22 Ocak 2008 Salı

Cüneyt Ağabey'in Seçtiklerinden...

Bir üniversite profesörü öğrencilerine su soruyu sorar;
- Var olan her şeyi Tanrı mı yarattı?
Bir öğrenci ayağa kalkar ve cevaplar.
- Evet, her şeyi Tanrı yarattı!
Profesör sorusunu yineler ve öğrenci yine "Evet efendim" diye cevaplar.
Profesör devam eder.
- Eğer her şeyi yaratan Tanrı ise ve şeytan var olduğuna göre şeytanı da Tanrı yaratmış olur. Çalışmalarımızda uyguladığımız kesinleştirme prensibine göre de Tanrı şeytandır.
Öğrenci böyle bir önerme karşısında şaşırır ve yerine oturur. Profesör öğrencilerine bir kez daha Tanrı'nın içindeki kaderin bir efsane olduğunu kanıtlamaktan ötürü oldukça mutludur. Bu arada başka bir öğrenci ayağa kalkar ve "Bir soru sorabilir miyim profesör" der. Profesör sorabileceğini söyler.
Öğrenci "Soğuk var mıdır" diye sorar.
Profesör; "Nasıl bir soru bu böyle, tabii ki vardır" diye cevaplar. "Sen hiç soğuktan üşümedin mi?"
Öğrenci "Aslında, fizik yasalarına göre soğuk yoktur; yaşamda/ gerçekte biz soğuğu sıcaklığın yokluğu olarak düşünürüz. Herkes veya nesneler o enerji oradaysa veya bir şekilde enerji iletiyorsa onu deneyimler. Örneğin, Absolute 0 (273 derece C) sıcaklığın kesin yokluğudur. Soğuk yoktur, o yalnızca sıcaklığın yokluğunda duyumsadıklarımızı tarif etmek için yarattığımız bir kelimedir" der ve devam eder.
- Profesör, karanlık var mıdır?
- Tabii ki vardır.
- Korkarım gene yanılıyorsunuz efendim. Çünkü karanlık da yoktur. Yasamda/ gerçekte karanlık ışığın yokluğudur. Biz ışık üzerinde çalışabiliriz ama karanlığı çalışamayız. Gerçekte, biz Newton'un prizmasını kullanarak beyaz ışığı kırar ve renklerin çeşitli dalga uzunlukları üzerinde çalışabiliriz. Ama karanlığı ölçemeyiz. Bir basit ışık karanlık bir mekânı aydınlatarak karanlığı kırmış olur yani karanlığı geçersiz kılar. Siz belli bir mekânın/uzayın ne kadar karanlık olduğundan nasıl emin olursunuz? Işığın miktarını ölçerek! Bu doğrudur değil mi? Karanlık insanlık tarafından, ışığın olmadığı yer/ mekân için kullanılan bir kelimedir. O zaman size son bir soru daha sormak isterim, efendim. Şeytan var mıdır?
Bu kez profesör pek emin olamamakla birlikte cevaplar..
- Tabii vardır. Açıkladığım gibi, biz onu her gün, her yerde görürüz. O, dünyadaki işlenmiş tüm suçlarda, şiddette yer alır. Bunların tümü şeytanın kendisinden başka bir şey de değildir.
Öğrenci itiraz eder.
- Şeytan yoktur efendim. Yani o kendi başına yoktur. Şeytan basit olarak Tanrı'nın yokluğudur. O aynen karanlık ve soğukta olduğu gibi insanın Tanrı'nın yokluğunu tarif etmek üzere yarattığı bir kelimeden ibarettir. Tanrı şeytanı yaratmadı. Şeytan/ kötülük insanın tanrısal sevgiyi yüreğinde hissetmediği zaman yaptıklarının bir sonucudur. O, aynen sıcaklığın olmadığı yere gelen soğuk, ya da ışığın olmadığı yere gelen karanlık gibidir.Profesör kürsüdeki yerine çöker.
Genç öğrencinin adı Albert Einstein'dir.

22.01.2008 / Hıncal Uluç - Sabah

21 Ocak 2008 Pazartesi

Ashura...

