bilgiyi depolamak, her zamankinden daha çok kopya çıkarmak için daha çok bilgisayarlar yapıyoruz, ama git gide daha az iletişim kuruyoruz.

Zaman artık, hızlı hazırlanan ve yavaş sindirilen yiyeceklerin; büyük adamlar ve küçük karakterlerin; yüksek kârlar ve sığ ilişkilerin zamanıdır. Günümüz artık, iki maaşın girdiği ama boşanmaların daha çok olduğu, daha süslü evler, ama dağılmış yuvaların olduğu günlerdir. Bu günler, hızlı seyahatler, kullanılıp atılan çocuk bezleri, yok edilen ahlakî değerler, bir gecelik ilişkiler, obez bedenler ve neşelendirmekten sakinleştirmeye hatta öldürmeye kadar her şeyi yapabilen hapların olduğu günlerdir.

Vitrinlerde her şeyin sergilendiği, ama depolarda hiçbir şeyin olmadığı bir zamandayız.

Öyle bir zaman ki teknoloji bu mektubu size getirebilir, siz bu içselliği ya paylaşmayı, ya da sil tuşuna basmayı seçebilirsiniz.

Yaşam, aldığımız nefes sayısıyla değil, nefesimizi kesen anların sayısıyla ölçülür. Paylaşmak özel ve güzeldir, yaşamı paylaşmak, özel gün ve anları paylaşmak, değer verip değerinizi bilen birileri olduğunu bilmek, onunla paylaşmak ne kadar lüks artık. Onu bulmak ve kaybetmemek, dostluğu, sevgiyi, hüznü paylaşmak, ne güzeldir tüm bunların tarihe karıştığı bir dönemde elde etmek ve yaşamak...

26 Ocak 2010 Salı

Ejder Kapanı...



Avatar'ı izlemeye gittiğimizde "Pek Yakında"ların arasında görmüştük filmin fragmanını. Sevgili kocam, kadroda Uğur Yücel, Kenan İmirzalıoğlu, Nejat İşler ve Berrak Tüzünataç olduğunu görünce daha o günden rezervasyon yaptırdı bana. Zaten şu ülkede bir Haluk Bilginer'i bir de Uğur Yücel'i, belki biraz da Şener Şen'i hiçbir şeyin yanına koyamayız biz, özellikle de sinemada.

Daha öncede söylemiştim, Cinebonus'ları çok seviyoruz. Çok medeni ve yüksek standartta hizmet sunuyorlar. Lakin film öncesi reklamlar bizi bitiriyor ama kendileri bitmiyor da bitmiyor. Bu vesile ile afişinin bile önünden geçmemeye özen gösterdiğim Recep İvedik ve Kolpaçino gibi filmlerin de fragmanlarını izlemek zorunda kaldık. Bir kez daha tahammül sınırlarımın zorlandığını hissettim. Ancak salonda biz eziyet çekerken eğlenenlerinde oldukça fazla olduğunu eklemeden geçemeyeceğim. Malesef...

Ejder Kapanı'na dönersek, seyir zevki yüksek bir film olduğunu söyleyebilirim, özellikle de aksiyon içeren bir türk filmi olarak. Konu çok hassas. Çocuklara tecavüzden mahkum olup sonrasında tahliye olmuş kişiler birer birer öldürülmeye başlar. Bu noktada vicdan ve ahlak muhasebesi devreye giriyor. Bir taraftan suçluyu yakalamaya çalışan polis teşkilatı diğer taraftan "Herkesin aklından geçeni yapıyor, Allah ondan razı olsun" diyerek katile alkış tutan kamuoyu.

Aldığı kilolarla giderek Marlon Brando havasına bürünerek bambaşka bir oyunculuk dersi veren Uğur Yücel, Ezel'le ortalığı kasıp kavururken bambaşka bir kimliğe bürünmeyi becerebilmiş Kenan İmirzalıoğlu, ilk defa "212" etkisinden kurtulmuş ama 5. dakikadan sonra kaybolan Ozan Güven, oyunculuğunu hiç tartışmayacağım Nejat İşler, senaryoya kurban gitmiş Ceyda Düvenci ve Beynelminel'in yönetmenliğindeki başarısını Emniyet Müdürü rolü ile döktüren Sırrı Süreyya Önder.

Aksiyon sahneleri "bizden" beklenmeyecek kadar iyi, konu sağlam, senaryo malesef çoook daha iyi işlenebilecekken zayıf dolayısıyla açıkta ve havada kalmış konular var mesela Çerkez - Cavidan ilişkisi, oyunculuk ortalamanın üstünde.


15 Ocak 2010 Cuma

Tek Tek Yazamadıklarım...

Kitap

- Koloni / Jean Christophe Grange: Tarih yazmamıştır ki bir Grange kitabını okumam 3-4 günden fazla sürsün. Lakin bu kitap gitmedi de gitmedi. Neden bilmiyorum. Belki 3 aydır elime alamadım, hala okunmayı bekleyen yüzelli küsur sayfam var.

- Gaia Teorisi / Maxime Chattam: Grange'nin memleketlisi. Jashua Brolin üçlemesi olarak niteleyebileceğimiz ilk 3 kitap fena halde Grange etkisindeydi ancak ne olduysa yavaş yavaş bundan kurtuldu ve Gaia Teorisi ile bambaşka bit yerden bize merhaba dedi. Bu tarz kitaplardan isteyebileceğini herşeyi içeren bir roman. Takılmadan okuduk.

