30 Temmuz 2012 Pazartesi

Cibalikapı Balıkçısı ve Rembetiko...

Oben’in bu akşam www.radionovo.com ‘da 20-23 arası rembetiko çalacağını duyunca, aklıma Balat’ın yıllar içinde klasiği haline gelmiş Cibalikapı Balıkçısı geldi.

Dışarıdan bakıldığında, Kadir Has Üniversitesi’nin duvarı ile diğer binaların arasına sıkışmış, küçücük, 3 katlı bu ahşap bina, içeride size sunacağı zevk konusunda pekte ipucu vermez. İçerisi, ahşap binayla uyumlu ahşam zemin, masa ve sandalyelerle o eski Türk filmlerinde görmeye alıştığımız klasik meyhaneler gibidir. İnce bir salaşlık tülüyle örtülmüş hissi verse de, saatler ilerledikçe müşterilerin camlardan taşan kahkahaları mekanın esasında ne kadar sevildiğinin ve tercih edildiğinin göstergesi. Camlar açıldığında direkt Haliç’in içindesiniz. Hele ki üçüncü kattaki manzara muhteşem, Hasköy’den, tarihi Galata kulesi’ne, Topkapı Sarayı’na uzanan nefis bir panaroma…

İşin lezzet bölümüne gelirsek, iddia ediyorum ki, Cibalikapı Balıkçısı, İstanbul’un en özel ve en güzel balık mezelerine sahip.

Masaya oturduğunuzda önünüze gelen örnek tepsideki meze ve otların hiçbir tanesi sıradan değil. Normalde ancak Ege’deki balıkçılarda görebileceğiniz, mevsimine göre değişen, Kaya Koruğu, Şevketi Bostan, Radika veya Deniz Börülcesi gibi otlar, Saraylı, Cibalikapı Usulü Girit Ezme, Kurutulmuş Domates Sarması, Kopsiya, Mezgit Sarma, Zeytin Dolması gibi mezeler... Ara sıcak olarak gelen bir permesanlı midye var ki, hani anlatmak için kelimelerim kifayetsiz... Balık üstüne bir kez Bodrum’da yiyip sonrasında burada geliştirdikleri, başka hiçbir yerde yiyemeyeceğiniz enginar tatlısı ve helvayı meyveyle karıştırıp fırınladıkları Cibalikapı tatlısı... Yemek üstüne ise kahvenizle beraber ev yapımı Satsuma, Vişne veya Nar likörü.

Cibalikapı Balıkçısı’nın yıllardır değişmeyen bir geleneği ise, fonda devamlı rembetiko çalmaları ve denk gelirseniz size çıkışta bir cd hediye etmeleri.

Sanırım geçen senenin sonunda, mekanın ortaklarından Behzat Şahin, “Tariflerimizi deneyip kullanmanızda bizce bir sakınca yok!” diyerek, mekanın neredeyse tüm tariflerini içeren “Cibalikapı Balıkçısı’ndan” isimli bir kitap çıkarttı. Başlangıçtan sona kadar menünün tüm alternatiflerinin detaylıca verildiği kitapta, peynirden zeytinyağına, manavdan balıkçıya tedarikçileriyle de röportajlar mevcut. Resimlerini Moda’daki şubenin arkasında kendi kurduğu düzenekle çeken Behzat Şahin, bu yüzden onları ‘organik’ olarak tanımlamış. Kitabın bonusu ise, elbetteki beraberinde hediye ettikleri rembetiko CD’si. Bence bu kitap, hayatımda gördüğüm en komplekssiz paylaşım.

26 Temmuz 2012 Perşembe

Londra 2012 Öncesi, Olimpiyat Oyunları 101...

Olimpiyat Oyunları, kısaca Olimpiyatlar, 4 yılda bir yapılan, oldukça kapsamlı spor organizasyonudur.  Yaz, Kış, Paralimpic ve Gençlik gibi çeşitleri vardır.

Antik şekli Eski Yunan'da yapılan oyunlar, Fransız soylusu Pierre de Frédy, Baron de Coubertin tarafından 19. yüzyıl'ın sonlarında modernize edilmiştir.
4 ana çeşitten en çok bilineni olan Yaz Olimpiyatları, 1896'dan beri Dünya Savaşları istisnaları hariç her dört yılda bir yapılmıştır. İlk 13 olimpiyat sadece bir koşu yarışından ibaretmiş. Daha sonra pentatlon, güreş, boks ve bayrak yarışları oyunlara katılmıştır. Günümüz Yaz Olimpiyatları programında, 26 spor dalında 20 farklı disiplin ve 300'e yakın yarış bulunmaktadır.

5 kıtayı temsilen ilk kez 1920 Olimpiyatlarında kullanılan Olimpiyat Bayrağı’nda mavi daire Avrupa'yı, sarı Asya'yı, siyah Afrika'yı, kırmızı Amerika'yı, yeşil de Avustralya'yı temsil eder. Bu beş kıtanın üzerinde bir tek güneş parlar. Güneş ışınlarından yararlanılarak bir büyüteçle yakılan olimpiyat meşalesi de oyunlar devam ettiği sürece söndürülmez.
Olimpiyatların sloganı üç kelimelik latince ifadedir: Citius, Altius, Fortius. "Daha hızlı, Daha yüksek, Daha güçlü." anlamına gelen ifade sporcunun birinci olmayı değil, elinden gelenin en iyisini yapmasını öğütler. Sloganın bir diğer anlamı da şudur: "En önemlisi kazanmak değil, katılmaktır". Slogan Pierre de Coubertin'in önerisiyle 1894'te Uluslararası Olimpiyat Komitesi'nin kuruluşuyla beraber kabul edilmiş.