"Aşura, aşur, aşure;

hicri yılın ilk ayı olan muharrem'in onuncu günü.
dünyanın yaratıldığı gün.

hz. adem ile havva'nın cennetten kovulduğu
ve hz. adem'in pişman olduğu gün.
hz. ibrahim ve hz. musa ve hz. isa
ve hz. yahya'nın doğduğu gün.
hz. musa ve kavminin mısır'dan göçtüğü gün.

hz. yakup'un, oğlu yusuf'a kavuştuğu gün.
hz. eyyub'un yaralarının iyileştiği gün.
hz. nuh'un gemisinin cudi dağı'na oturduğu gün.

imam hüseyin'in kerbela'da şehit edildiği gün.

hz. nuh tufandan kurtuldukları gün, bir şükran borcu olarak
arta kalan yiyeceklerden bir yemek pişirdi ve buna aşure denildi.

aşure gününü tevrat. "kefaret" günü olarak gösterir.
hristiyanlar, mahşer gününün aşure günü geleceğine inanır.i
slam'dan önce yahudiler, aşure günü oruç tutardı.
cahiliye devrinde araplar, aşure günü oruç tutardı.
ramazan ayında oruç farz oluncaya kadar müslümanlar,
aşure günü oruç tutardı.

şiiler, imam hüseyin'in kerbela'da şehit edildiği gün olan
on muharrem'i matem günü sayarlar ve muharrem'in biri ile onu arasında
gülmez, et yemez, yeni giymez, yeni bir işe başlamazlar.

on muharrem dövünme ve yas günüdür.
on muharrem dövünme ve yas günüdür.
on muharrem dövünme ve yas günüdür."

Garajistanbul'da sergilenen, 12 farklı dilde 25 göç şarkısını içeren
ve sonunda aşure'nin pişirildiği oyun.
Bizim Cuma akşamı syrettiğimiz ve bayıldığımız oyun.
Ocak ayı biletleri tükenmiş ve Şubat biletleri Biletix'te satışa çıkmış oyun.
Herkese şiddetle tavsiye ettiğimiz oyun.

15 Ocak 2008 Salı

Nazım Hikmet Ran...

Nazım Hikmet, 20 Kasım 1901 tarihinde doğduğu halde ailesi yaşı büyük gözükmesin diye kendisini 40 gün geç yazdırmış nüfusa. Dolayısıyla bugün kendisinin 106. doğumgünü. Onun anısına benim en sevdiklerimden seçkiler...

KARIMA MEKTUP (Bursa Hapisane)
Bir tanem!
Son mektubunda :
"Başım sızlıyor
yüreğim sersem!"
diyorsun.
"Seni asarlarsa
seni kaybedersem;"
diyorsun;
"yaşıyamam!"
Yaşarsın karıcığım,
kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgârda;
yaşarsın, kalbimin kızıl saçlı bacısı
en fazla bir yıl sürer
yirminci asırlılarda
ölüm acısı.
Ölüm
bir ipte sallanan bir ölü.
Bu ölüme bir türlü
razı olmuyor gönlüm.
Fakat emin ol ki sevgili;
zavallı
bir
çingenenin
kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli
geçirecekse eğer
ipi boğazıma,
mavi gözlerimde korkuyu görmek için
boşuna bakacaklar
Nâzıma!
Ben,
alacakaranlığında son sabahımın
dostlarımı ve seni göreceğim,
ve yalnız
yarı kalmış bir şarkının acısını
toprağa götüreceğim...
Karım benim!
İyi yürekli,
altın renkli,
gözleri baldan tatlı arım benim;
ne diye yazdım sana
istendiğini idamımın,
daha dâva ilk adımında
ve bir şalgam gibi koparmıyorlar
kellesini adamın.
Haydi bunlara boş ver.
Bunlar uzak bir ihtimal.
Paran varsa eğer
bana fanile bir don al,
tuttu bacağımın siyatik ağrısı.
Ve unutma ki
daima iyi şeyler düşünmeli
bir mahpusun karısı.

YAŞAMAYA DAİR
1
Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi meselâ,
yani,
yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani, bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani, o derecede, öylesine ki,
meselâ, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut, kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel, en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, meselâ,
zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak, yani ağır bastığından.
1947

YAŞAMAYA DAİR
2
Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da yine sabırsızlıkla bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini.
Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için,
diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.
Diyelim ki, hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla beraber yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgârıyla
yani, duvarın arkasındaki dışarıyla.
Yani, nasıl ve nerde olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak...
1948

YAŞAMAYA DAİR
3
Bu dünya soğuyacak,yıldızların arasında bir yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
yani, bu koskocaman dünyamız.
Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hattâ bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.
Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
"Yaşadım" diyebilmen için...
Şubat 1948

11 Ocak 2008 Cuma

Allah ve Atatürk...