- Başkasını Seviyorum / Ömer Özgüner: NTV'nin Genel Müdürü olduğu halde kitap arkasında "NTV'de Çalışıyor" yazabilecek kadar mütevazi bir kişiliğin ilk romanı. Mekanlar çok tanıdık, anlatım çok akıcı. Keyifle okudum.

- Kayıp Sembol / Dan Brown: Al bir hayal kırıklığı daha. Sanırım Dan Brown'un tarzına "Da Vinci'nin Şifresi" ve "Melekler ve Şeytanlar" ile doymuşum. Bu üzerine detaylı Washington tanıtımı yapmanın dışında pek bişey eklemedi malesef.

- Aşk / Elif Şafak: Yemin ederim sırf Evroş yüzünden okumaya çalışıyorum. Ben ne zaman bu kitap akmıyor desem bana "Kızım deli misin, ülke nüfusunun 10 da 8'i okudu bunu" diyor. Şaka gibi, okudu evet hem de plajda yatarken. Bense Elif Şafak'ın dili ile bir türlü anlaşamıyorum. Hadi dönemsel ihtiyaçla türkçesi varken arapça ve farsça kelimeler kullanmasını anlıyorum! ama günümüzde Ella'yı anlatırken "Mamafih" gibi bir kelime benim tüm okuma ritmimi bozuyor. :(((

- Gece Evi Serisi: Alacakaranlık sonrası sırf Miniş'in gazına okumaya çalışıyorum. Hani aldık boşa gitmesin mantığı. Tanrım bu kadar mı kötü olur.

Tiyatro

- Rita'nın Şarkısı / DT: Çetin Tekindor ve Tülay Günay oynuyor. Biraz uzun (2.10) ancak Tekindor'u sahnede izlemek ayrı bir keyif. Ucuz aşk romanları okumayı seven kuaför Rita'nın Dr. Frank'in verdiği edebiyat derslerini almaya başladıktan sonra yaşadığı süreç anlatılıyor.

- Kraliçe Lear / Kenterler: Kenterler'in salonu çok eskidir ve koltukları ile benim bacaklarım anlaşamaz dolayısıyla o sahneden mümkün olduğunca uzak durmaya çalışırım ancak bu oyunda kaçış olamadı. Çözümü önünde geçiş yeri bulunan 10. sıradan yer almakta bulduk, süper oldu. Oyunda 81'lik Yıldız Kenter, 17'lik Sedef Şahin ile oynuyor ve abartmıyorum Sedef Şahin, Yıldız Kenter'in önünde devleşiyor. Bu kadar mı rahat ve doğal oynanır.

- Lüküs Hayat / Şehir Tiyatroları: Dedimki bu oyun bir klasik, hala sergilenirken izlemekte fayda var. Ancak Kağıthane Sahnesi'nde, sanırım da ağırlıklı civarda oturanlarla izlemeye başladık. A diyorlar, bi kahkaha, B diyorlar bi kahkaha. Feciydi. Ayrıca Zihni Göktay'a saygım sonsuz ama ekiple yaş farkı çok açılmış, sırıtıyor. İlk perdenin sonuna doğru çömezi ile yaptığı konuşma ise bizi oyundan tamamen kopardı. "Sen böyle bir yalı almak için Şehir Tiyatroları'nda kaç yıl çalışmalısın." Tamam hiciv ve taşlama olur ama oyunun gerçekliğinden de bu kadar kopmamak lazım diye düşünüyorum. İlk perdenin sonunda çıktık.

- Kod Adı Kongo / DT: Şimdiye kadar izlediklerimizin arasında sezonun en kötü oyunu. Kötü oyunculuk, kötü metin. Arada zor kaçtık.

Dizi

- Six Feet Under: İşleri Cenaze Organizatörlüğü olan bir ailenin hikayesi. Baba ilk bölümde ölüyor ve işler çocuklara kalıyor. Seattle'da yaşıyan büyük oğlan istemeye istemeye kardeşine yardım etmek için geri dönmek zorunda kalıyor. Küçük erkek kardeş dışarıdan çok disiplinli gözükmesine rağmen iç dünyası bambaşka, o bir gay. Kız kardeş ise sanatçı. Toplamda 5 sezon, ailenin tüm fertlerinin ve yakın çevrelerinin yaşadıkları tüm açıklığı ile izliyorsunuz. Şiddetle tavsiye ederim.

- The Wire: Polis teşkilatının, zencilerin ağırlıklı yaşadığı bir bölgedeki çeteyi çökertmek için yaptıklarını anlatıyor. Dil çok ağır ama bir süre sonra alışıyorsunuz. Kayda değer.

Film

Kırık Kucaklaşmalar: Klasik Almodovar tarzı bir film. Ancak bazı yerler çoooook eski türk filmi tadında. "Sana söylemediğim birşey daha var...." Görselliğini çok sevdim ve bir de Penolope Cruz'u. Bu kadın hep bu kadar güzel miydi yoksa bu filmde daha mı bi güzel olmuş, bilmiyorum.