Londra’nın 3. kez ev sahipliği yaptığı ve bu yıl 30.su düzenlenen olimpiyatların organizatörleri, ‘‘Wenlock” ve ‘‘Mandeville” adlı iki çizgi film animasyon karakterini 2012 Londra Olimpiyat Oyunları için maskot olarak belirledi.

Karakterlerin isimleri için, 19. yüzyılda spor oyunlarına evsahipliği yapan Shropshire şehrinin ”Much Wenlock” köyü ile paralimpik oyunların doğduğu bölge olan Buckinghamshire’daki ”Stoke Mandeville” hastanesinin adından esinlenilmiş.

Kalınlık: 7 mm
Çap: 85 mm
Ağırlık: 400 gr
Tasarım: David Watkins
Bu zamana kadarki en büyük yaz oyunları madalyası. Sanatçı David Watkins, ön ve arka yüzdeki başlıca sembollerin, oyunların ruhunu ve geleneğini vurgulamak için Nike'ın, Londra kentini vurgulamak için de Thames nehrinin etrafında yer aldığını söylüyor. Madalyanın arka yüzündeki 2012 çalışması çağdaş kenti, mücevhere benzer, jeolojik bir maden filizi gibi temsil ediyor. Mikado oyunundaki çubuklara benzetilen arka plan, sporcuların enerjisi ve ekip ruhunu gösteriyor. Thames nehri, ortadan bir kurdela gibi geçiyor. Spor ve disiplin her bir madalyanın kenarında yazıyor. Tüm madalyalar, Güney Galler'deki Llantrisant'ta bulunan Kraliyet Darphanesi'nde üretildi.

2012 Londra Olimpiyatları'nın meşalesi alüminyum alaşımdan yapıldı. Üzerinde lazerle açılmış 8000 minik delik bulunuyor. Bunlar, meşaleyi taşıyacak kişileri temsil ediyor. Meşalenin yolculuğu 19 Mayıs'ta başladı ve 70 gün sürdü.
Açılış töreni, kadınlar futbolundaki grup karşılaşmalarından sonra, 27 Temmuz Cuma günü Türkiye saatiyle 21:30'da Olimpiyat Stadyumu'nda yapılacak oyunlar, 12 Ağustos’ta sona erecek. Yaz Oyunları'nın açılış töreninde olimpiyatlara katılan bütün sporcular olimpiyat yemini edecek ve  ''Olimpiyat Oyunları'nda ülkemin şerefi ve sporun zaferi için kurallara uyarak dürüst yarışacağımıza ve gerçek sportmenlik ruhu içinde mücadele edeceğimize and içeriz'' diyecekler.
Sanat direktörlüğünü 8 dalda Oscar kazanan ''Slumdog Milyoner'' filminin yönetmeni Danny Boyle'un yaptığı açılış töreninde, Olimpiyat Stadı'nın içine koyun, at, inek, keçi, ördek, kaz, tavuk gibi çiftlik hayvanlarının yer alacağı örnek bir İngiliz köyü kurulacak.
Dünya genelinde yaklaşık 1 milyar kişinin izlemesinin beklendiği açılış töreninde 10 bin gönüllü görev yapacak.
27 milyon sterlin harcanarak hazırlanan açılış töreninde, efsanevi müzik grubu Beatles'in üyesi Paul McCartney'nin de aralarında bulunduğu ünlü sanatçılar sahne alacak.
Diskalifiye olaylarından, altın madalya hikayelerine, olimpiyat oyunları için yapılan harcamalar ve hazırlıklara kadar tarihte olimpiyat oyunlarında yaşanan bazı ilginç olaylar ise şöyle:
-1928 yılındaki Amsterdam Olimpiyat Oyunlarında, Avustralyalı kürekçi Henry Pearce, çeyrek finalde yarışırken kayığını durdurarak, nehirden geçmekte olan ördek sürüsüne yol verdi. Pearce duraksamasına karşın, altın madalyayı ülkesine götürmeyi başarmış.
-1904 yılında Amerikalı maraton koşucusu Fred Lorz, St Louis'de yapılan oyunlarda yarışın büyük bir bölümünü arabaya binerek tamamladığı ortaya çıkınca diskalifiye olmuş.
-Londra Olimpiyat parkındaki 269 milyon sterline yapılan ve yüzme ile dalış yarışlarının yapılacağı ''Aquatics Centre'', vatoz balığı şeklinde tasarlanmış. 17 bin 500 kişi kapasiteli merkez, kuşbakışı bakıldığında, yüzen vatoz balığı görünümünde.
-Tarzan filmleriyle bilinen ve 12 Tarzan filminde oynayan ABD'li aktör Johnny Weismuller, 1924 ve 1928 olimpiyat oyunlarında yüzmede beş altın madalya kazanmış.
-Uçan hedef atıcılığında, 1900 yılındaki olimpiyat oyunlarında ''kilden güvercin'' yerine gerçek güvercinler kullanılmış ve müsabakalarda 300 güvercin öldürülmüş.
-1948 yılındaki Londra Olimpiyat oyunlarında kötü hava koşulları nedeniyle, oyunlar akşam karanlığına sarkınca, araba farlarıyla mücadelelerin yapıldığı alanlar aydınlatılmış.
-Olimpiyat oyunlarındaki madalya töreninde, her ülkenin milli marşı kural gereği üç dakikadan fazla çalınamıyor. Uruguay'ın altı buçuk dakika uzunluğundaki milli marşı ise bu kurala uymuyor.
-Londra 2012 Olimpiyat Oyunlarında, doğal hayatı korumak için olimpiyat parkına 500 kuş ile 150 yarasa yuvası yerleştirilmiş.
-Antik Yunan döneminde Olympia'da atletler, çıplak olarak müsabakalara katılırmış.
-Londra 2012 Olimpiyat Oyunları için, Londra Filarmoni Orkestrası 205 ülkenin milli marşını kaydetmek için stüdyoda 50 saat geçirmiş.
-Siyahi atletler olimpiyatlarda 1960 yılına kadar maraton koşusunu kazanamamış. Maraton kazanan ilk siyahi atlet 1960 yılında Etiyopyalı Abebe Bikila olmuş.
-Olimpiyat Oyunlarının açılışında meşaleyi yakan ilk kadın atlet ise, 1968'deki Meksika Oyunlarında Norma Basilio olmuş.
-1904 Paris Olimpiyat Oyunlarında, kazanan atletlere madalya yerine tablo hediye edilmiş. Fransızlar tabloların, madalyadan daha değerli olduğunu savunmuş.
-Televizyondan yayımlanan ilk olimpiyat oyunları, 1936'daki Berlin oyunları olmuş.
-Londra'nın ev sahipliği yaptığı ilk olimpiyat oyunları olan 1908 yılındaki oyunlar, Nisan-Ekim ayları boyunca altı aydan fazla sürmüş. Oyunlar aslında, İtalya'nın başkenti Roma'da yapılacakmış. Ancak oyunlardan iki yıl önce İtalya'daki yanardağ patlamasının, Napoli kentine hasar vermesi sonucu İtalyan hükümeti olimpiyat oyunlarını iptal etmek zorunda kalmış ve oyunlar Londra'ya alınmış.

