30 Kasım 2010 Salı

Mutluluğun Ders Notları...


"“Yapılacak işler” listesiyle büyüdük, formüllerle yaşamaya çalıştık, sorguladık, sorduk, irdeledik, özlü sözler okuduk, haplar yuttuk hayata dair. Başa çıkamadığımız anlarda iki dakika delirip, ciddi anlamda mutlu olmayı başardık. Kimse inanmadı mutlu olduğumuza, tedavi edildik.


“Evet ben mutluyum” dediğimizde, mutluyuzdur.

Belki çok istediğimiz bir şey olmuştur, belki bir hastalıktan kurtulmuşuzdur. Belki de çok özlediğimiz birine kavuşmuşuzdur ya da sadece hava güzeldir, aynadaki aksimiz gözümüze bir hoş gelmiştir falan falan..

Mutluluğu sürekli yaşayan ama gerçekten, yaşamının her anında göğsünü gere gere “ben mutluyum kardeşim!” deme zevkini tadan kaç insan evladı var acaba? Hani “aptallık en büyük mutluluktur” savıyla biçimlenen mutluluk değil demek istediğim. Harbi mutluluk!

Yok değil mi? En azından benim çevremde artık öyle insanlar yok. Tamam kabul ediyorum, yaşam şartları, ülkenin hatta dünyanın durumu, bir merhabayı bile birbirinden esirgeyen insanların varlıklarını sürdürmeye çalıştıkları kentler ve daha bir ton nedeni var bunun.

Ama bazen düşünüyorum ve diyorum ki kendime, acaba bizler cevabını asla bulamayacağımız sorular üretmeye başladığımızda mı kaybettik mutluluğu?
“Mutluluk nedir?” ile başladık, o kadar çok tanım ve reçete ürettik ki sonunda “yok be abi, bu durumda ben kesin mutsuz bi şey oluyorum” deyip rahatladık.

Daha çok mutlu olmak için, daha sağlıklı olmaya karar verdik. Haksız da sayılmazdık çünkü sağlık her şeyin başıydı. Ama sonra, yemeden içmeden kesildik. Mümkünse sadece otlarla beslenen, bilmem kaç tür mineral katkılı sudan başka bir şey içmeyen garip bir canlı türüne evrildik. Şöyle batan güneşe karşı iki kadeh devirdiğimizde suçluluk duyar olduk. Hele yanında bir de mezenin dozunu kaçırmışsak, bunalımlara girdik. Ama asıl hüsranı bu malzemeye bir de sigara yakışır dediğimizde yaşadık. İki duman arası kahrolduk, ölüp ölüp dirildik.

Geleceğimizi düşünüp imkanları el verişli, parası bol bir işimiz olsun istedik. Çocuklarımızı bu tür mesleklere yönlendirdik. Sonra saatleri saya saya tükettiğimiz ömrümüzün son baharında resim kurslarına yazıldık, korolara katıldık. Bazen yeteneğimizin olmadığı yerde imdadımıza hırsımız yetişti. Olmazı olur yapmaya çalıştık, olmadı. Ve her olmayışın nedenini, kendimizden başka her yerde ve herkeste aradık. Dev aynaları serdik egolarımızın önüne, kesmedi, sihirli aynalar yarattık. Her şeyi bildik ama bir kendimizi bilemedik.

Aşık olduk, aşkı yaşayamadık. Kadın erkek bir imzanın derdine düştük. Hayırlı kısmetler dilenmişti bizim için, bulmaya odaklandık. Kaç sevda yanaştı kıyılarımıza kim bilir, ama “ya sonra?” kazınmış ya ruhumuza, haliyle korktuk, kaçtık. Günler, aylar ve yıllar sonrasını düşündük de, “peki ya şimdi?” demeyi akıl edemedik.

“Yapılacak işler” listesiyle büyüdük, formüllerle yaşamaya çalıştık, sorguladık, sorduk, irdeledik, özlü sözler okuduk, haplar yuttuk hayata dair. Başa çıkamadığımız anlarda iki dakika delirip, ciddi anlamda mutlu olmayı başardık. Kimse inanmadı mutlu olduğumuza, tedavi edildik.