Invictus: Clint Eastwood, her sene oskara aday olmazsa rahat uyuyamıyor sanırım. İyi koku alıyor, gündemi takip ediyor ve iyi işler çıkartıyor. Tam da Güney Afrika'daki Dünya Kupası öncesi, Mandela'nın salıverilip başa geçtiği dönemde yapılan Rugby Dünya Kupası'na katılacak Güney Afrika takımının yaşadığı süreç ve sporun topluluklar psikolojisi üzerindeki birleştirici etkileri üzerine güzel bir film. Başrollerde Morgan Freeman ve Matt Demon oynuyor. Ama bence oskar zor.

Up In the Air: Hayatı seyahat ederek dolayısıyla da uçakta ve otelde geçen bir adamın kök salmak üzerine kendi içinde yaşadıkları. Başrolde George Clooney oynuyor. Bir insan gittikçe bu kadar yakışıklı olur mu yahu.

Gir Kanıma: Ne klasik bir vampir filmi ne de klasik korku. Çoook soğuk bir ülkede, iki çocuğun ilişkisi üzerine hisli bir film. Avrupa filmlerinin geneli gibi ağır tempoda ama sıcacık. Eleştirmenler yere göğe sığdıramıyor, bana göre o kadar da değil.

Law Abiding Citizen: Son dönemde izlediğim en zekice kurgulanmış film.

Kuzey Yamacı: 1936 Olimpiyatları öncesinde İsviçre'nin Eider dağına Kuzey Yamacı'ndan çıkmaya çalışan 2 dağ komandosunun hikayesi. Bir tarafta Nazizm, diğer tarafta zevk ve sefaya karşılık imkansızlıklar. Çetin bir hayatta kalma mücadelesi. Gerçek hikaye.

13 Ocak 2010 Çarşamba

Kabare...


Yıllar önce Lisa Minelli'nin başrolünü oynadığı sinema versiyonunu izlemiştim ancak aklımda da pek bişey kalmamış. Geçen sene Şehir Tiyatroları'nda sergilenmeye başlandı. Çok sezon sonuydu, açıkçası kaale almadık. Bu sene de, geçen haftaya kadar, bir türlü zamanlamayı ve sahneyi tutturamamıştık. Ancak cumartesi günü Üsküdar'da izleme şerefine eriştik.

Peşin peşin söyleyeyim. Oyun 2 saat 40 dk sürüyor ve bizim bu sezon izlediğimiz en iyi oyun. Değil sıkılmak, bitmesin diye dua ediyorsunuz. Müzikler, kostümler, metin ve başta MC'yi oynayan Mert Turak olmak üzere oyunculuk süper.

Bilmeyenler için hikaye kısaca şöyle: İkinci dünya savaşı öncesi, Nazizmin yükselişe geçtiği yıllarda Almanya'da bir kulüp. Yazı yazmak için farklı bir ortam ararken orlara düşmüş bir Amerikalı. Kit Kat Kulübün dillere destan dansçısı Sally. İhtiras, para, siyaset, eğlence, belki aşk ve tercihler...

Oyun ülkemizde ilk defa sahneleniyor. Her ay farklı bir yerde sahne alıyor. Üsküdar'da biraz "müslüman mahallesinde salyangoz satar" gibi oluyorlar ama yapacak bişey yok. Sahne orada :)) Bir şekilde fırsat yaratın ve kesinlikle kaçırmayın.

Ve unutmayın...
"Yalnız kalmanın neresi iyi
Gel de müzik dinle
Hayat bir kabare dostum
Kalk gel kabareye
Bırak kitabı, dikişi nakışı,
Hazır ol tatile
Hayat bir kabare dostum
Kalk gel kabareye"

8 Ocak 2010 Cuma

Çok Sevmezsen, Çok Acımazsın / Can Yücel...

Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
"O olmazsa yaşayamam." demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın.

Ve zaten genellikle o daha az sever seni,
Senin onu sevdiğinden.
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de
korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları...
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
"O benim." diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasın istiyorsan birşeylerin...
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait
olacaksın.
Mesela turuncuya, yada pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden, Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi, Hem
de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak...

Can Yücel

4 Ocak 2010 Pazartesi

Yahşi Batı...

Hani her yazdığı kitabı mutlaka alıp okuduğum yazarlar gibi, Cem Yılmaz'da her yaptığı işi takip etmeye çalıştığım kişiler arasında-ydı. Yılın ilk günü baktık "Yahşi Batı" vizyona giriyor, dedik gitmek lazım. Gittik, Capacity'deki salonda aldık her zamanki yerimizi ancak sonuç bana göre hüsran.

Cem Yılmaz, şakşakçıları aksini söylese de, Stand-up'larındaki tarzından ve karakter olarak da aşağı yukarı Gora'daki Arif'in etrafında dönmekten bir türlü kurtulamıyor. Keza Ozan Güven'de hep biraz 212.

Espriler klasik Cem Yılmaz. Allah için kelimelerle güzel oynuyor ancak neden bu sefer Recep İvedik seviyesinde dolaşmış veya dolaşmak zorunda kalmış anlamak mümkün değil.

Özellikle dekor ve kostümlere çok para harcamışlar, güzel de olmuş. Hoş detaylar yakalayabiliyorsunuz arada. Ama bir yerden sonra üstüste sıralanan klişeler beni yoruyor malesef. Aaa bi de jenerik hoş.