"TURQUIE, tu dois Ataturk a dieu et le reste a Ataturk!."

Hayatını Türkiye ve Atatürk araştırmalarına adamış Belçikalı Daniel Dumoulin dostlarına 2008 yılbaşında üzerinde bunlar yazılı tebrik kartı yollamış. Ne mi demek?.

"Türkiye, Atatürk'ü Allah'a borçlusun, geri kalan her şeyi de Atatürk'e.."


Hıncal Uluç, Sabah Gazetesi / 11.01.2008

9 Ocak 2008 Çarşamba

Tarihin İçinde Yolculuk...

Bu aralar etrafım tarihin içinden fırlamış kişi, kültür ve olgularla çevrili. Bir taraftan Avrupa diğer taraftan da Osmanlı... Sebepler ise, İlber Ortaylı'nın Osmanlı'yı Yeniden Keşfetmek isimli kitabı, The Tudors dizisi ve Elizabeth: The Golden Age isimli film.

"Osmanlı Devleti'nin kuruluşunun 700. yıl kutlamaları Türkiye'de umulmaz bir ilgi uyandırdı ve Türk toplumu yedi asırlık tarihine ilgi duymaya başladı. Bu ilgi, kuru bir hamaset çizgisini geçti, anlaşılan toplumsal düşüncenin ve yorumlamaların tekamül etmesi dolayısıyla "Osmanlı İmparatorluğu nedir? Bu imparatorluğun kurumları nedir? Yaşam şekli nedir? Bizim için anlamı nedir?" gibi sorulara cevap aranmaya başlandı. Ve bu meyanda, çalışmalar, hazırlıklar yapmak ve yaptıklarımızı geniş kitleye tanıtmak gibi bir ihtiyaç hasıl oldu. Şüphesiz ki elinizdeki bu kitap da bunlardan birisidir ve o iddiadadır." diyor kitabının önsözünde İlber Ortaylı ve başlıyor padişahları, sarayları, yönetim şekli, semtleri ve abidevi eserleriyle Osmanlı'yı anlatmaya.

Hemen arkasından "... biz de okumaya..." diye yazmalıydım ama yazamıyorum çünkü esasında İlber Hoca'nın konferanslarının deşifresinden oluşan bu seri (sanırım toplamda 4 kitap) çok ama çok kötü ve akıcılıktan uzak bir türkçe ile yayımlanmış. Dolayısıyla okumaya çalışırken!!! bayağı bir zorluyor, en azından beni. Ama biz karı koca, seriyi tamamlamaya ve sonrasında da bahsi geçen mekanlarda birer tur yapmaya çok niyetliyiz. Yolumuzdan da caymayacağız :))

Grey's Anatomy'nin yayımlanan bölümlerini izlemeyi bitirdikten sonra sıra bayağı bir gürültü koparan The Tudors'a gelmişti ki, hemen öncesinde, şans eseri Elizabeth: The Golden Age'i izleme fırsatı buldum.

Henüz 24 Şubat gecesi yapılacak Oskar Töreni'nin adayları açıklanmadı ama şimdiye kadar izlediğim alternatifler içinde Cate Blanchett, En İyi Kadın Oyuncu için adayımdır. Bir de not düşeyim: Lütfen Clive Owen hep dönem filmlerinde oynasın:))

The Tudors, “Hikayenin sonunu biliyorsunuz, peki ya başını” sözüyle başlıyor. Sonunu Elizabeth ile öğrendiğimiz, VIII. Henry döneminden sonrasına da diziyle şahit olduğumuz Tudor Hanedanlığı, 1483 yılında VII. Henry ile başlayıp ve 1603 yılında "The Virgin Queen" Elizabeth'in çocuğu olmaması sonucunda bitmiş.

Diziyi izlerken, insanlık tarihi kadar eski ihtiras, hırs, çekişme, savaş, ihanet olguları birer birer karşımıza çıkıyor. Günümüzün ahlak değerleri, dönemin en koyu katolik toplumunda neredeyse hiç yok gibi. İktidarın yolu Kral'ın yatağından geçiyor. Babalar kızlarını bunun için yönlendiriyor. Herkes birbirinin kuyusunu kazıyor.

