27 Haziran 2007 Çarşamba

Errare humanum est; perseverare diabolicum!*

“Lisedeki Almanca hocamız Dr. Kopp arada bir Latince atasözleri kullanmayı çok severdi. Bir gün Schiller’in ‘Der Taucher’ (Dalgıç) şiirini yorumlarken aklıma ‘merak’ kelimesinin Almancası gelmeyince bu kelimenin yerine bambaşka anlama gelen bir kelime kullanmışım... Benimle alay etmesine pek alınmış, hatta açıkçası çok üzülmüştüm. Dr. Kopp halime dayanamadı ve gülümsemesiyle beni küçük düşürmüş olabileceğini düşünerek yerinden kalkıp o ünlü Latince atasözünü tahtaya yazdı: Errare humanum est. Hata yapmak insanlara mahsustur.O andan sonra bu lafı dilime pelesenk etmiştim. Yaptığım her hatanın artık bir gerekçesi vardı: Errare humanum est!Hele o Bern’deki öğrencilik yıllarımda... Dr. Kopp sayesinde inanılmaz bir etki yaratıyordum çevremde. O yıllarda Viyana İmparatorluk ve Krallık Üniversitesi’nde doktora tezinin Latince yazılma mecburiyeti daha yeni kalkmıştı; yani Latince bir iki özdeyiş ve atasözü bilmek, etkili olmak istediğiniz entelektüel çevreler nezdinde size iyi itibar sağlıyordu. Tabii en çok kullandığım da yanılma ve hatayla ilgili olanıydı; kâh kendimi affettirmek, kâh karşımdakini avutmak için.Yine öyle uluorta bir ‘Errare humanum est!’ buyurduğum günlerden birinde, hâlâ ahbaplığımızı sürdürdüğümüz İsviçreli dostum Peter Schurter dedi ki: ‘Arkadaş, sen bu deyişi çok kullanıyorsun, ama sadece yarısını kullanıyorsun. Herhalde ikinci yarısını bilmiyor olmalısın!’. Hayli şaşırmıştım. Ben biraz küstahça ‘Neymiş bakalım ikinci yarısı?’ deyince şöyle dedi: Errare humanum est; perseverare diabolicum!* Hata yapmak insanlara mahsustur; hatayı tekrarlamak ise şeytanlara!"

Diye anlatıyor, bugün Akşam'daki yazısında Ali Saydam. Hem anlatımı, hem de içeriği çok hoşuma gitti. O konuyu, benim kestiğim noktada, Ayşe Arman'a bağlamış. Ben de kaç gündür bir iki çift laf etmek istiyordum, iyi denk geldi.

Konuyu bilmeyenler için özetleyeyim: Bir kaç hafta önce Ayşe Arman'ın, son günlerde çok popüler olan Secret (Sır) kitabının yazarı ile yaptığı ropörtaj yayımlanmıştı, Hürriyet Pazar'da. Bu haftasonu öğrendik ki, o yazı tamamen uydurmaymış. Ayşe soruları yayımcı kanalıyla kadına göndermiş, gelen cevaplara göre de yazıyı hazırlamış ancak malesef cevaplar kadından değil, Türkiye'deki temsilciden gelmiş.

Bu noktada da Ayşe, "Kandırıldım, dolandırıldım, hukuki yollardan hakkımı arayacağım" diye basbas bağırıyor. Ali Saydam' a göre de, olayı okurlarla paylaştığı ve kafasını devekuşu gibi kuma gömmediği için, krizi iyi yönetiyor. Bence ise, fena köşeye sıkışıp, çuvalladı.

Ben de okur olarak basbas bağırıyorum; "Ben de kandırıldım, dolandırıldım." Çünkü ben o ropörtajı Ayşe Arman, sanki yüzyüze yapmış gibi okudum, çünkü o öyle yazmıştı. Cümleler, jestler, cevaplardan soru çıkartmalar, hep bu şekildeydi. Yani bir noktada kendisine yapıldığını bilmediği şeyi o bizlere - okuyucularına - bilerek yaptı. Şimdi ben de mi hukuki yola başvurayım?