Yunan Mitolojisi 101: Oniki Olimposlular

Bildiğiniz gibi mitoloji, bir din veya bir halkın kültüründe tanrılar, kahramanlar, evren ve insanın yaratılışına dair tüm sözlü ve yazılı efsane birikiminin ve bu efsanelerin doğuşlarını, anlamlarını yorumlayıp, inceleyen ve sınıflandıran çalışmalar bütünüdür.
Yunan mitolojisi ise, Yunan tanrıları, tanrıçaları ve kahramanları hakkındaki hikâyelerden oluşan sözlü edebiyatla yaratılmış ve yaygınlaşmış bir mitolojidir.
Genel olarak Yunan mitolojisi, Yakın Doğu ve birçok Avrupa mitolojosini etkilemiştir. Yunan Tanrılarının her biri Romalılar tarafından kabul görmüş ve farklı isimler kullanılmıştır. Roma mitolojisi nerdeyse tamamen Yunan mitolojisini baz almıştır. Yunan mitolojisindeki efsanelerde çoğu eski Yunan tanrıları insan şeklindedir.
Yahudilikteki Oniki İsrail kabilesi, Hristiyanlıktaki İsa'ın 12 Havarisi, Alevilikteki Oniki İmam gibi bir çok mitte karşımıza çıkan 12 sayısı, Yunan Mitolojisi’nde de tanrıların sayısı olarak karşımıza çıkıyor.
Yunan Mitolojisi’nde, seçilmiş 12 tanrı (5 kadın ve 7 erkekten oluşur) Olimpos Dağı'nda oturur. Bu yüzden de adları Oniki Olimposlular ya da sadece Olimposlular’dır (Olimpiyan). Bunlar, Dünya'nın yöneticileri olan tanrılar grubudur. Kendilerinden önceki tanrı grubu olan Titanları, Titanlar Savaşı’nda yenerek yönetimi ele geçirmişlerdir. "Tanrıların Kralı" sıfatıyla Zeus, Olimposluların lideridir. Kraliçe sıfatı ise, Zeus'un eşi Hera'ya aittir. Olimpos adı Yunanistan'ın en yüksek dağı olan Olimpos Dağı'ndan gelir. Tanrıların dağın zirvesinde bulutların arasında sarayları olduğuna inanılır. Hades'in yeraltında, Poseidon'un denizin altında olmak üzere Olimpos dışında da sarayları vardır. Ayrıca Demeter ve Hestia örneklerinde olduğu gibi tanrılar isterlerse Olimpos'tan tamamiyle ayrılabilirler ya da Herkül gibi yeni tanrılar ya da Ganymedes gibi ölümlülerde Olimpos'a kabul edilebilir.

Olimpos tanrıları başlıca iki gruba ayrılır. Birinci kuşak denilen ilk doğanlar, Titan soyundan gelir. İkinci kuşak tabir edilen sonradan doğanlarsa tamamiyle baş tanrı Zeus'un çocuklarıdır. Bu durum yalnız iki istisnası vardır. Kimi kaynaklar, Afrodit'in, Titan Kronos'un babası Uranos'un denize düşen cinsel organından doğduğunu, Titan soyundan geldiğini öne sürer. Diğeri de Hephaistos'tur; bazılarına göre tanrıça Hera, Hephaistos'u tek başına doğurmuştur.
Oniki Olimposlu, kimi kaynaklarda farklı farklı gözükür. Aşağıdaki listede asıl olan 11 tanrı ve 12. tanrı olarak adları geçen tanrılar yer almaktadır;