Filmde çok değişik karakterler var ancak bence kısa rollerine rağmen Demet Tuncer, Uğur Polat ve elbette Zafer Algöz diğerlerinden açık ara önde. Hele ki Zafer Algöz. Son dönemde Kurtlar Vadisi'nde izlediğimiz Yalçın Yıldız ile uzaktan yakından alakası olmayan bambaşka bir karakter yaratmış Kasaba'nın Şerifi ile. Süper.

Hiç abartmadan şöyle söyleyeyim, uzun tanıtım filmini izlemeniz olayın bütününü kavramanız için yeterli. zaten bütün kilit espriler, detaylar oarada mevcut, gerisi paranızı boşa harcamak olur.

Zaten geçen hafta tüm ekipçe Avatar'ı izledikten sonra film yapmayı bırakıp tekstil işine girmeye karar vermiş. Hani o kadar olmasa bile sinemayı bırakıp sadece stand-up yapsa da olur.

Son olarak şöyle söyleyebilirim, Cem Yılmaz'ın filmatografisi benim için bu filmle bitmiştir. Bundan sonrakileri yayınlarlarsa televizyonda seyrederim, o kadar.

30 Aralık 2009 Çarşamba

Hayattan Ne Öğrendim...

Sonsuz bir karanligin içinden dogdum.
Isigi gördüm, korktum.
Agladim.
Zamanla isikta yasamayi ögrendim..
Karanligi gördüm, korktum.
Gün geldi sonsuz karanliga ugurladim sevdiklerimi...
Agladim.
* * *
Yasamayi ögrendim.
Dogumun, hayatin bitmeye basladigi an oldugunu;
Aradaki bölümün, ölümden çalinan zamanlar oldugunu ögrendim.
* * *
Zamani ögrendim.
Yaristim onunla...
Zamanla yarisilmayacagini, zamanla barisilacagini, zamanla ögrendim...
* * *
Insani ögrendim.
Sonra insanlarin içinde iyiler ve kötüler oldugunu...
Sonra da her insanin içinde iyilik ve kötülük bulundugunu ögrendim.
* * *
Sevmeyi ögrendim.
Sonra güvenmeyi....
Sonra da güvenin sevgiden daha kalici oldugunu,sevginin güvenin saglam zemini üzerine kuruldugunu ögrendim.
* * *
Insan tenini ögrendim.
Sonra tenin altnda bir ruh bulundugunu...
Sonra da ruhun aslinda tenin üstünde oldugunu ögrendim.
* * *
Evreni ögrendim.
Sonra evreni aydinlatmanin yollarini ögrendim.
Sonunda evreni aydinlatabilmek için önce çevreni aydinlatabilmek gerektigini ögrendim.
* * *
Ekmegi ögrendim.
Sonra baris için ekmegin bolca üretilmesi gerektigini...
Sonra da ekmegi hakça ülesmenin, bolca üretmek kadar önemli oldugunu ögrendim.
* * *
Okumayi ögrendim.
Kendime yaziyi ögrettim sonra...
Ve bir süre sonra yazi, kendimi ögretti bana....
* * *
Gitmeyi ögrendim.
Sonra dayanamayip dönmeyi...
Daha da sonra kendime ragmen gitmeyi...
* * *
Dünyaya tek basina meydan okumayi ögrendim genç yasta...
Sonra kalabaliklarla birlikte yürümek gerektigi fikrine vardim.
Sonra da asil yürüyüsün kalabaliklara karsi olmasi gerektigine aydim.
* * *
Düsünmeyi ögrendim.
Sonra kaliplar içinde düsünmeyi ögrendim.
Sonra saglikli düsünmenin kaliplari yikarak düsünmek oldugunu ögrendim.
* * *
Namusun önemini ögrendim evde...
Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk oldugunu;
gerçek namusun, günah elinin altindayken, günaha el sürmemek oldugunu ögrendim.
* * *
Gerçegi ögrendim bir gün...
Ve gerçegin aci oldugunu...
Sonra dozunda acinin, yemege oldugu kadar hayata da lezzet kattigini ögrendim.
* * *
Her canlinin ölümü tadacagini,
ama sadece bazilarinin hayati tadacagini ögrendim.
********
Ben dostlarımı ne kalbimle nede aklımla severim.
Olur ya ...
Kalp durur ...
Akıl unutur ...
Ben dostlarımı ruhumla severim.
O ne durur, ne de unutur ...

Mevlana

Avatar'dan Çıktım Yola...

İnanın haftasonundan beri sırf Hıncal Uluç bu filmi izleyip yazacak mı? Acaba yazdıkları benim kendisi ile ilgili fikirleri desteyecek nitelikte mi olacak? diye bekledim ve evet bugün Avatar'ı yazdı ve evet beni şaşırtmadı.

O konuya aşağıda tekrar döneceğim ama peşin peşin söyleyeyim James Cameron 10 senede, 400 milyon dolar harcayarak yaptığı bu film bir sanat şaheseri.