E-Kitap

Ben okur – yazarım derken iki kelimeyi de sonuna kadar kastederim. Yani oldukça iyi okurum ve fena da yazmam. Hatta benim okurluğum Bibliomani’nin 2 adım öncesine kadara gelip dayanmıştır. Hatta kociş, evlendiğimizden beri 3 ev (4 sene içinde) değiştirdiğimiz için, her taşınmada yanındakilere, “Okuyan hatun almayacaksın kardeşim, hem çok bilmiş oluyorlar hem de kütüphanesini taşımak için ayrıca mesai gerekiyor” diye serzenişte bulunur. (Son taşınmamızda, sadece kütüphane 37 koli olmuştuJ) Düşünün ki, üzerinden 1.5 sene geçti. Yani durum fena...

Ama her benim gibi okuyan gibi ben de, kitaba dokunmayı, koklamayı, kitapçılarda uzuuun saatler geçirmeyi çok severim. Bu ritüel, aynı terapi gibidir benim için. Erim bakar benim canım sıkkın, “Aaaaşk, ne dersin bi Fly – Inn yapalım mı? Hem birer kahve içer, hem de D&R’da kitap falan bakarız” der. Tabii kitaba ben, falana o bakar geneldeJ

Neyse sözümün özü şu ki, bu kitap bağımlılığı yüzünden, E-kitap (e-book) olayından biraz uzak kalmışım. Hani dokunamıyorum, fiziksel bir temas sağlayamıyorum ya, benim için tu kaka. Dolayısıyla da gelişmelerden bi haberim – dim.

Dün bir vesileyle internette sörf yaparken, www.ayrac.org isimli site ile tanıştım. Farklı alanlarda bi sürü e-kitap yüklemişler. Bilgisayarınızda winrar programı varsa, rahatlıkla indirip, sonrasında da okuyabilirsiniz. Ayrıca www.kitapsevenler.com ve www.ekitap.org tavsiye edebileceğim diğer siteler. Bu saydıklarım ücretsiz ve türkçe, www.ebook.com ve www.ebooks.com sitelerinden de yabancı dildeki e-kitaplara, ücret karşılığında ulaşabiliyorsunuz. Sonra söylemedi demeyin.

Huysuz ve Tatlı Kadın...

Haftasonu Hürriyet Gazetesi’nde yayımlanan Soner Yalçın’ın yazısından alıntılıyorum...

“...
İKİSİ de 1902 İstanbul doğumluydu.İkisi de ailelerinin karşı çıkmasına rağmen, evlerini terk edip; yaşam biçimi, kurtuluş alanı olarak gördükleri sanatı seçtiler. Afife, İstanbul Kız Sanayi Mektebi'nde okuyordu. Osmanlı'da Türk ve Müslüman kadınların sahneye çıkması yasaktı. O, yine de 1918 yılında "Jale" adıyla Darülbedayi'ye başvurdu. Kabul edildi. Ailesi bunu duyunca sert tepki gösterdi. Babası kızına "Fahişe mi olacaksın" diye bağırınca evi terk etti. Afife Jale, Darülbedayi'de stajyer oyuncu kadrosuna alındı. Yeniden doğmuştu; anne-babası, kulis ve sahneydi. 1919'da Hüseyin Suat'ın "Yamalar" adlı oyununda, "Emel" rolünü oynayacak Eliza Binemeciyan'ın Paris'e gitmesiyle şans ona güldü. Böylelikle Afife Jale, Kadıköy'deki Apollon Sineması'nda sahneye çıkan ilk Müslüman Türk kadını oldu. Ancak bir Türk kızının sahneye çıkması ortalığı ayağa kaldırdı. Afife Jale hep direndi. Ama Darülbedayi yöneticileri onu tiyatronun kadrosundan çıkarmak zorunda kaldılar.

UYUŞTURUCUYA BAŞLIYOR


Tiyatrosuz kalması Afife Jale'yi sarstı. Kaçışı haplarda ve uyuşturucuda aramaya başladı. Hap, esrar, zamanla yerini eroine bıraktı.Bu arada sahneye çıkmak için elinden gelen çabayı gösterdi.Adını değiştirdi. Çeşitli kumpanyalar ile Anadolu'ya gitti. Karşısına zorluklar çıkarıldı. Kurtuluşu hep uyuşturucuda aradı.1923'ten sonra Türk kadınları Atatürk'ün emriyle sahneye çıkmaya başladı.Afife Jale mutluydu. Artık kötü günlerin geride kaldığını düşünüyordu.Ama o uyuşturucuyu bırakmak istiyor; bu kez uyuşturucu onu bırakmıyordu! Sağlığı bozuldu. Sahnede ayakta duramıyordu. Tiyatroya veda etmek zorunda kaldı.İşte o zor günlerinde Kuşdili Çayırı'nda, Hafız Burhan'ın konserinde sanatçıya tamburuyla eşlik eden Selahattin Pınar'la karşılaştı.

