Açılış sahnesi... Bir
üniversitenin konferans salonu... Üç konuşmacı ve bir moderatör.
Konuşmacılardan ikisi çok heyecanlı ve hevesli, diğeri - Will - ise sıkılmış ve bıkkın! Arka arkaya
gelen sorulara bir şekilde cevaplar verilirken, bir kız öğrenci ayağa kalkıyor ve "Why is America the greatest country?",
“Amerika’yı dünyanın en harika ülkesi yapan şey nedir?” diye soruyor. Bu
soruya diğer konuşmacılardan gelen cevaplar, kalıplaşmış ve aynı.. Özgürlük,
fırsatlar, refah… Öğrencilerden alkışlar vs.. Klasik amerikan yaklaşımı.. Sonra
sıranın Will’e geçmesiyle, Will’in esprili fakat kaçak cevapları geliyor. Ama
moderatör, Will’i bu cevapla bırakmayacağını söylüyor. Will sinirleniyor ve bu
arada konukların arasından birinin bir kağıda yazdığı notu görüyor. “It is not,
but it can be” (Değil, ama olabilir). İşte bu tanıdık gelen yardımdan sonra
Will müthiş bilgisiyle, bence diziler tarihinin en özel ve anlamlı
konuşmalarından birini yapmaya başlıyor:
“...
Amerika dünyanın en iyi
ülkesi falan değil, Profesör.
Al sana cevap.
- Yani diyorsun ki--
- Evet.
- Biraz da...
- Günah benden gitti. Sharon,
NEA'dan bir halt olmaz. Evet, her ay maaşımızdan kesilen
bir peni NEA'ya gidiyor, ama
böylece Lewis kafasına estiği vakit bu durumu senin başına kakabilir.
NEA milyon dolarlara değil,
oylara mâl oluyor.
Yayın sürelerine ve köşe yazısı
uzunluklarına mâl oluyor.
Halk niye liberalleri sevmiyor,
söyleyeyim mi?
Çünkü işleri güçleri kaybetmek.
Ulan liberaller o kadar zekiyse,
ne bok yemeye her seferinde kaybediyorlar?
- Ne diyo...
- Hiç istifini bozmadan öğrencilere
Amerika'nın yıldız-süslü
bayrağıyla anlı şanlı bir ülke,
dünyada özgürlüğe sahip tek halkın da bizler olduğunu falan mı söyleyecektin?
Kanada da özgür. Japonya da
özgür. Birleşik Krallık, Fransa, İtalya, Almanya, İspanya, Avustralya. Belçika
da özgür!
Dünya üzerinde 207 egemen devlet
var, bunların 180 kadarı ise özgür.
- Tamam o halde--
- Ha, bir de, baksana, kızlarevi
üyesi. Olur da bir gün kazara kendini oy kabininin içinde bulursan diye
söylüyorum, aklında tutman gereken bazı şeyler var ve bu şeylerden biri de
dünyanın en iyi ülkesi olduğumuz açıklamasını destekleyecek hiç ama hiçbir
kanıtın bulunmadığıdır.
Okuryazarlık oranında 7. sıradayız,
matematikte 27.'yiz, bilimde 22., ortalama yaşam süresinde 49.,
bebek ölüm oranında 178.,
ortalama hane gelirinde 3., işgücü oranında 4. Ve ihracatta da 4. sıradayız.
Yalnızca üç kategoride dünya
çapında lideriz: Kişi başına düşen hapse atılmış vatandaş sayısında, meleklerin
varlığına inanan yetişkinlerin sayısında ve listede sıradaki 26 ülkenin
toplamından daha fazla harcama yaptığımız savunma konusunda, kaldı ki bunların
25'i bizim müttefikimiz.Tamam, bunların hiçbiri 20 yaşında bir üniversite öğrencisinin
suçu değil tabii, ama yine de şurası kesin ki, Gelmiş geçmiş (nokta) en
(nokta)kötü (nokta) neslin bir üyesisin. Kısacası, bizi dünyanın en iyi ülkesi
yapan nedir diye sordun ya,neyi kastettin, bi' bok anlamadım.
-Yosemite'yi mi?
Şüphesiz eskiden en iyiydik.
Doğru olanı savunurduk. Ahlaki gerekçeler uğruna mücadele ederdik.
Ahlaki gerekçeler uğruna yasalar
çıkartır ya da iptal ederdik. Fakir halklara değil, yoksulluğa karşı savaş
açardık. Fedakârlıklar yaptık. Komşularımıza önem verdik. Atıp tutmaz, icraata
bakardık ve asla dövünüp durmazdık. Büyük kocaman yapılar inşa etmiş,imanla
çatışan teknolojik ilerlemeler kaydetmiştik, evreni keşfetmiş, hastalıkları
tedavi etmiş ve dünyanın en büyük sanatçılarını
yetiştirmiş ve dünyanın en büyük
ekonomisine sahip olmuştuk. Gözümüz yükseklerdeydi o zamanlar, adam gibi
hareket etmiştik. Bilginin peşinde koşmuştuk. Aşağılamaya kalkmamıştık. Peşinde
koştuk diye kendimizi değersiz hissetmemiştik. Son seçimde kime oy verdiğimiz
kişiye göre kendimizi tanımlamaz ve öyle kolay kolay korkmazdık. Elimizde bilgi
olduğu için, bu anlattığım kişiler olmaya ve bu anlattığım şeyleri yapmaya
muktedirdik o zamanlar. Büyük adamların, saygıdeğer adamların eseri.