Konu belki biraz klasik hatta klişe. Dünyayı yiyip bitiren insanoğlu dünyaya 5 yıl uzaktaki Pandora'yı, küçücük bir parçası bile çoook para eden bir maden uğruna istila ediyor. Ancak gezegenin yerli halkı Na'vi'ler bizim yamyamlara pek de papuç bırakmak istemiyor haliyle.

Filmde oldukça büyük bir zeka ve emek var. Mesela sıfırdan Na'vice yaratmışlar. Bir sürü değişik hayvan ve bitki türü. Tüm gezegen bir renk cümbüşü. Sadece bizimkilerin gezegende kullandıkları araçlar biraz takoz sanki sanayide toplanmış gibi bir halleri var. Oraya az mesai mi harcanmış bilmiyorum.

Film iki buçuk saatten fazla sürüyor. Normalde bizim seansın bittiği saatlerde (00.45) 3. uykusunda olan ben tüm film boyunca gözümü bile kırpmadım.

Avatar'da kapitalizm var, vandalizm var, duygusallık var, umut var, umutsuzluk var, aşk var, inanç var, din var.

Bu filmi dvd'den izleyemezsin. Televizyonda izleyemezsiniz. İzleseniz de gerçek güzelliğini algılayamayabilirsiniz. O yüzden eliyüzü düzgün bir sinemada, ortaboy mısırınız eşliğinde real 3D versiyonunu izlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum.

Dönelim yukarıdaki Hıncal Uluç konusuna. Kendisini yıllardır okuyorum. Bir çok konu hakkındaki farkındalığımı arttırdığını söyleyebilirim. Ancak son 2-3 yıldır okuyucusu olarak öyle hissediyorum ki, hem kendisi üzerine bişey eklemiyor hem de benim.

Bir kere ülke gerçeklerinden çok uzak. Haftada en az 3-4 defa bir gösteri, konser, film tavsiye ediyor. Onun için çok güzel ama bilet fiyatlarından kesin haberi yok. Bu eleştiri kendisine yöneltildiğinde başlıyor "Biz Ankara'da mülkiye'de okurken, yemez içmez, gideceğimiz yere yürüyerek gider, muhakkak şunu bunu yapar, izlerdik". Bunun günümüzde ne kadar irrasyonel olduğunu bilmem anlatmama gerek var mı?

Artık özellikle onun yazdığı hiçbir film ve kitap eleştrisini okumuyorum çünkü resmen en ince ve önemli detayına kadar anlatıyor. E ne anladım ben bu işten. Nerede kaldı heyecan, nerede kaldı olayın sürpriz bölümleri.

Bir de artık kamuoyunu ters köşeye yatırmak gibi bir misyonu olduğunu düşünüyorum. Yılmaz Erdoğan'ın son filmi Neşeli Hayat'ı adamın başyapıtı yaptı, yere göğe koyamadı, bir gittik, resmen hayal kırıklığı. Bana göre Vizontele'nin tırnağı olamaz. Kötü mü? değil ancak yeni bişey yok. Yıllarca Kemal Sunal veya Şener Şen tarafından işlenmiş, zavallı adam hikayesinin bir versiyonu sadece. Olağanüstü kötü yeğen Ersin Korkut'un yanında Yılmaz Erdoğan, Büşra Peki ve özellikle Cezmi Baskın müthiş oynamış ama bir daha seyreder misin deseniz, ı-ııh. ha bir de demişti ki, tanınmamış oyuncularla çalışmış. Hadi maç vardı ÇGH'leri izleyemedin, Mutfak'tada mı izlemedin, gazetede okumadın. Tüm kadro filmdeydi.

Bugün de Avatar'ı yazmış. Bir saat yeterdi bu filme diye. Bu kadar bilgisayar animasyonu olunca insan 2012'deki gibi muhteşem sahneler bekliyormuş. Ayol biz o filmi gülmekten izleyemedik. Olağan üstü zorlama, klişenin tavan yaptığı bir eziyet silsilesiydi.

Çok dağıldı ama yazının özeti şu: Bence, Avatar muhteşem kaçırmayın, Neşeli Hayat'ı seyredin ama yeni bişey beklemeyin, 2012'den uzak durun, Hıncal Uluç'un kitap ve film tavsiyelerini okumayın.

24 Aralık 2009 Perşembe

2010 Kültür Başkenti İstanbul...

Hani bu aralar "miş miş te mış mış" diye de bir şarkısı olan bir reklam var, işte İstanbul'un Avrupa Kültür Başkenti olma hikayesi de biraz öyle, miş miş te mış mış.

Avrupa Kültür Başkenti fikri ilk kez 1985 yılında dönemin Yunanistan Kültür Bakanı Melina Mercouri tarafından ortaya atılmış. Aynı yıl Avrupa Birliği Bakanlar Konseyi projenin kapsamını belirlemiş ve uygulamaya koymuş. 1985'ten 2000 yılına kadar Avrupa Birliği'ne üye olan ülkelerin kentlerinden biri Avrupa Kültür Başkenti olarak seçilmiş. 2000 yılına gelindiğinde, yeni binyıl nedeniyle Avrupa Kültür Başkenti unvanı hem birden fazla kente, hem de AB Adayı olan ülkelerin kentlerine verilmeye başlanmış. Liste şöyle:

1985 Atina -Yunanistan
1986 Floransa -İtalya
1987 Amsterdam -Hollanda
1988 Berlin -Almanya
1989 Paris -Fransa
1990 Glasgow -İskoçya
1991 Dublin -İrlanda
1992 Madrid -İspanya
1993 Anvers -Belçika
1994 Lizbon -Portekiz
1995 Lüksemburg
1996 Kopenhag -Danimarka
1997 Selanik -Yunanistan
1998 Stockholm -İsveç
1999 Weimar -Almanya
2000 Avignon -Fransa, Bergen -Norveç, Bologna -İtalya, Brüksel -Belçika, Helsinki -Finlandiya, Krakov -Polonya, Reykjavik -İzlanda, Prag -Çek Cumhuriyeti, Santiago de Compostela -İspanya
2001 Porto -Portekiz, Rotterdam -Holanda
2002 Bruges -Belçika
2003 Salamanca -İspanya, Graz -Avusturya
2004 Genova -İtalya, Lille -Fransa
2005 Cork -İrlanda
2006 Patras -Yunanistan
2007 Lüksemburg, Sibiu -Romanya
2008 Liverpool -İngiltere, Stavanger -Norveç
2009 Linz -Avusturya

Yukarıdaki listeden de görebileceğiniz gibi, Avrupa'da neredeyse kent kalmadığı için 2010 yılının Kültür Başkenti İstanbul oldu. Yani büyütülecek bişey değil. Hatta ben olsam Sibiu veya Cork'tan sonra gelen bir ünvanı, sağolun ben almayayım diye reddederdim.

Diğer taraftan bu kadar kötü hazırlanmış bir reklam kampanyası ile adamları bize sona bıraktıkları için haklı çıkartır nitelikteyiz. Hiç denk geldiniz mi bilmiyorum ama "Yeniden bak" sloganlı kampanya bir felaket. İstanbul'lular Kız Kulesi, Galata Kulesi ve Haydarpaşa İstasyon Binası'nı farklı bir gözle yeniden görüyor. Ama nedense Haydarpasa İstasyonu Taksim'de AKM'nin yerinde. Nasıl yani??

"4 Elementin Kenti" İstanbul konsepti için açıklama şöyle: "İstanbul, yüz binlerce yıllık tarihinde, üç büyük imparatorluğun başkenti, üç semavi dinin, birçok medeniyetin buluşma noktası ve en önemlisi çağlar boyunca birlikte yaşam kültürünün hayat bulduğu bir kent. Biz de yaşamın sırlarını simgeleyen 4 elementi bu kentin özellikleriyle birleştirdik ve projeleri Toprak, Hava, Su ve Ateş elementleriyle temsil ettik. Dedik ki: İstanbul, '4 Elementin Kenti' başlıklı dosyasıyla, kendi gerçeğini görerek dünyayla bütünleşsin. Kendisini çağlar ötesine taşıyacak yeni kültürel projelere imza atarken İstanbul’un adı toprak, hava, su ve ateş kadar vazgeçilmez olsun..." Buna hele hiç söyleyecek bişeyim yok, neresinden tutsam elimde kalıyor.

16 Aralık 2009 Çarşamba

Herkes Öldürür Sevdiğini...

kulak verin sözlerime iyice,
herkes öldürebilir sevdiğini
kimi bir bakışıyla yapar bunu,
kimi dalkavukça sözlerle,
korkaklar öpücük ile öldürür,
yürekliler kılıç darbeleriyle!

kimi gençken öldürür sevdiğini
kimileri yaşlı iken öldürür;
şehvetli ellerle öldürür kimi
kimi altından ellerle öldürür;
merhametli kişi bıçak kullanır
çünkü bıçakla ölen çabuk soğur.
kimi aşk kısadır, kimi uzundur,
kimi satar kimi de satın alır;
kimi gözyaşı döker öldürürken,
kimi kılı kıpırdamadan öldürür;
herkes öldürebilir sevdiğini
ama herkes, öldürdü diye ölmez!!!

*****

yet each man kills the thing he loves
by each let this be heard,
some do it with a bitter look,
some with a flattering word,
the coward does it with a kiss,
the brave man with a sword!

some kill their love when they are young,
and some when they are old;
some strangle with the hands of lust,
some with the hands of gold:
the kindest use a knife, because
the dead so soon grow cold.

some love too little, some too long,
some sell, and others buy;
some do the deed with many tears,
and some without a sigh:
for each man kills the thing he loves,
yet each man does not die.

oscar wilde

20 Kasım 2009 Cuma

"Yüksel Arslan" Santralİstanbul'da...

İstanbul şu aralar çok seçkin sergilerle, yeni jenerasyon tabiri ile, "yıkılıyor". İstanbul Modern'de Sarkis - Site, Pera Müzesi'nde Chagall, Santralİstanbul'da Yüksel Arslan ve Sabancı Müzesi'nde Osmanlı Dönemi'nde Venedik ve İstanbul.

Havanın güzel olduğu günü özellikle Yüksel Arslan'a ayırmanızı, Santralİstanbul''da, 3 kata yayılmış sergiyi gezdikten sonra muhteşem bahçesindeki iki restauranttan - ki biz, ben Tamirane'ye küs olduğum için, Otto Santral'i tercih ettik ve çok keyifli bir yemek yedik - birinde yemeğinizi yiyip, ferah ortamda yeşilin, güneşin ve temiz havanın tadını çıkartmanızı tavsiye ederim.