ÇALGICI DEĞİL SANATKÁR


Selahattin, babası Denizli Milletvekili Sadık Bey'in iyi bir öğrenim görmesi için gönderdiği İtalyan Ticaret Okulu'nu yarıda bırakmıştı. 12 yaşında ut, 17 yaşında tambur çalmayı öğrenmişti. Babasının sürekli "Benim oğlum çalgıcı olacak" şeklindeki "aşağılamalarına" dayanamayıp bir gün, "Hayır sanatkár olacak" deyince evde kavga çıkmış ve babasının üzerine yürümesi sonucu evi terk etmişti.Yeni evi; daha sonra "Üsküdar Musiki Cemiyeti" adını alacak olan "Darü'l-Feyz-i Mûsıki"ydi. Anne-babası musikiydi. Musiki üstatlarından dersler aldı. Bestekár oldu. Ünlü sanatçıların kadrolarında yer almaya başladı.

İLK GÖRÜŞTE AŞK


Afife Jale, "Türk müziğinin aristokratı" Selahattin Pınar'ın naifliğinden, kibarlığından, temiz giyiminden, güzel ve esprili konuşmasından etkilendi. Duyguları karşılıksız değildi. Evlendiler.Fatih Camii'nin karşısındaki bir apartman dairesine yerleştiler.27 yaşındaydılar ama çocuk gibiydiler. Evde saklambaç oynuyorlardı. Ut, tambur tınısı, şarkılar, şiirler evlerinden hiç eksik olmuyordu. Fakat, mutluluk kısa sürdü.Çünkü... Afife Jale bazen odasına kapanıyor, saatlerce çıkmıyordu. Selahattin Pınar, bir gün kapının anahtar deliğinden içeriye baktı. Afife Jale koluna eroin şırınga ediyordu! Uyuşturucu bulmak için bir eczacıyla da ilişki kurmuştu! Selahattin Pınar karısına áşıktı. Her tutkulu insan gibi kendini aldattı. Afife Jale'yi kurtarmak isterken uyuşturucu bataklığına saplandı. Afife Jale, eşinin daha kötü bir hale gelmemesi için ona yalvardı: "Ne olur boşa beni, terk et beni." Selahattin Pınar hiç yanaşmadı ayrılığa. Afife Jale hep zorladı.Ve 1935'te boşandılar. Selahattin Pınar aşkını hiç unutamadı. Karşılıksız aşkı ve ayrılık acısını anlatan unutulmaz bestelerini bu dönemde yaptı: "Nereden sevdim o zalim kadını"; "anladım sevmeyeceksin beni sen nazlı çiçek"; "huysuz ve tatlı kadın"...

VE ÖLÜM


Korkusuz kadın Afife Jale, sokaklarda beş parasız intihar etmek ister gibi yaşadı.Darülbedayi'deki dostlarının yardımıyla, Bakırköy Akıl Hastanesi'ne yatırıldı. 1941 yılının 24 Temmuz günü öldü. Cenazesinde dört kişi vardı; onlar da tabutu taşımak için gelmişlerdi. Zamanla mezar yeri bile kayboldu.Ama o silinmedi. Efsane oldu. Artık biliniyor ki; o, Türk kadınının sahneye çıkması için kendi hayatını feda etmişti. Selahattin Pınar, Afife Jale'nin ölümüyle yıkıldı. Daha da içine kapandı. Ardı ardına besteler yaptı. "Gecenin matemini aşkıma örtüp sarayım"...6 Şubat 1960'ta Todori'nin Meyhanesi'nde ölene kadar Afife Jale'yi unutamadı.

*** Eroin'in o dönem olup olmadığı konusunda bizim dükkanda bir tartışma çıktığı için, ekşi sözlükten ek bilgi...

Eroin: 1845 senesinde ingiltere'de sentez edilen, 1896 yılında bayer tarafından "heroin" adıyla piyasaya tablet, toz, şurup, pastil olarak sürülen mucize ilaç. daha doğrusu di asetil morfin. bayer 1913 yılında eroin üretimini durdurdu ama iş işten geçmişti. ayrıca istanbul'da 1933 yılında yasaklanıncaya kadar cayır cayır eroin üreten üç ayrı fabrika bulunuyordu. Hatta bir tanesi bu gün Taksim Parkı'nın sonundaki Ceylan Oteli'nin yerindeydi...