Bir sorunu çözmek için atacağınız
ilk adım ortada bir sorun olduğunu kabul etmek olmalıdır. Amerika artık
dünyanın en büyük ülkesi değil. Yeterli mi?
...”
İşte bu Shylock’un Venedik Taciri’ndeki
performansıyla yarışabilecek tirad, son dönemde ortalığı kasıp kavuran HBO’nun
yeni yapımlarından The Newsroom’dan.
Çok tempolu, bol tartışmalı, uzun
diyaloglu, lafını sakınmayan, karakter odaklı klasik bir Aaron Sorkin
hikayesiyle karşı karşıyayız. Senaryonun, dizi sevenlerin The West Wing’den,
film severlerin ise The Social Network ve Moneyball’dan hatırlayacakları,
Sorkin'e ait olduğu ilk andan itibaren rahatlıkla anlaşılabiliyor. Haberciliğin
Jay Leno'su olarak adlandırılan, kimseye bulaşmadan popülerliğini koruyan
haberci Will McAvoy'un üzerinden ilerleyen politik bir drama the Newsroom. Dizi,
bu bana dokunmayan yılan bin yaşasın felsefesiyle hareket eden sunucunun "Why
is America the greatest country?" sorusuna zorlamalar sonunda verdiği yukarıdaki
zehir zemberek cevapla, rengini daha açılışta belli ediyor. Etkileyici açılış
sahnesi aynı zamanda dizinin aldığı eleştirilerin ve tepkilerin de kaynağı.
The Newsroom’da, Soğuk Savaş
(bunu takiben de 11 Eylül) sonrası tartışma düzeyi yerlerde sürünen Amerikan
kamuoyuna kendisine gelmesini, ciddi konuları konuşmasını, ilim ve irfan
düzeyini yükseltmesini salık veren bir didaktiklik, arkadaşlar ve meslektaşlara
karşı olması gereken bir bağlılık, savunma ve sadakat duygusu ve hakiki ve saf
aşkın alevinin – ki bu romantik aşk da olabilir, ideallere olan aşk da – hayata
geçmesi çok uzun sürse de hiçbir zaman sönmeyeceği temaları bir loop içinde
tekrar ediyor. Elbette bunun en önemli sebebi, senaristin Aaron Sorkin olması.
The Newsroom”un ana karakteri, Jeff Daniels tarafından canlandırılan
Will McAvoy. İlk sezon boyunca sıklıkla Don Kişot’a benzetilen Will,
milliyetçiliğin üst sınırlarda yaşandığı bir ülke olan Amerika’nın aslında “en
iyi ülke” olmadığı fikrini ağzından kaçırıyor ve habercilik kariyeri tepetaklak
oluyor. Bütün ekibi programı terk ediyor. Sam
Waterston tarafından oynanan haber müdürü Charlie ise Emily Mortimer tarafından hiç zorlanmaksızın oynanan, bir savaş
muhabiri ve aynı zamanda da Will’in eski sevgili olan, başka türlü bir
habercilik yapmak isteyen, Mackenzie MacHale’i “News Night”ın başına getiriyor.
Oyuncu kadrosu, başarılı ama cesaretsiz karakterini sempatikliğiyle maskeleyen
başarılı oyuncu John Gallagher Jr., kariyer
peşinde koşarken aşkta yüzü gülmeyen Maggie karakteriyle Alison Pill, Will’in kaprisleri yüzünden çileden çıkıp, gündüz
haberlerine geçme kararı alıp MacHale’in gelişiyle yeni bir sayfa açan Don
Keefer karakteriyle Thomas Sadoski, güzelliğinin
ve yeteneğinin zirvesindeki Olivia Munn
ve “Slumdog Millionaire” ile tanıdığımız Dev
Patel ile tamamlanıyor.
Özellikle medya çevresinden diziye
yapılan en büyük eleştri, gerçek hayattaki olayları kullanması. Öyle ki, dizinin ilk bölümünün büyük bir
kısmı 20 Nisan 2010’da, yani Meksika Körfezi’ndeki Deepwater Horizon patlamasının olduğu gün geçiyor. Daha sonra dizi, Kongre Üyesi Gabrielle
Gifford’ın başından vurulması, Tea Party’nin ara seçimlerde kazandığı başarı
veya Osama Bin Ladin’in öldürülmesi gibi ABD’de siyasetinde son iki yılın diğer
kilometre taşlarını da hikayesinin içine katıyor. Burada iki leştri çok ön plana çıkıyor.
Birincisi, iki sene önce olmuş olaylara, şimdi tüm bildiklerimizle bakarak,
dizi karakterlerine gerçekte var olmayacak bir avantaj verdiği. Bunu da, medyayı
yargılamak için kullanması. Bundan da
öte, olmuş bitmiş olayları kullanarak dramın en önemli unsurlarından biri olan
sürpriz faktörünü yok etmiş olması.
Aldığı olumsuz eleştirilere
rağmen IMDB’de 8,7’lik bir beğeni oranı yakalayan The Newsroom, HBO’dan ikinci
sezon onayını aldı bile. İlk sezonunu 10 bölümde kapatan dizi, Pazar günleri de
CNBC-E’de yayınlanıyor.
0 yorum:
Yorum Gönder