Yabancı olanlar için kısa bir Yüksel Arslan girişi yapmak gerekirse, kendisi 1933'te Eyüp'te dünyaya gelmiş. Çocukluğundaki en büyük zevki bilimum haşeratın seks hayatını incelemekmiş. Bundan sonra tüm hayatı boyunca çok ama çok okumuş. İstanbul Erkek Lisesi'ni bitirdikten sonra serginin giriş sloganını da oluşturan "Kat edilmiş yolların dışında da ressam olunabilir" diyerek Akademi'ye gitmek yerine İstanbul Üniversitesi'nde Sanat Tarihi okuyor.

Yıllar içinde kimselerinkine benzemeyen tamamen kendine özgü bir tarz yaratıyor ve "art" ile "peinture" kelimelerini çiftleştirerek, tarzın adını koyuyor, "Arture". Eserlerinde tamamen doğal malzemeler kullanıyor. Bildiğimiz boyalar yerine toprak, kan, çiş, bal, yumurta akı, yağ, kemik tozu ve iliği, rendelenmiş sabun, tütün suyu ve çay karıştırarak hazırladıklarını kullanıyor.

Okuyor etkileniyor ve bu etkiler sanatının dönemlerini belirliyor. "Artur(c)", "Kapital", "Kapital'in Güncelleştirilmesi", "Etkiler", "Autoartures", "İnsan", "Yeni Etkiler" ...

Sergiyle ilgili şahsi görüşüme gelirsek, genel olarak enteresan buldum. İlk dönem eskizleri daha çok ilk çağ insanlarının duvar resimleri gibi.


Biz özellikle "Kapital" serisine bayıldık, bayıldık. Ölçek, detaylar, sembolizm, alaycılık ve renklerdeki kasvet çok etkiledi bizi.



Diğer taraftan çocukken haşeratlar, sonrasında da insanlar üzerinde yaptığı gözlemlerle oluşturduğu haşerat ve insanların seks hayatları ve cinsellikleri ile ilgili eserlere, nasıl bir beyin olaylara böyle yaklaşabilir açısından saygı duysak da bize biraz fazla geldi.

1961'den beri Fransa'da yaşayan Yüksel Arslan'ın en kapsamlı sergisiymiş bu. Her ne kadar ülkemizi yetiştirdiği dünya çapındaki nadir sanatçılarından biri olsa da genel ortalamamız göz önünde bulundurulduğunda herkese hitap etmeyecek yönleri bulunsa da, fırsat varken mutlaka görülmesi gerektiğini düşünüyorum. 21 Mart 2010'a kadar Santralİstanbul Büyük Salon'da.

28 Ekim 2009 Çarşamba

Atatürk'ün İzinden Gitmek...


Başbakan'ın "Atatürk'ün İzinden Gitmek" eylemini tamamen yanlış anladığı bir kez daha ortaya çıktı. Eylemi kendine göre yorumladı ve içindeki egoya, çevresindekilerin de gazına yenik düşerek yukarıda gördüğünüz pozu verdi.

Ne yazmış Baş Öğretmen!!!, "Akademi için ders zili çalıyor." Vallahi bıravo, demek latin harfleri ile de okuyup yazabiliyormuş.

Hiç mi bir aklıselim çıkmadı, söyle - ye - medi, "Efendim, tam da 29 Ekim haftası, bu fotoğraf abes kaçar, yanlış anlaşılır, hepsini bırakın çok komik kaçar?" Demek ki söylememiş, yazık.

Bu çirkin vesile ile, Atam seni bir kez daha saygıyla anıyorum, kemiklerin sızlasa da nur içinde yat.


26 Ekim 2009 Pazartesi

Reklamın İyisi Kötüsü ve Burger King...

Reklamın iyisi kötüsü olmaz diyorlar ya, bence kesinlikle yanılıyorlar. Evet belki kötüsüne sinirleniyoruz ama yine de marka farkındalığı yaratılıyor diye düşünenler, özünde halt etmiş.

Pepsi'yi zaten tercih etmezdim, dolayısıyla Seda Sayan'lı reklamıyla, bence, kendini imaj olarak Cola Turka'nın bile altına çekmiş olmasıyla çok ilgilenmedim. Sadece Pepsi için üzüldüm. Ancak Burger King'in o iki salak sarışınla yaptığı reklam beni bitirdi.

Reklam metinleri aklımda kaldığı kadarıyla şu düzeyde (Evet malesef aklımda kaldı :((:

- Nuggets, adını tavukların gıdaklamasından almış.
- Aaaaa, bi yaşıma daha girdim.
- İnanmıyorum, bugün senin doğumgünün mü?
***
-Ay bu kadar tavuğu nereden buluyorsunuz?
- Arkada koccaman kümes felan mı var?
- Evet, hani inekler filan?

Bi de bugün röportaj vermişler: "İnsanlar bizi aptal sarışın zannediyor ama reklam anlaşmalarımız için 30 bin tl istiyoruz" diye.

Üşenmedim baktım, Uludağ sözlükte haklarında 11 sayfalık giriş var. Zekalarının oda ısısı seviyesinde olduğunu iddia eden de var, zeki olup aptalı oynadıklarını söyleyen de.