Buna rağmen hanedanlığın sürdüğü yüz yılı biraz aşkın süre, İngiliz tarihinde, güçlü morarşinin temellerinin atıldığı, sanatsal açıdan çok verimli çağlarından birisinin yaşandığı, en muzaffer dönemlerinden biri olarak gösteriliyor.

Dizideki benim için en büyük süpriz, üniversitenin ilk yılındaki dönem projemizin çıkış noktası olan Ütopya'nın yazarı Sir Thomas More'la karşılaşmak oldu.

Bilmeyenler için yazar, devlet adamı ve hukukçu olan Sir Thomas More, 1516’da yazdığı Ütopya’da ideal hayali bir ada ülkenin siyasi sistemini tarif ediyordu. More’un Kral Henry VIII’in İngiliz kilisesinin başına geçme niyetine ilke olarak karşı çıkması, kendi siyasi kariyerinin sonunu hazırlayıp hain olarak idam edilmesine sebep oldu. Ölümünden 400 yıl sonra, 1935’de Papa Pius XI tarafından aziz ilan edildi.

28 Aralık 2007 Cuma

Yeni Yıl İçin MOTTO...

....

İnanıyorsan kendine GÜVEN.

Duyma sadece sesleri, DİNLE.

İyiliklere doyma, aç gözlü ol, hep dahasını İSTE.

Aklına düşerse YAP.

İçinden nasıl geliyorsa öyle OL.

Nasıl hissediyorsan öyle YAZ.

Mutlulukları asla BEKLETME.

Hayatını asla GECİKTİRME.

İçine düşerse fikri hemen SEVİŞ.

Naz etme GÜL.

Farkında olarak YAŞA.

Hayata kızıp YILMA.

Yorulma, ÇALIŞ.

İmkansız deme, DENE.

Hor görme kendini, çok SEV.

Yaşadıysan eğer, vardır elbet bir sebebi, PİŞMAN OLMA.

Herşeye ilaçtır ZAMAN,

O zaman KAYBETME.

Oluverdi mi dileğin, unutma sakın; hemen ŞÜKRET.

Hayat bu...

AFFET.

...

Yonca Tokbaş - Hürriyet / 28.12.2007

19 Aralık 2007 Çarşamba

İyi Bayramlar...

28 Eylül 2007 Cuma

Cumhurbaşkanı'nın Kızı...



Sayın Cumhurbaşkanı'nın kızı en nihayetinde evleniyor. Allah mutlu etsin. Haberlere baktığınızda, gayet mütevazı bir profil çiziliyor. Sade bir davetiye, sade bir nikah töreni, "Lütfen çiçek yerine Kayseri'de oluşturulacak orman için bağış yapın"notu, Olgunlaştırma Enstitüsü'ne diktirilen gelinlik filan.

Ancak detaylara indiğinizde konu bu mütevazılıktan biraz uzaklaşıyor.

- Davetli sayısı: 4500. Bunların belki yarısı protokol. Protokol demek beraberinde koruma angaryası da demek ve bu işin ülkemizde nasıl yapıl(ama)dığını hepimiz biliyoruz. Buna bi de basını ekleyin. (Gelecek hediyelerin rakamsal toplamını sizin hayal gücünüze bırakıyorum)

- Düğünün yapılacağı yer: İstanbul Gösteri ve Kongre Merkezi yani eski Mydonose Showland. Havaalanının hemen yanı.

- Düğün tarihi: İşte en güzeli bu; 14 Ekim 2007 yani Şeker Bayramı'nın son günü. Hani halkın, bayram ziyaretleri çerçevesinde kendisini dışarı atıp, oradan oraya, dolaştığı günlerin sonuncusu - ki bu bayram 3 gün olduğu için zaman açısından daha bir sıkışık olan. Trafiğin normal şartlar altında bile kabus olduğu, İstanbul'un mevcut koşullarında "Aman Allah'ım" dedirten ama bu gelişmeler ışığında sonuçlarını düşünmek bile istemedim bir gün.

Aman canım zaten ne var gezecek, telefon, msn, sms gibi alternatifler var, di mi? Havalananına kullanacaklar da o gün uçmayıversin, kızcağız genel seçimler, cumhurbaşkanlığı seçimi derken o kadar bekledi, 1 güncük te biz fedakarlık edelim, di mi? Zaten mezun olduğu gün rezil!!! olmuştu, bunu da etmeyelim, di mi?

27 Eylül 2007 Perşembe

Favicon...