17 Haziran 2007 Pazar

Babasız Kadınlar...

Ben yazmayı düşünüyordum ama, benim onları yazmamı bu kadar isteyeceklerini düşünmüyordum... Babasız kadınların bu kadar çok mail göndereceğini beklemiyordum...Babalarının prensesi kadınları yazarken, babasız kadınları kendilerini yazı öksüzü hissedeceklerini tahmin etmiyordum.Babasız kadınların babasız hayatlarını anlatmamı bu kadar isteyeceklerini sanmıyordum...Sanmıyordum; çünkü babasız kadınların kendilerini ne kadar öksüz hissetiklerini biliyordum...Bu öksüzlüğün dipsiz kuyularını yazılarda anlatmamı isteyeceklerini sanmıyordum...Babasız kadınlar müthiş kadınlardı...Babasız kadınlar, çok zor ama çok sevgi dolu kadınlardı...Babasız kadınlar, onları terk eden babalarının, onlarda bıraktığı eksikliği bilen ve erkeğine ona göre davranan kadınlardı...Babasız kadınlar, onları sevmemiş görünen babaların, onlara yarattığı dilemmaları hayatta her şeyiyle yaşayan ve yaşatan kadınlardı...Onun için babasız kadınlar, bir erkeği sevdi mi çok sever, acıtırkense çok acıtırdı...
***
Severken, sevilemeyen baba kadar okyanus bir sevgi, acıtırken acıtılamayan baba kadar cehennem bir acı yaşardınız...Okyanusun üstündeki güneşin pırıltılarıyla, yedi kat derinliklerdeki cehennem ateşi arasında kum saati olurdunuz...Babasız kadınlar kendilerinde olmayan büyük mutlulukları, yaşamadıkları büyük sevgileri kimselerle kıyas kabul etmez biçimde erkeklerinesunarlardı...Karşılığında sınırsız sevgiler, geçmiş eksikleri dolduracak ilgiler beklerlerdi... Onu bulamadılar mı acıtırlardı... Zamanında acıtamadıkları babalarını da acıtmışcasına acıtırlardı...Katmerleşen acı, nefes aldırmazdı... İlgisi yeterli bulunmayan erkek, ilgisiz babayla toplanır, öfkesini alamayan küçük kız çocuğu, öfkesini bu kez katmerli alacak bir babasız kadına dönüşürdü...Onun için babasız kadınlarla dans, okyanusta bir yelkenli gibiydi...Okyanusun sonsuzluğunda müthiş zevkliydi... Denizi ve sevgiyi bir göl gibi değil, sonsuz bir özgürlükte hissettirirdi...Babasız kadınlarla dans, aynı zamanda çok riskliydi... Azgınlaşan okyanus dalgalarının nerede ne zaman erkeği alabora edeceğini kestirmek güçtü... Dalgaların ne zaman şiddetleneceğini bilmek her zaman mümkün değildi...Okyanusun altındaki derinliklerin hepsine hakim olmak güçtü...
***
Baba sevgisizliğinin, baba terk edilmişliğinin, etraftaki babalara karşı babasızlığın ne olduğunu anlatabilmek felsefeyle mümkün değildi. Her halükarda babasız kadınlar müthiş sevgilerin ve müthiş acıların kadınıydılar... .....
***
Benim kızım babasız kadınlardan olmadı... Ama bu babasız kadınlardan beni hiçbir zaman uzak tutmadı...Çünkü babasız kadınlar müthiş kadınlardı. Can acıtsalar da, okyanus dalgaları gibi tehlikeli olsalar da, sevginin sonsuzluğunda okyanus güzelliğindeydiler... Erkeklere karşı güvensizdiler... Ama erkeklere karşı güven duymak isteyecek kadar sevgi doluydular... Hiçbir zaman tam güven duymayacaklardı...Ama her zaman hayatlarını teslim edecek kadar seveceklerdi...Bugün babalar günü... Babasız Kadınlar için yazdığım yazıyı yayınlayacağım bugün...Ya kızını sorumsuzluğundan unutup gittiğinden, ya başka annelerden başka çocuklara sahip olup, eskisini terkettiğinden ya da bu hayata erken veda ettiğinden kızlarının yanında olmayan babaların kızları onlar...Babasız Kadınlar onlar...O kadınların hayatta ilerki hayatlarında erkeklerle neler yaşadığını anlatıyor bu yazı...Babasız Kadınlar çok özel kadınlardır...Çok acıtırlar ama çok da mutlu ederler........