“İyilik, sağlık” diye diye, ölüp gittik. Geriye sorularımız kaldı. Şu dünya üzerinde, bir gün gelip de öleceğini bilerek yaşayan tek canlı türü, bizlerdik. Belki de bu yüzden çok mutsuz varlıklardık. Sonsuzlukta var olabilmek için “mutlu olmanın bilmem kaç şartını, yollarını, sırlarını” ürettik, tükettik.

Bedenlerimiz doğaya karıştı gitti. Bizi biz yapan ruhumuzdur dedik ama o ruhun yaşamasına izin vermedik. Neyi zorladığımızı ben anlayamadım. Altı üstü üç günlük şu yol filminde biz nerede kendimizi yitirdik? Çok mu değerliyiz? Çok mu zavallıyız?

“Tanrıyı güldürmek istiyorsanız, plan yapın” demiş Albert Einstein.

Merhumun cümle aleme dilini çıkardığı o malum fotoğrafını, bu ‘özlü söz’ünün uygun bir yanına iliştirelim ve “ya sonra?” demelere devam edelim."

* Dipnot.tv'den alıntıdır...

8 Kasım 2010 Pazartesi

Kimsenin Yazamayacağı "New York'ta Beş Minare"...



Bu filmle ilgili vizyona girdiği gününden beri bir sürü yazı ve yorum okumuş olabilirsiniz. Ancak en azından benim denk geldiklerim, aşağıda yazacağım bakış açısına sahip değildi.

Sürünün arkasına katılıp, genel görünüşle alakalı şunları söyleyebilirim:

- Türk film tarihi açısından önemli bir basamak olduğunu düşünüyorum.
- Güzel görsel öğeler var.
- 3. sınıf Hollywood aktörleri bizimkilerin tozunu attırıyor.
- Metinler çok yapmacık duruyor.
- Kurguda zorlama noktalar var. Birçok konu eksik kalmış.
- Tahmin edilebilen ancak işyeyiş açısından beklenmeyen bir finali var. Çok vurucu.
- Filmatografik olarak "Güneşi Gördüm" ün üzerine çıkamamış.

Fakat bence filmin çok önemli alt metni "Okyanus Ötesi'ni" aklama çabasıdır. Düşünün bir karakter yaratılıyor, o kadar ama o kadar "Hoca Efendi'ye" benziyor, radikal dinci bir grubun lideri olmaktan aranıyor, Amerika'da yaşıyor fakaat bir bakıyorsunuz ki, kendisi sizin sandığınızın aksine o kadar ama o kadar iyi bir insan ki, karıncayı bile incitemez, bir hristiyanla evlenecek, kızını da bir hristiyana verecek kadar dinlere saygılı, çevresi tarafından sadece yaptığı iyiliklerle bilinen biriymiş.

Aynı Di Caprio'nun "Inseption" filmindeki gibi, fragmanlarından anladığınız kadarıyla salona "Hoca Efendi'nin", yakalanıp ülkesine getirildiği bir film izlemek için girip, bilinç altınıza o teröristin bambaşka bir kişi olduğu, Hoca Efendi'nin de kanatsız bir melek olduğu fikri ekilmiş olarak çıkıyorsunuz.

Gerçek dünya için kendi toteminize* tutunma zamanı...

*Totem: Inception filminde rüyalar aleminde dolaşan kişilerin uyandıklarında gerçek dünya ile rüyayı ayırabilmelerini sağlayan objeleri.
Blog Widget by LinkWithin

Etiketlerim..

...

"Hayat, özellikle, yazılanları okumak, çekilenleri seyretmek ve tabii ki pişirilenleri yemek için çok kısa, biraz koşmak lazım... "
myspace graphics

Free Counters

Hayatın İçinden...

 

Divitim... | Creative Commons Attribution- Noncommercial License | Dandy Dandilion Designed by Simply Fabulous Blogger Templates