-          Zeus / Jüpiter                   : Gökyüzü ve Yağmur Tanrısı – Baş Tanrı

-          Poseidon / Neptün        : Deniz Tanrısı – Zeus’un Erkek Kardeşi

-          Hera / Juno                       : Evlilik ve Kadın Tanrısı – Zeus’un Karısı

-          Afrodit / Venüs                : Aşk ve Sevgi Tanrısı - Zeus’un Çocuğu

-          Athena / Minerva          : Bilgelik Tanrısı – Zeus’un Çocuğu

-          Ares / Mars                       : Savaş Tanrısı – Zeus ile Hera’nın Oğlu

-          Apollon / Apollon          : Sanat ve Kehanet Tanrısı - Zeus’un Çocuğu

-          Artemis / Diana              : Avcılık ve Kırsat Hayat Tanrısı - Zeus’un Çocuğu

-          Hephaistos / Vulcan     : Ateş Tanrısı – Hera’nın Oğlu

-          Hermes / Merkür           : Tanrıların Habercisi ve Ticaret Tanrısı - Zeus’un Çocuğu

-          Dionysos / Bakküs         : Üzüm, Şarap, Eğlence Tanrısı

12. Tanrı olarak adları geçenler:

-          Hades / Pluto                   : Yeraltı Tanrısı – Zeus’un Erkek Kardeşi

-          Demeter / Ceres             : Tahıl ve Toprak Tanrısı

-          Hestia / Vesta                  : Aile Tanrısı – Zeus’un Kız Kardeşi

* İtalik yazılanlar Yunan Tanrılarının, Roma Mitolojisi’ndeki adlarıdır.

20 Temmuz 2012 Cuma

İstanbul’un Yamacında Bir Vaha: POLONEZKÖY



İstanbul’da yaşayıp, iş, trafik, kalabalık ve hayattan mola almak isteyenlerin, günlük trafikte harcadıkları zaman göz önüne alındığında, göz açıp kapayıncaya kadar ulaşabildikleri bir iki yakın – şehirdışı alternatiften biridir Polonezköy.

Polonez (Polonais), Fransızca Polonyalı demek. Polonezköy de adı üstünde “Polonyalı köyü” demek. 1842’de Avusturya ve Rusya’nın işgalinde olan Polonya’dan kaçan Polonyalılar,liderleri Adam Czartoryski öncülüğünde kurmuşlar bu köyü. Zaten köyün Lehçe(Polonya’nın resmi dili) ismi de Adampol, yani “Adam’ın Tarlası”.

Şu anda köyde yaşayan yaklaşık 1000 kişinin aşağı yukarı yüzde yirmisi Polonyalı. Polonyalı göçmenler de o günden beri gelenek ve göreneklerini  koruyarak burada yaşamaya devam etmekteler. Zaten Polonezköy'deki mekanların çoğunun adı da bir Polonyalıya ait. Stella, Fredi, Leonarda, Ludwik gibi...

En son, tam da her yıl “Kiraz Festivali” düzenledikleri haftasonunda gittik Polonezköy’e. Dakikalar içinde şehrin trafiğinden sıyrıldığınız, kıvrılarak uzanan, önce lüks sitelerin içinden geçen, sonrasında da çam ağaçlarıyla çevrili, kenarında “Dikkat Karaca Çıkabilir!” levhaları eşliğinde, sizi kısa sürede merkeze ulaştıran yolla.

Polonezköy’e sadece kahvaltı veya mangal için gidebileceğiniz gibi konaklayacağınız alternatifler de mevcut.

Polonezköy’de, dillere pelesenk olmuş, fazlaca telaffuz edildiği için, hizmet kalitesi ortalamalarda ve hatta altında olduğu halde çokça tercih edilen mekanlara hiç itibar etmeden, yıllardır vazgeçilmezimiz olmuş, Polina’mıza gideriz biz.


Kapıda önce Panço ve Papağan’ımız karşılar bizi, hemen arkasından da ne zaman gitsek, yüzlerindeki gülüş, tavırlarındaki saygı hiç eksilmeyen sahipleri. Ağaçlar içinde, çiçekler, rüzgar gülleri, minik havuzlarla dolu şirin bir yer, Polina. İsterseniz girişteki açık ve kapalı bölümde – kışsa şömineli odada, isterseniz de aşağı taraftaki hamaklı bölümde oturabiliyorsunuz. Kahvaltı, mangal, gazeteler, oyunlar, hamakta siesta derken gün geçebiliyor.

Kahvaltı’ya özel köy işi yumurtaları, 40’ın üstündeki ev reçelleri (en son gördüklerimiz ıhlamur, karpuz, havuç ve naneydi), mangala özel servis ettikleri muhteşem ev köfteleri, yanına yuvarlak dilimleyerek kızarttıkları patatatesleri ve sonrasında ikram ettikleri kendilerine özgü pastaları ile eve aç dönmeyeceğiniz garanti.

Zamana yenik düşse de, tarihi binaların orijinalliğini koruduğu köyde, yemek sonrası dolaşmak isterseniz, yaklaşık 5 km’lik yürüyüş parkurunda yediklerinizi yakabilir ya da tarihi 1845’lere dayanan Meryem Ana Kilisesi’ni, 1882’den beri ayakta olan ve Polonezköy’ün tarihini ve yaşamının belge ve fotoğraflarla sunulduğu Zosia Teyze’nin Anı Evi’ni veya köy meydanındaki Arıcılık Müzesi’ni gezebilirsiniz.

17 Temmuz 2012 Salı

Hasan Gürtay'ın Ardından...