Yakın zamandır dikkat ediyorum, bazı web sitelerine girdiğimde (milliyet, ideefixe vs), adres çubuğunun yanında minicik ikonlar çıkmaya başladı. Sonra favorilerin içine attıklarımın başında belirmeye başladı bu ikoncuklar. En son dükkandaki intranette görünce bilgiişlemi arayıp sorması farz oldu.

Meğer bu ikoncukların adı "Favorite Icon - Favicon" muş ve eğer ben şablonuma eklersem, siz hem sitenin adını yazdığınızda, hem de favorilerinize kopyaladığınızda Divitim'in adının önünde benim seçtiğim minik ikoncuğu görüyorsunuz.

Ancak bizim intranet web yazılımı, dolayısıyla bloggerdan farklı bir altyapısı var. Bizimkini çözmesi, benim gibi konuya fransız ancak yapmazsa da çatlayacak biri için biraz uğraştırıcı oldu ama ne demişler bilirsiniz: "Zor diye birşey yoktur, imkansız biraz uğraştırır."

Divitim bundan sonra "Favicon"uyla sizlerle:))

25 Eylül 2007 Salı

Çaresizlik...

Gölgenden çekip gitmektir...
Bazen bir keliemyi bulmaya çalışmak.
O kelimeyi bulduğunda..
Onu yanlış yazdığını
son anda fark etmek.
Ve düzeltememektir.
Çaresizlik...
Nihayetinde o dudağı öpmek
Ve, yıllar sonra bir öğle vakti
bir başka dudağın
o dudak tarafından tutkuyla öpüldüğünü
o dudaklardan duymaktır...
Çaresizlik
Şövalyeliktir.
Bir kadını ölesiye sevmek.
gemileri yakmasını izlemek
yaktığı gemiye filika olmaktır.
Nihayetinde,
terk edilen filika olmaktır.
Çaresizlik
Aynalara sır olmak.
Suretlere suret olmak.
Çekip gittiklerinde
Sırrınla bi başına
Kalmaktır.
Çaresizlik
Bir fani sigaraya ateş olmak.
Ruhunu duman,
bedenini kül kılmaktır...
Çaresiziik
Sıfat olmak...
Yüklem olmak...
Ama özne olamamaktır.
Çaresizlik
Şişeye hapsettiğin bir sırrı
dalgalarda özgür bırakmaktır.
Çaresizlik
Tek çaredir.
Bazen...
Çaresizlik
Söyleyememek ve susmaktır bazen.
Çaresizlik
Mübarek bir ayda, bir kutlu ülkenin evlatları birbirlerini anlamak ve geleceğe bakmak yerine...
Keskin kılıçlar gibi lakırdıları karşılıklı sallarken söyleyecek söz bulamamaktır.
...

Serdar Akinan - Akşam Gazetesi / 24.09.2007

24 Eylül 2007 Pazartesi

Veee PERDE...


Ekim ayıyla beraber tiyatrolarımızın büyük bölümü “Perde” diyor. İşte meraklıları için yeni sezon derlemeleri:

- İstanbul Devlet Tiyatroları (https://www.dtgm.gov.tr/)

İstanbul Devler Tiyatrosu sezonu 2 Ekim Salı günü, Nazım Hikmet’in, 2002 yılı Afife Tiyatro Ödülü’nü de alan, “Benerci Kendini Niye Öldürdü?” isimli oyunu ile açıyor. Ekim ayındaki diğer oyunlar ise;
- Ben Ruhi Bey Nasılım?
- Yeraltından Notlar***
- Kır
- Sersemler Evi
- Yıldız Tarihi (Ç.O)
- Dünyanın Ortasında Bir Yer
- Savaş İkinci Perdede Çıkacak (Yeni Oyun)
- Yangın Duası ***
- Çok Yaşa Komedi

- İstanbul Şehir Tiyatroları (http://bilet.ibb.gov.tr/ )

İBB Şehir Tiyatroları, 3 Ekim Çarşamba günü, Gaziosmanpaşa hariç tüm sahnelerinde oyunlarını, bizlerle buluşturmaya hazırlanıyor. Biletleri İstanbul Belediyes,’nin web sitesinden de temin edilebilecek oyunların Ekim Programı’nda;
- Can Ateşinde Kanatlar
- Yıldızlar Altında Cinayet
- Ceza Kanunu
- Divane Ağaç
- Kim, Kimi, Kimle
- İlk Göz Ağrısı
- Kantocu
- Leyla İle Mecnun
- Lüküs Hayat
- Tozlu Çizmeler
- Çılgın Dünya
- Doğ Güneşim Doğ