Bense kendime sormadan edemiyorum, halkın %47'sinin zeka seviyesinin nerelerde olduğunu zaten biliyoruz ancak geri kalanların günahı ne? Hayır bişey değil, ben Burger King'i severdim, hatta o geldikten sonra Mc Donald's a uğramadım bile diyebilirim ama şimdi bırakın içeri girmek, logosunu görmek bile içimi kaldırıyor.

16 Ekim 2009 Cuma

Tamirane...

Pazar sabahı hava çok ama çok güzeldi. Biz de puslu ruhumuzu aydınlatmak için ailecek açık havada kahvaltı yapalım istedik ve benim önerimle muhteşem bir açık alana sahip Santral İstanbul'un bahçesindeki "Tamirane" ye gitmeye karar verdik. Hem bizim hem de kuçumuzun keyif alacağını düşünmüştüm, sonuçta herkes mutlu olacaktı.

Hafta içinde arayıp rezervasyon yaptırdım, detayları öğrendim. Pazar günleri açık büfe brunchları varmış, kişi başı 25 tl imiş, saat 10'da başlıyormuş. Dedim ki "biz kuçumuzla geleceğiz, kimseyi rahatsız etmek istemeyiz, ltf kenar bir masa olsun", "tamam" dediler.

Pazar sabahı 5 kişi ve 1 kuçu olarak Tamirane ye vardığımızda daha pek kimse gelmemişti. İlk dikkatimizi çeken masamızın orta - kenar diye tabir edebileceğimiz bir noktada olduğuydu. Öğlene doğru yükselecek güneşten etkilenmemizi istememişler.

Neyse yerimize geçip oturduk. Kimse bizimle ilgilenmiyor. 7-8 dk sonra ortadaki garsonlardan birinin zor bela dikkatini çekip sipariş vermek istediğimizi söyledik. "Ok, açık büfeden istediklerinizi alabilirsiniz" dedi bize. Ben açık büfeyi ekmekler hariç çok zayıf bulduğum için kendime bir menemen söylemeye karar verdim. Inanmazsınız masadaki herkesin kahvaltısı bitti, biz 4 değişik garsona siparişimizi yeniledik, hemen hemen 45 dk sonra menemenden başka herşeye benzeyen menemenim geldi. Menüde bir de pancake vardı. Porsiyonda kaç tane olduğunu sorduk. Garson " Sanırım 6 adet" dedi. O zaman ortaya istedik. O da yaklaşık 25 dk sonra geldi. Ama bir büyük pancake, 6'ya bölünmüştü. Düşünebiliyor musunuz, en az 10 tane garson var, kimsenin birbirinden haberi yok. Şikayet edince, kusura bakmayın bir karışıklı oldu diyorlar ama bu bizim sorunumuzu çözmüyor. Meğer şefleri gecikmiş. O gelince sisteme oturdu ama neye yarar, biz bitmiştik.

Bu arada arkamızdaki uzuuuun masa, bir ana okulunun veli tanışma toplantısı için dolmaya başladı. İnanmazsını 4-6 yaş arası en az 15 çocuk. Sonra diğer 4 masaya da, yaşları muhtelif, en az 3 çocuklu gruplar geldi. Ortalık döndü mü çocuk bahçesine.

Menemenimi de yiyemeyince dedim ki, çimlerde biraz Zilli ile oynayalım da keyfimiz yerine gelsin. Zaten günün neredeyse tek güzel tarafı onun eğlenmesiydi. Önce çimlerde kendi topuyla koştu, oynadı. Sonra diğer çocuklarda babaları ve toplarıyla geldi. Bizimki bıraktı kendi topunu başladı onlarınkinin peşinde koşmaya. Ama nasıl güzel top saklıyor, inanmazsınız. Biz büyükler çok güldük ama çocuklar ciyak ciyak "Babaaaaaa, köpek topumuzu patlatacak!!!" diye. Allah'tan bir kaza olmadan oyun faslını tamamladık.

Oyun faslı öncesinde hesap istemiştik. Meğer brunchta 1 çay varmış, onun dışındakiler 3 tl. Böyle bir uygulamaya ilk defa tanık olduk. Alt tarafı çay yahu, hem de 3 tl. Biz Zilli ile oynarken ailenin geri kalanı kahve söylemiş. Toparlanırken biz hesabı ödemiştik, kahve ekstra,borcumuz nedir dedik, çatır çatır onun da parasını aldılar. Yahu bari onu ikram et.

Pazar günü, güzel hava ve güzel bir mekanda 5 kişi kahvaltı için (4 brunch+1 menemen+1 pancake+ muhtelif çay) 160 tl ödedik ve resmen paramızla rezil olduk. Kötü servis, kötü yemek ve umursamaz bir idare. İşte Tamirane'deki brunchtan aklımda kalanlar...
Blog Widget by LinkWithin

Etiketlerim..

...

"Hayat, özellikle, yazılanları okumak, çekilenleri seyretmek ve tabii ki pişirilenleri yemek için çok kısa, biraz koşmak lazım... "
myspace graphics

Free Counters

Hayatın İçinden...

 

Divitim... | Creative Commons Attribution- Noncommercial License | Dandy Dandilion Designed by Simply Fabulous Blogger Templates