Buyrun, oturun dostlar,
hoş gelip sefalar getirdiniz.
Biliyorum, ben uyurken
hücreme pencereden girdiniz.
Ne ince boyunlu ilâç şişesini
ne kırmızı kutuyu devirdiniz.
Yüzünüzde yıldızların aydınlığı
başucumda durup el ele verdiniz.
Buyrun, oturun dostlar
hoş gelip sefalar getirdiniz.Neden öyle yüzüme bir tuhaf bakılıyor?
Osman oğlu Hâşim.
Ne tuhaf şey,
hani siz ölmüştünüz kardeşim.
İstanbul limanında
kömür yüklerken bir İngiliz şilebine,
kömür küfesiyle beraber
ambarın dibine...
Şilebin vinci çıkartmıştı nâşınızı
ve paydostan önce yıkamıştı kıpkırmızı kanınız simsiyah başınızı.
Kim bilir nasıl yanmıştır canınız...
Ayakta durmayın, oturun,
ben sizi ölmüş zannediyordum,
hücreme pencereden girdiniz.
Yüzünüzde yıldızların aydınlığı
hoş gelip sefalar getirdiniz...
Yayalar-köylü Yakup,
iki gözüm, merhaba.
Siz de ölmediniz miydi?
Çocuklara sıtmayı ve açlığı bırakıp
çok sıcak bir yaz günü
yapraksız kabristana gömülmediniz miydi?
Demek ölmemişsiniz?
Ya siz?
Muharrir Ahmet Cemil?
Gözümle gördüm
tabutunuzun toprağa indiğini.
Hem galiba
tabut biraz kısaydı boyunuzdan.
Onu bırakın Ahmet Cemil,
vazgeçmemişsiniz eski huyunuzdan,
o ilâç şişesidir
rakı şişesi değil.
Günde elli kuruşu tutabilmek için,
yapyalnız
dünyayı unutabilmek için
ne kadar çok içerdiniz...
Ben sizi ölmüş zannediyordum.
Başucumda durup el ele verdiniz,
buyrun, oturun dostlar,
hoş gelip sefalar getirdiniz...
Bir eski Acem şairi:
«Ölüm âdildir» - diyor, -
«aynı haşmetle vurur şahı fakiri.»
Hâşim,
neden şaşıyorsunuz?
Hiç duymadınız mıydı kardeşim,
herhangi bir şahın bir gemi ambarında
bir kömür küfesiyle öldüğünü? ...
Bir eski Acem şairi:
«Ölüm âdildir» - diyor.
Yakup,
ne güzel güldünüz, iki gözüm.
Yaşarken bir kerre olsun böyle gülmemişsinizdir...
Fakat bekleyin, bitsin sözüm.
Bir eski Acem şairi:
«Ölüm âdil...»
Şişeyi bırakın Ahmet Cemil.
Boşuna hiddet ediyorsunuz.
Biliyorum,
ölümün âdil olması için
hayatın âdil olması lâzım, diyorsunuz...
Bir eski Acem şairi...
Dostlar beni bırakıp,
dostlar, böyle hışımla
nereye gidiyorsunuz?
Nazım Hikmet

Nurlar içinde yat, Hasan... (Hasan Tahsin Gürtay, 1960 - 2012)

16 Temmuz 2012 Pazartesi

THE KILLING: Soğuk, Kasvetli ve Bir O Kadar da Etkileyici...


Daha ilk sahnesinde bir dinginlik ve doğanın seslerine karışmış ayak sesleri geliyor önce kulağınıza. İki tane koşan kadın görüyoruz; ayrı zamanlarda, ayrı yerlerde. Biri bilmediğimiz bir yöne, biriyse attığı çığlıklarla ölüme koşuyor gibi... Sonrasında olanlar, izlenmek için sizi bekleyen mükemmel bir pilot bölümde saklı.

AMC'nin yeni tamamladığı dizisi The Killing, David Hewson’un (Dilimize çevrilmiş ve Altın Bilek Yayınları’ndan çıkmış 3 romanı var; Ayinler Villası, Ölüm Zamanı, Şeytan’ın Gölgesi) aynı isimli romanından son derece başarılı bir şekilde uyarlanan Danimarka televizyon serisi "Forbrydelsen"in Amerikan versiyonu. Dizinin ana konusu cinayete kurban giden bir genç kızın soruşturması. 13 bölümlük iki sezondan oluşuyor. Toplamda 26 günü tüm detaylarıyla izliyoruz. Ve her bölüm istisnasız, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını gösteren bir sonla bitiyor.

Kitaptaki orjinal hikaye Kopenhag’da geçiyor ama çok başarılı bir tercihle kasvetli, soğuk, neredeyse hergün yağışlı Seattle'a uyarlanan bu cinayetin polis soruşturması tabanlı konusu, ayrıca üç farklı hikâyeyi daha barındırıyor: Olayı soruşturan dedektiflerin, maktulün ailesinin ve şüphelilerin hikâyesi. Şehirdeki siyasetçilerin de soruşturmaya dahil olmasıyla olay iyice karışık bir hâl alıyor. Bölümler ilerledikçe hiçbir şeyin kazara olmadığı, herkesin bir sırrının olduğu ve karakterler hayatlarına devam etmeye çalıştıkça, geçmişlerinin peşlerini bırakmayacağı su yüzüne çıkıyor.