- Oyun Atölyesi (http://www.oyunatolyesi.com/ )

Halul Bilginer ve Zuhal Olcay’ın birlikte kurdukları, Moda’daki Oyun Atölyesi’nde bu sezon, Haluk Bilginer ile Vahide Gördüm’ün birlikte rol aldığı “Evlilikte Ufak Tefek Cinayetler” isimli oyunla 4 Ekim’de başlıyor. (Perşembe günleri indirimli). Atölye’de sergilenen diğer bir oyun ise, geçen seneden devam eden, genç oyuncuların rol aldığı “Hırçın Kız”.

- Tiyatro Kedi (http://www.tiyatrokedi.com/ )

Tiyatro Kedi, 18 Ekim’de; Jack Sharkey ve Dave Raiser’in yazdıkları, İpek Kadılar Altıner’in uyarladığı ve şarkı sözlerini yazdığı “Müzikaldeki Hayalet” isimli coşkulu, komik pop bir müzikal ile seyircisi ile buluşacak. Başrolleri Deniz Türkali, Demet Tuncer ve Atılgan Gümüş paylaşıyor. Biletler, Biletix’ten temin edilebilir.

- Tiyatro DOT (http://www.go-dot.org/ )

Dot'un yeni oyunu: Mercury Fur / Kürklü Merkür isimli fütürist bir masal ... Deneysel bir Tiyatro olan DOT’un kurucusu Murat Daltaban, yerleri ise Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda. Oyun, Ekim ve Kasım ayı boyunca her Çarşamba, Perşembe, Cuma ve Cumartesi akşamı 20.30 da oynayacak. Oyunun seyirciye açık yapılacak “seyircili prova” tarihleri Ekim ayında internet sitesinden açıklanacak. Oyun Çarşamba ve Perşembe akşamları ise, ingilizce üstyazı ile oynayacak.

- Bakırköy Belediye Tiyatrosu (http://bbt.bakirkoy.bel.tr/ )

BBT, çağdaş Türk Tiyatrosu'nun önemli genç yazarlarından Özen Yula'nın “Gözü Kara Alaturka” adlı oyunuyla sezona merhaba diyecek. Tiyatro oyunlarını Ataköy’deki Yunus Emre Kültür Merkezi’nde sergiliyor.
Herkese iyi seyirler...

6 Eylül 2007 Perşembe

Eylül...

Beni bu eylül öldürecek
Bir aşk kadar zehirli,bir orospu kadar güzel.
Zina yatakları kadar akıcı,terkedilişler kadar hüzünlü.
Sabah serinlikleri; yeni bir aşkın haberlerini getiren
eski yunan ilahelerinin bağbozumu rengi solukları kadar ürpertici.
Öğlen güneşleri; üzüm salkımları kadar sıcak.
Akşam rüzgarları; tene dokunan bir kamçı kadar şehvetlidir.
Ben her yıl ölümü ve aşkı bu ayda beklerim.....

Ve eylülün çıplak ayakalrına bir yazı bırakırım.
Eylül sabahları; kılıçlar kadar keskin ışıltılarıyla
tenimi kanatarak uyandırır beni.
Ben eylüle akarım.
Bir hüzün gibi akarım ben eylüle kanayan bir aşk gibi,
siyah şallara bürünmüş,genç bir ölüm gibi akarım.
Sevişerek,ağlayarak ve ölerek akarım ben eylüle.
Her yıl,hep aynı vakitte,geniş bir ırmak gibi
bütün hayatı berrak sularında yıkayarak gelir,
beni ve herşeyi koynuna alarak,
bir meçhule hüznüyle emzirerek götürür hep.
Kadınları ve hüznü eylülde severim...

Keman konçertolarını,
akşam saatlerinde bir bir ışık yangını ile kıpkızıl tüten
yalnız ağaçları,ürkek tebessümleri ve edepsiz kahkahakarı severim.
Lacivert bir deniz benim ellerimde oynaşır.
Sahiller,yaşlı bir kadın gibi kendine terkedilir
Şarkılar,incecik bürümcükten acılar vaad eder her dinleyene
Bitenin başlayana dokunduğu yerdir eylül...