Reha Muhtar / Vatan Gazetesi, 17.06.2007

5 Nisan 2007 Perşembe

Kahve Çekirdeğime...



Bir baba evlenmek üzere olan oğluna tavsiyelerde bulunuyormuş. “Son tavsiyemi mutfakta anlatmak istiyorum” demiş. Mutfağı ve yemek yapmayı bilmeyen delikanlı “Olur” demiş çekine çekine…
Baba, ocağa aynı büyüklükte üç kap koymuş, hepsini suyla doldurup üçünün de altını yakmış. “Şimdi. İstediğim her şeyden iki tane vereceksin bana” demiş oğluna. Sırasıyla havuç, yumurta ve kavrulmamış kahve çekirdeği istemiş… Oğlu hepsinden ikişer tane vermiş babasına.
Adam iki havucu birinci kaba, iki yumurtayı ikinci kaba ve iki kavrulmamış kahve çekirdeğini üçüncü kaba koymuş. Her üçünü de yirmi dakika süreyle kaynatmış. Daha sonra kapları indirip yemek masasına buyur etmiş oğlunu. Yemek masasında üç tabak duruyormuş. Kaplarda kaynayan havuçları, yumurtaları ve kahve çekirdeklerini büyük bir özenle tabaklara yerleştirmiş. Sonra oğluna dönüp sormuş: “Ne görüyorsun?” Oğlu düşünürken açıklamaya başlamış. “Havuçlar haşlandıkça aslini kaybedip yumuşamış. Yumurtalar görünüşte bastaki gibi sert duruyorlar ama içleri katılaşmış. Kahve taneleri ise olduğu gibi duruyor, basta neyseler sonunda da öyleler…”
Sonra asıl tavsiyesine sıra gelmiş: “Evlilikte aşk ve şefkat birlikte olmalıdır. Aşksız bir evlilikte her iki es de su gördüğün havuçlar gibi birbirlerini tüketirler, eskitirler, pörsütürler. Şefkatsiz bir evlilikte ise esler birbirlerine ne kadar tahammül etseler de, su gördüğün yumurtalar gibi içten içe katılaşırlar, Birbirlerinden uzaklaşırlar. Aşkın da şefkatin de olduğu bir evlilikte ise, şartlar ne olursa olsun, esler tıpkı su kahve taneleri gibi, birbirlerinin yanında kalırlar, kişiliklerini yitirmezler. Kahve tanelerinin tekrar kaynatılmaya hazır olmaları gibi, onlar da birbirleriyle bas basa uzun yıllar geçirmeye isteklidirler.” Oğlu aldığı bu dersten tatmin olmuşa benziyordu.
“Asıl ders bu değil!” dedi baba. Oğlunun elinden tuttu, ocağın üzerinde bıraktığı kapların içinde kalan suları gösterdi. “Havuçlardan ve yumurtalardan arta kalan suya bak… İkisinde de bir tat yok.” Kahve çekirdeklerini çıkardığı kaptaki suyu yavaşça bir fincana boşalttı. Mis gibi taze kahve kokuyordu. Fincanı oğluna uzattı.”İçmek istersin herhalde!” dedi.
Oğlu kahvesini yudumlarken konuşmasını sürdürdü: “Kahve çekirdekleri gibi birbirlerini tüketmeyen eslerin paylaştığı yuva da iste böyle olur. Mis gibi. Temiz ve huzur verici. Başka herkesin fincanına koyup yudumlayacağı taze kahve gibi… Çünkü onlar birbirlerini harcamayarak, birbirlerine aşkla ve şefkatle davranarak hayata kendi tatlarını, kokularını ve renklerini katmayı başarırlar.” (Anonim)

28 Mart 2007 Çarşamba

Beni Bu Havalar Mahvetti...

Hafta başında gelen mailde bütün haftanın günlük güneşlik geçeceği yazıyordu. Gelin görünki buna aldanan ben, şimdi hasta olup olmamak arasında gidip geliyorum. Mesela burnumun bana göre sağ kanalı faaliyetini bir süreliğine askıya aldı. Boğazımda ise sanki birileri voodoo büyüsü yapar gibi iğneler batırıyor. Sanırım benim bu sümüklü böcek modum bir süre daha devam edecek. Ne demiş büyüklerimiz, yatarsan bir hafta, yatmazsan yedi gün.