Dizi, işini bırakıp evlenmek ve tek oğluyla birlikte taşınmak için hazırlık yapan Sarah Linden'in

(Mireille Enos) bu cinayeti araştırmakla yolculuğunu ertelemek zorunda kalmasıyla başlıyor. 17 yaşındaki Rosie Larsen'ın cesedinin belediye başkanı adayının kampanya araçlarının birinin içinde, gölün dibinden çıkmasıyla cinayete siyaset de karışıyor ve böylece hayatlar ortak noktada kesişiyor: Rosie'nin ailesinin kızlarının ölümünden sonra parçalanan hayatı; Sarah Linden'in yoluna koymaya çalıştığı dağınık yaşamı, belediye başkanı olmaya çalışan bir politikacının (Bill Campbell) dillere düşmek üzere olan özel durumu ve Sarah Linden'le ortak çalışan Stephen Holder’ın (Joel Kinnaman – bence buradaki karakter kurgusu ve oyunculuğu şiirsel ve kendisini ekranda çok sık görmeye başlayacağız) sokaklardan gelip hayata tutunma çabaları.

Dramatik yapısına çok yakışan karamsar havası ve olağanüstü müzikleriyle The Killing kendini bir çırpıda diğerlerinden sıyırıyor. Kısacası karşınızda, kasvetli yapımlara ve ağır ama etkileyici şekilde işlenen olay örgülerine aşina olan izleyicileri bir anda avcunun içine alacak, bölümler içinde etkilediğinin misliyle finalinde çarpacak bir seri var.

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Higgs Bizi Bozmasın Diye...

1. Higgs bozonu nedir?

Evrenin başlangıcı kabul edilen Büyük Patlama'nın hemen saniyenin milyonda biri kadar ertesinde ilk parçacıklar da etrafa saçıldı. Bu parçacıklar saf enerjiydi, bir kütleleri yoktu. Onlara kütle kazandıran mekanizmanın Higgs bozonu olduğu 1964 yılında ortaya atıldı. Dün yapılan açıklamayla da bu 48 yıllık teori deneysel olarak da kanıtlanmış oldu.

2. Higgs parçacığa kütleyi nasıl kazandırıyor?

Higgs bozonunun bir diğer adı da 'Higgs alanı.' Higgs mekanizması denen şey, bu alanda gerçekleşiyor. Parçacık alandan geçerken alanla etkileşime giriyor, alan o anda ortadan kayboluyor, parçacık ise kütle kazanıyor. Bu kütle sayesinde atomlar oluşuyor ve nihayetinde biz oluşuyoruz.

3. Higgs'in önemi ne?

Parçacıklara kütle kazandırması dışında Higgs'in esas büyük önemi, ilk atomların oluşumunu açıklayan elimizdeki en geçerli teori olan Standart Model'in bel kemiğini oluşturması. Bunu devasa ve bilmediğimiz sayıda parçadan oluşan bir yapboz gibi düşünün. Yapbozun bütün parçalarını bir araya getirsek bile sonunda nasıl bir resimle karşılaşacağımızı da bilmiyoruz. İşte bu devasa yapboz içinde matematik öyle gerektirdiği için olması gereken ama bu sabaha kadar da varlığı kanıtlanmamış olan ana parçalardan biriydi Higgs.

4. Higgs olmasa ne olacaktı?

Evrenin başlangıç koşullarında bir 'süper simetri' olduğuna inanılıyor. Bu simetri bir biçimde ve Higgs'in de katkısıyla bozuldu, o sayede evren ve bizler var olabildik. Higgs bozonu olmasaydı, o zaman bizim evrendeki varlığımızı açıklayacak, parçacıkların neden ve nasıl kütle sahibi olduğuna herkesi ikna edip kanıtlanabilecek yep yeni bir teoriye ihtiyacımız olacaktı.

5. Higgs'i nasıl gördüler?

Görmediler. Çünkü Higgs görülemez. Bir parçacıkla etkileşime girdiği anda yok oluyor Higgs. CERN'deki bilim insanları onu yok olduktan sonra ortaya çıkan etkilerden hareketle saptayabiliyorlar ancak.

6. Higgs'in varlığından yüzde 100 emin miyiz?

Hayır. Tam rakamıyla söyleyecek olursak Higgs'in varlığından yüzde 99. 9999426697 oranında eminiz şu an için. Gelecekte CERN'deki Büyük Hadron Çarpıştırıcısı'ndan gelecek ilave verilerle bu rakam daha da yükselebilir ama hiçbir zaman yüzde 100 olmayacak.

7. Neden yüzde 100 emin olamıyoruz?

Bunun sebebi klasik fizikte değil kuvantum fiziğinde yatıyor. Kutantum mekaniğinin meşhur belirsizlik ilkesinin emirleri gereği atom altı parçacıkların konumunu ve hızını aynı anda bilemiyoruz. Bunu bilemediğimiz için de olasılık teorisinden ve bunun matematiğinden yararlanarak çok kuvvetli tahminler yapıyoruz. Mesela yüzde 99. 9999426697 oranında emin olmak şu anlama geliyor: CERN'deki deney 3 milyon kere tekrarlansa bu tekrarlarda ancak 1 kez Higgs'e benzeyen bir şey tesadüfen ortaya çıkabilir. Eğer bir şey yüz seferden 99. 9999426697 seferinde ortaya çıkıyorsa o Higgs'dir.