Onun için yanık yanık tütsü kokar,
Onun için değdiği yeri kanatır.
Eylülde aşk,eylülde acı,eylülde yalnızlık zordur,
eylülde herşey zordur,ben eylülü onun için severim.
Eylül ışıklarında çırılçıplak ruhlar yıkanır
Herkes herşeye kapısını aralar 'bir aşk oluverir aşinalık'.
Ölüm kıvırcık saçlarını hayatın göğsüne dokundurur.
Aşkı ve ölümü ben hep bu ayda beklerim.
Nasıl da mahsun ve nasıl da tehditkardır.
Ben eylülde bütün aşklardan ve ve kadınlardan korkarım...

Ben her yıl eylülün çıplak ayaklarına bir yazı adarım.
Ve ben eylüle akarım
Bir hüzün gibi akarım
ben eylüle, kanayan bir aşk gibi akarım,
Siyah şallara bürünmüş bir genç ölüm gibi akarım...

Ahmet Altan

8 Ağustos 2007 Çarşamba

Aşk...

Oldukça gecikmeli olarak izledim, Jude Law, Jennifer Tilly ve Gretchen Mol'un başrollerini paylaştığı, "Yan Odadan Melodiler - Music From Another Room" isimli filmi. Yapım yılı 1998. Oh, maaşallah neredeyse 10 sene rötar. Neyse zararın neresinde dönersek kardır, di mi? Film çok keyifli bir romantik komedi ama bir taraftan da eğer aynı frekansa girebilirseniz, çok da düşündürücü.

Filmin başlarında tüm aile bir akşam yemeği için masaya oturuyor. Danny'de (Jude Law) misafirleri. Aileden biri soruyor; Aşk sence nedir?

"Hani" diyor, "yan odadan sevdiğiniz bir melodiyi duyup eşlik etmeye başlarsınız, sonra kapı kapanır, tren geçer, sesler birbirine karışır ve siz melodiyi duyamaz olursunuz ama kendi kendinize devam edersiniz. Sonra müzik yine duyulmaya başladığında bir bakarsınız ki tam olarak aynı yerde, aynı sözleri söylemeye devam ediyorsunuz. İşte aşk böyle birşedir."

Bu sahneyi 3 kere başa sarıp izledim. Film bittikten sonra da düşünmeye başladım, Aşk Nedir? diye.

Aklıma ilkokul yıllarım geldi. O zaman aşk, bir suydu içip içip kudurduğumuz. Sonra da, yüzlercesinin arasından, Tarkan'ın şarkı sözleri geldi aklıma "yıllar yılı gülmedi yüzüm, buralara doğmadı güneş, ben hep güzüm, baş edemedim, ben aşksız edemedim, medet umdum, hep fani para puldan, anladım yalan dünya malı, yalnız edemedim, ben aşksız edemedim..."

Uyku tutmadı, gecenin bi körü internete girdim. Türk Dil Kurumu'na göre "Aşk", arapça kökenliymiş ve "Aşırı sevgi ve bağlılık duygusu, sevi" demekmiş. "Kavuşamazsanız, aşk olur." demiş Aşık Veysel. "Mutlu aşk yoktur" demiş Aragon ve "Mutlu aşk yoksa, aşkın bunda suçu ne?" diye sormuş Ahmet Altan. Pınar Kür'e göre ise, "Ask, bir aynaya bakmaktır, kendini ne kadar güzel görürsen o kadar aşık olursun...". Newton ise, "Aşk köprü kurmaktır. İnsanlar köprü kuracaklarına, duvar ördükleri için yalnız kalırlar." demiş.

Ekşi Sözlük'te, tam 219 sayfalık giriş yapılmış, Aşk için. İşte 5466 giriş arasından gözüme takılanlar;
- "Sabah uyanmanızın bi anlamı olması...", (creep)
- "Aşk almadan vermektir.", (cyrus)
-"Aşıklardan biri banyo yaparken, diğerinin yarım metre uzağında tuvaletini yapmaktan çekinmemesidir", (sis)
- "Aşk odur ki, karşınıza yirmi tane huri getirseler gözünüze duvar kerpici gibi cansız görünür.", (1)
- "Onun buralarda, bu şehirde biyerde olduğunu, aynı yollarda yürüdüğünü bilmek ve bunun mutluluk vermesidir. Karşındakini sadece varolduğu için sevebilmektir.", (645)
- "Okyanusun en derin yerinde nefes almaktır.", (Dizzyangel)
- "Çingene çiçekçinin söylediği ilk rakamı ödemektir.", (Dr. Henry Jekyll)
- "Çivinin çiviyi sökmemesi halidir.", (Bilimum)

Sahi nedir aşk?