İşte bu fiziksel düşkünlüğüme, sanırım bahardan dolayı, bir de psikolojik olan eşlik ediyor son zamanlarda. Şairin dediği gibi "Beni de bu havalar mahvetti". Durduğum yerde durmak istemiyorum, yatağım hiç olmadığı kadar cazip bana. Televizyon izlerken, kitap okumak, kitap okurken boş boş dışarı bakmak istiyorum. Sırf denemek için kurabiyeler yapıyorum bu aralar. Ama bir çoğunu da komşuya, kapıcıya, anaokulundaki arkadaşlarıma!!! dağıtıyorum. Çikolatalı yapıyorum, yaptıktan sonra canım un kurabiyesi istiyor, başka akşam onu yapıyorum bu sefer acaba tuzlu, kıyır, kıyır bişeyler nasıl olurdu diye bir kurt düşüyor içime.

Elbetteki içinde bulunduğum ruh halinin bu anlamdaki yansımasından en çok sevgili eşim faydalanıyor. Ev, Gezi Pastanesi'ndekilerin kulakları çınlasın, cookie :) cenneti. Ancak sadece kurabiyeyle sınırlı değil yemek konusundaki hizmetim. Pazartesi akşamı dedim ki, "İster misin yarın akşam Focaccio'dan pizza yapayım." Ay demez olaydım. Önce bir araba dalga geçti benimle. O nasıl isimmiş, Pikaçu gibiymiş. Biz ona "Kamil" desek olamaz mıymış? Sanki italyana gittiğimizde "A, ben bir somon carpacio rica ediyorum" diyen kendisi değil.

Neyse ben Focaccio 'dan pizza yapmaya kadar verdim ama evde yaş maya yok. Kociş önce biraz nazlandı ama sonuç onu heyecanlandırmış olacak ki, sonunda gidip malzeme eksiklerimizi tamamladı. Ve hamuru geceden hazırlayıp dolaba kaldırdım. Aynı hocamızın dediği gibi ertesi akşam da eve gelince çıkartıp biraz daha mayalanmasını bekledim. Yaklaşık yarım saat sonra pufidik bir hamur olmuştu. Havasını aldıktan sonra üzerine domates sos, malzeme ve en üste de bol kaşar koyup fırına verdim. Tam pişme sürecinin ortasında kociş geldi ve "Sınıf sınıf, bu nasıl bir koku" deyip, "Kavıcık bana foçaçu ! yaptı" diye dolanmaya başladı. Valla ne yalan sööliyim, pizza tadından yenmiyodu.

21 Mart 2007 Çarşamba

Oradan, Buradan...

* 2-3 gündür Digiturk Müşteri Hizmetleri'nden telefon açıyorlar ancak müsait olmadığım için cevap verememiştim. Bugün, azimlerine saygı duyduğum için, "Evet" dedim "buyurun, nasıl yardımcı olabilirim". Efendim Müşteri Memnuniyet Beklentisi anketi gibi bişey yapıyorlarmış. Sorular şöyleydi:
- Telefondaki müşteri temsilcisinin ne kadar nazik olmasını bekliyorsunuz?
- Müşteri temsilcisinin size ne kadar detaylı cevap vermesini bekliyorsunuz? falan falan.
Bunlara 1 en düşük, 5 en yüksek olmak üzere cevap vermemi bekliyorlardı. Dedim ki; "Bu anket küllüm saçma. (Kız bozuldu tabii) Verdiğiniz hizmet hakkında ne düşündüğümü derecelendirebilirim ama sizden beklentim, bir müşteri olarak, zaten en yüksek seviyededir. Bunu sorgulamanız kadar mantıksız birşey olamaz ve benim de daha fazla buna ayıracak vaktim yok, teşekkür ederim."

* İstiklal Caddesi'nde Atlas Dergisi'nin 15. Yılı sebebiyle 31 Mart'a kadar "Kadın: İmaj ve Gerçek" isimli bir fotoğraf sergisi var. Ebatlar kocaman, içerik oldukça etkileyici. Yok oraya gidecek hiç vakit bende nerdee derseniz, bizde hizmette sınır yok: http://www.kesfetmekicinbak.com/fotograf/atlas/index.htm

* Adem'in Trenleri, Başkalarının Hayatları, Duvak, Apocalipto, Umudunu Kaybetme, İskoçya'nın Son Kralı ve Takva son dönemde seyredip, etkilendiğim filmler. Tavsiye ederim.