8. Higgs bulundu diye boyumuz bir karış uzayacak mı?

Bunu bilemeyiz. Bilim ve insanlığın doğayı anlama çabasındaki çok önemli bir aşamaydı bu sabahki açıklama. Genellikle böyle önemli bilimsel buluşlar doğrudan olmasa da dolaylı yollarla teknolojiye ve dolayısıyla insanlığın refahına önemli hizmetler yapıyor. Laser teknolojisi kuvantum fiziğinin sonuçlarından biri. Ama bu teknoloji bize önce müzik CD'lerini ve DVD'leri verdi, ardından da devasa bilgi depolama disklerini. Yani Higgs'in insanlığa nasıl bir teknoloji getireceğini, getirip getirmeyeceğini bugünden kestiremeyiz.

9. Buna neden 'Tanrı Parçacığı' deniyor?

Aslında bu isim bir şakadan ibaret. Standart Model'i popüler dilde anlatmayı deneyen bir kitabın içinde, parçacığa adını veren Peter Higgs'in 'Şu Allahın belası parçacık da bulunamadı gitti' diye bir cümlesi var. O cümle zamanla kılık değiştirip 'Tanrı Parçacığı' şekline dönüştü. Popüler dilde, özellikle de gazeteler ve televizyonlarda kullanıla kullanıla da yaygınlaştı.

10. Parçacığın Tanrıyla bir ililşkisi var mı?

Hayır, bilim buna bakmıyor. Bilimin aradığı cevap Tanrının varlığı veya yokluğu değil, ilk atomların nasıl olup da oluştuğu, evrenin nasıl oluştuğu vs. İnançlı biri çıkıp 'Siz atom nasıl oluştu diye bakıyorsunuz ama Büyük Patlamayı Tanrı yaptı' diyebilir hala.

11. Peki Büyük Patlama nasıl oldu sahiden?

Bunu bilmiyoruz. Hatta Büyük Patlama sırasında geçerli fizik kanunlarını da bilmiyoruz. Tek bildiğimiz, bizim şu anki fizik kanunlarımızın o sırada geçerli olmadığı. Fizikte buna 'tekillik' deniyor. Benzer bir 'tekilliği' kara deliklerin içinde de görüyoruz. Kara delik, ışığın bile dışarı kaçmasına izin veremeyecek kadar güçlü bir çekim kuvveti demek. Dışarı ışık bile kaçamadığı için içinde ne olduğu hakkında ancak spekülasyon yapabiliriz.
"İsmet Berkan'dan Alıntıdır...04.07.2012, Hürriyet Tablet"

6 Temmuz 2012 Cuma

Rönesans'ın 3 Dahisi ve Biraz Daha Michelangelo...

Rönesans'ın 3 büyük dahisi Michelangelo, Leonardo ve Raphael, 1 Haziran'da, Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi (MSGSÜ) Tophane-i Amire'de, bir kez daha bizlerle buluştu.

Arter Tasarım, MuseoIdealeLeoanardo ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi işbirliği ile düzenlenen serginin, dokunmatik ekranlar ve interaktifler ile Türkiye'de gerçek anlamda hayata geçirilen ilk interaktif sanat sergisi olma özelliğini de taşıyormuş.

Biz de, Michelangelo'nun ünlü Sistin Şapeli'ndeki eserlerini, Davud heykelini, Leonardo'nun "Son Yemek" freskini, anatomi çalışmalarını, "Vitrivius İnsanı'nı, Raphael'in ise "Atina Okulu" freskini görmek için, çok sıcak bir İstanbul yaz gününde düştük yollara…

Sergi genel anlamda çok başarılı ancak unutulmaması gereken şey, Davud heykeli dahil, Leonardo’nun taslaklarının maketleri hariç, her parçanın ya reprodüksiyon, ya fotoğraf ya da görüntü olduğu. Ancak hem sergileniş, hem de kurgulanış açısından oldukça etkileyici ve bilgilendirici olduğunu söylemeliyim. Hem girişte verilen kulaklıklardan ulaşabileceğiniz eser bazındaki anlatımlar, hem de interaktif ekranlardaki özellikle sanatçıların yaşadığı dönemle ilgili bilgiler, sizi 16. yy Avrupası içinde dolaştırıyor. Benim ayrıca hoşuma giden detay, “Biz o aralarda ne yapıyorduk?” şeklinde ifade edebileceğimiz, 16. yy’da, Kanuni Osmanlısının, yani Mimar Sinan Dönemi’nin eserlerinin de (Selimiye Camii, Süleymaniye Camii, Mimar Sinan Körüsü vs) paralelde gösterilmiş olması ve bunun suratımda oluşturduğu “E hiç de fena şeyler yapmamışız!” gülümsemesi…

Hani derler ya, “Evren’e sor, cevap gelsin!”, işte bana bu sergi sonrasında böyle bişey oldu. Dolayısıyla o bilgileri de sizlerle paylaşmak istiyorum.

Sergiyi gezerken, Michelangelo’nun resimlerindeki kadın figürlerinde bir anormallik fark ettim. Çoğunluğu sanki erkek bedenine dışarıdan göğüs yapıştırmış gibiydi. Şekilsiz ve orantısı. Açıkçası orada bu konuyu konuştuk ama sonrasında fazla da araştırmadım.

Hafta başında Gregory Funaro’nun “Heykeltraş” isimli romanını okumaya başladım. Konuyu, insanları öldürüp bunları Michelangelo’nun eserlerine benzeten bir seri katil ve cinayetleri araştırırken Michelangelo konusunda uzman bir sanat tarihi profesöründen yardım alan FBI şeklinde özetleyebilirim.