2 Ağustos 2007 Perşembe

Evet, Sizi Beğenmiyorum...


Dünyayı kasıp kavuran diziler ve bizimkiler arasındaki farklar bile, en azından bu konuda muhassır medeniyetler seviyesine ulaşmak için daha kaç fırın ekmek yememiz gerektiğinin bir göstergesi bence.

O beyinler bir adaya düşen uçaktaki insanlarla ilgili 6 senelik bir kurgu yapıp, komplo teorileriyle tüm dünyada izlenme ve fikir üretme açısından rekor kırarken bizimkiler, hala gözlerini pörtletmeyi oyunculuk, aşiret kültürü üzerine varyasyonlar geliştirmeyi ise yaratıcılık sayıyor.

Bizim dizilerimizde bütçeler minimum, oyunculuk deseniz yapmacık, senaryolar ise tutarsız, birbirinin tekrarı ve inandırıcılıktan çok uzak.

Geçen gün Gülse Birsel’in ropörtajında okudum: “Psikologlar Avrupa Yakası’nı, gülerek deşarj olsun diye hastalarına tavsiye ediyormuş.” Gerçekten inanmak istemiyorum. Bir ikisi haricinde kalan tüm dejenere karakterler, zaten bozuk olan toplum yapısını ve algı düzeyini daha da aşağıya çekiyor bence. Ya insanlar Gaffur gibi giyinip, futbol takımı kurdu. Bir ara da herkes Selin gibi konuşmaya başlamıştı.

Hal böyle olunca benim gibi düşünenler ister istemez farklı alternatifler aramaya başlıyor. Bu noktada da ya CNBC-E ve Dizimax, giriyor devreye ya da ses getiren dizilerin geçmiş sezon dvd’leri..

Benim tercihlerimin başında, sanırım artık bilmeyenin kalmadığı, Lost geliyor. 3. sezonunu tamamladık. Kafamda bi sürü soru ile, bu eziyetin!! daha 3 sezon devam edeceğini açıklayan yapımcılara söylenmekle meşgulüm. Hele sezon finalindeki geleceğe gidiş, tüm teorileri altüst ederek, gidişatı bambaşka bir rotaya çevirdi. Yeni sezon, 2008 Şubat’ta.

Nip / Tuck, benim 2. sıradaki dizim. Siyah beyaz gibi karakterlere sahip 2 plastik cerrahın, oldukça gerçek ve detaylı ameliyat sahneleriyle destekli, hayatın birebir içinden hikayeleri. Ekim 2007 sonunda 5.sezonu başlıyor. Artık Hollywood’dalar.

“Save the cheer leader, save the world” sloganıyla ilk sezonunu tamamlayan Heroes, birbirinden farklı, doğaüstü güçlere sahip kahramanların hikayelerini anlatıyor. 1. sezonda onlar dünyayı kurtarmaya çalışırken biz onları ve hikayelerini tanıdık. 2. sezonun ilk bölümü 1600’lerde başlıyor.

Alias ise, CIA’de çalıştığını zannederek, ona karşı bir grubun içinde yer almak zorunda kalan, bunu öğrendiğinde de CIA’e başvurarak çift taraflı ajan olan Sydney Bristow'un 5 sezon süren hikayesini anlatıyordu. Ama ne hikaye, Amerika’dan Uzakdoğu’ya, Afrika’dan kutuplara.

Bunların arasında hiç sıkılıp da yarım bıraktığın yok mu derseniz, 24 ve Battlestar Galactica var. 24’e 3 sezon dayanabildim (şu anda 6 sezon oynadı, en az 2 sezon daha devam etmesi planlanıyor), diğerini ise 1. sezonun ortasında bıraktım.
Blog Widget by LinkWithin

Etiketlerim..

...

"Hayat, özellikle, yazılanları okumak, çekilenleri seyretmek ve tabii ki pişirilenleri yemek için çok kısa, biraz koşmak lazım... "
myspace graphics

Free Counters

Hayatın İçinden...

 

Divitim... | Creative Commons Attribution- Noncommercial License | Dandy Dandilion Designed by Simply Fabulous Blogger Templates