* Her zaman olduğu gibi 4-5 kitabı aynı anda okuyorum, galiba bir burç defosu bu:)) Ambler Uyarısı / Robert Ludlum, Lucifer / Michael Cordy, Ekinoks / Michael White ve Yazı Odasında Yolculuklar / Paul Auster şu anda başucumdakiler.

* Belki dikkatinizi çekmiştir. Büyükşehir Belediyesi, Unesco tarafından 2007'nin Mevlana Yılı ilan edilmesi sebebiyle, bazı üst geçitlere, onun meşhur sözünün yazılı olduğu afişler astı. Ama malesef anlaşılamayacak, manasından uzak, ancak bilenlerin anlayabileceği şekilde. Orijinali ise aşağıda;

"Gel, gel, ne olursan ol yine gel,İster kafir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel,Bizim dergahımız, ümitsizlik dergahı değildir,Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel...
.....
Ben yaşadıkça Kur'an'ın bendesiyimBen Hz.Muhammed'in ayağının tozuyumBiri benden bundan başkasını naklederseOndan da bizarım, o sözden de bizarım, şikayetçiyim...
.....
Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınızBizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir...
.....
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol...
....
İnsanların hayırlısı, insanlara faydası dokunandır.Sözün hayırlısı da az ve öz olanıdır.Hamd, yalnız tek olan Allah'a mahsustur.Tevhid ehline selam olsun."

29 Ocak 2007 Pazartesi

Anaokulumdan Manzaralar

Sanırım 2 veya 3 yıl önce, sevgili eşim kendi içinde bir geyik başlattı. Bu geyiğe göre, ben, bir noktada, onun küçük kızıyım, hangimiz değiliz ki:))) ve bizim dükkan da aslında bir anaokulu. İşte bu noktadan yola çıkarak da tüm oyuncular yeni bir kimlik kazandı. Şöyle ki,

- Bölüm Müdürü: Sınıf Başkanı
- Bağlı Olduğumuz GMY: Sınıf Öğretmeni
- Genel Müdürümüz: Okul Müdürü

diğer taraftan elbette sınıf arkadaşlarım var;

- Bölüm Müdürü: Sakallı bebek
- Bünyemizdeki Irak'lı arkadaşımız: Değişim programıyla gelen öğrenci
- Çok geç saatlere kadar çalışmayı seven arkadaşımız: Tam zamanlı öğrenci (Biz yarı zamanlıyız, 9-18)

ayrıca anaokulunda da sosyal kollarımız var;

- Ben her sabah kahvaltı işini organize ettiğim için Beslenme Kolu,
- Bölümdeki Albay'ımız, Sivil Savunma Kolu,
- Departman Sekreterimiz ise Güzel Yazı Yazma Kolu,
- Bünyemizdeki Tercumanımız ise, Yabancı Dil Kolu.

İşte böyle başlayan oyun, sonrasında gerçekleştirdiğimiz her aktiviteye uyarlanır oldu. Mesela Teklif veriyorsak, "diğer anaokulları ile yarışmaya katılıyorduk", dışarıdan misafirimiz geldi ise de, "Yabancı ülkelerden kardeş anaokullarının öğrencileri bizi ziyarete gelmiş" oluyordu. Tüm şirket kutlamaları ise, "yılsonu müsameresi" olarak sınıflanıyor.

Önceleri aile arasında müthiş eğlenmemize yola açan bu oyunu veya bakış açısını, bizim dükkanda kime söylediysem çok beğendi ve "Aaaa, şu da şu şekilde yorumlanabilir" diye eklemeye başladı.

Sizde hayatın monotonluğundan uzaklaşmak istiyorsanız, bu oyuna katılın.
Blog Widget by LinkWithin

Etiketlerim..

...

"Hayat, özellikle, yazılanları okumak, çekilenleri seyretmek ve tabii ki pişirilenleri yemek için çok kısa, biraz koşmak lazım... "
myspace graphics

Free Counters

Hayatın İçinden...

 

Divitim... | Creative Commons Attribution- Noncommercial License | Dandy Dandilion Designed by Simply Fabulous Blogger Templates