Kitap içinde olaylar gelişirken FBI’daki yakışıklı ajanlarla birlikte sanat tarihi profesöründen Michelangelo hakkında şu detayları öğreniyoruz:

-      Michelangelo eşcinselmiş.

-      Michelangelo’nun sanatında yatan ve eski Yunanlılara kadar uzanan klasik geleneğe göre, erkek vücudu estetik açıdan kadın vücudundan üstünmüş.

-      Yunan erkekleri ilahi güzelliği, yalnızca erkek vücudunu inceleyerek tecrübe edebileceklerini, ancak bu şekilde Tanrılar’ın ışığında yürüyebileceklerini düşünüyorlarmış.

-      Bunu Michelangelo’nun çoğunluğu erkek figürlerinde görmek mümkünmüş. Kadın figürler onun için çok önemli değilmiş, hatta kadın anotomisi hakkındaki bilgi eksikliği – göğüslerin yerleşimi, erkek hatlarına sahip kadın figürler – Michelangelo’nun eserlerinde hemen göze çarparmış. (Vallahi çarptı J) Örneğin ünlü eserlerinden biri olan Rome Pieta’da Madonna’nın tuhaf göğüsleri ve İsa figürüne nazaran daha iri hatları vardır. Bunun yanı sıra neredeyse tüm vücudu kaftanla örtülüdür., Michelangelo neredeyse onu gizlemek için yapmış gibi…

Eğer tüm bu bilgilerin ışığında, 16. yüzyıl İtalya'sının en ünlü üç ustası Michelangelo, Leonardo ve Raphael'in bilim ve sanatta nasıl izler bıraktıklarını anlatan The Great Masters sergisini gezmek, Leonardo’nun Vitrivius İnsanı önünde fotoğraf çektirmek, Davud’a dokunmak, Leonardo’nun o dönemde tasarladığı savaş aletlerinin önünde bir saygı duruşunda bulunmak isterseniz, 31 Temmuz’a kadar vaktiniz var, kaçırmayın.

2 Temmuz 2012 Pazartesi

Buz Devri 4- Kıtalar Ayrılıyor...

Teknik olarak çocuklara hitap etmesi gereken ama istisnasız 4 bölümdür, salonda çocuklardan daha fazla büyüğün olduğu bir seri Buz Devri. Bize göre "Kayıp Balık Nemo" ile ilk sırayı paylaşırlar. Hele ki, Ali Poyrazoğlu, Haluk Bilginer ve Yekta Kopan'lı seslendirme kadrosu ve son iki bölümdür var olan 3D seçeneği ile...

Bilen biliyor ama bilmeyenler için seri 2002 yılında bir mamut (Manny), bir sivri dişli kaplan (Diego) ve bir tembel hayvan (Sid) buz devrinde birbirlerini bulmasıyla başlıyor. Elbette serinin en az onlar kadar önemli karakteri, meşe palamutunun peşinde bir ömür harcayan Scrat'i de unutmamak lazım.

Şimdiye kadarki her bölüm, kronolojik olayların yanı sıra (buzlar erimeye başladı, dinazorlar ortaya çıktı, kıtalar ayrıldı), kişisel ilerlemeler de içerdi. Manny, Ellie'yi buldu, kızları Şeftali doğdu, Scrat, Scratte ile tanıştı, ayrıldı  vs. Ve bu şekilde ailemiziden biri oldular. Hikaye, Scrat'in yaramazlıkları! sonucunda kıtaların ayrılması, müthiş üçlünün Ellie, Şeftali ve diğerlerinden ayrı düşmesi, geri dönmeye çalışırken korsanların ellerine düşmeleri ile devam ediyor. Bu serinin süprizi Sid'in büyükannesi...

Filmin ana teması, dost olmak, her koşulda birbirine destek çıkmak, iyiliğin kötülüğe karşı çıkması olarak özetlenebilir ki bu yönleriyle bence çocuklara olduğu kadar günümüz toplumunda almak isteyene de güzel mesajlar çıkar.

Normalde altyazılı tercih ederiz ama bu sefer ilk defa, seslendirme kadrosunu ve tarzlarını çok sevdiğimiz içim, özellikle, türkçe dublajını izlemek istedik. Hepsi çok başarılı ama Yekta Kopan'ın ses verdiği Sid, ayrıca bir alkışı hak ediyor bizce.

Bazılarının sevmeyebileceği ama benim çok sevdiğimbir söz vardır: "Tercüme kadın gibidir, güzelse sadık değildir, sadıksa güzel değil" :) Bu ifadeyi filmin dublajı için kullanırsak, bence çok doğru olacak. Çünkü dublajı yaparken, dialog ve ifadeleri bize göre uyarlamışlar ve "E daha karpuz kesecektik!, Oğlum bak git!, Şişman değilim ben, Pofuduğum!, Kemir kemir nereye kadar?" yerlerine o kadar güzel oturmuştu ki.

Şu cehennem yaz sıcaklarında biraz serinlemek isterseniz, Buz Devri:4'ü şiddetle tavsiye ederim. Hatta eğer 3 boyutlusuna giderseniz, eğlence filmden önce 3 boyut gözlüklerini taktığınızda başlıyor.
Blog Widget by LinkWithin

Etiketlerim..

...

"Hayat, özellikle, yazılanları okumak, çekilenleri seyretmek ve tabii ki pişirilenleri yemek için çok kısa, biraz koşmak lazım... "
myspace graphics

Free Counters

Hayatın İçinden...

 

Divitim... | Creative Commons Attribution- Noncommercial License | Dandy Dandilion Designed by Simply Fabulous Blogger Templates