28 Temmuz 2009 Salı

Zilli'nin Günlüğü - 10

Hani derler ya göz açıp kapayıncaya kadar, işte aynen o kadar kısa gelen bir sürede geçti evimdeki, beni bebeklikten gençliğe taşıyan, 1 senem.

Annem beni eve getirdiğinde tam 3 aylıktım. Şimdi 15 aylık bir genç kız oldum. Bu süre içinde;

- 100 kg üzerinde mama, 200'ün üzerinde kemik tükettim,

- 24 kez aşı, 1 kez ameliyat oldum,

- 10'dan fazla oyuncak, 3'de büyük minder parçaladım,

- Araba ile 3000 km'den fazla yol yaptım,

- 3 kez tatile gittim,

- 1 kez denize girdim,

- 15 kez bıcıbıcı yaptım,

ve elbette büyüdüm. İşte neydim ne oldum:









16 Temmuz 2009 Perşembe

Tabakhaneye Bok Yetiştirmek...



Osmanlı döneminde deri tekeli varmış… Safranbolu da derinin tabaklanması için o dönemin ileri gelenleri çeşitli tedbirler almışlar… Safranbolu da tabaklanmayan deriyi atanlardan o dönemin tüccarları alışveriş yapmaz ve mecburen Safranbolu da deriyi tabaklananlar satılırmış. O dönem çok para kazanan Safranbolu'lu iş adamları köşkler, konaklar ve 99 odalı evler yaptırmış… Bazı evlerin içine çeşme dahi getirilmiştir…

Safranbolu da taze köpek dışkısı için tabakhanelerde yaygın olarak binlerce köpek beslenirmiş. Ham deri, kıllardan, yağ ve et tabakalarından mekanik olarak temizlendikten sonra kimyasal olarak işlendiği "sama" safhasında, taze köpek dışkısı enzimlerine ihtiyaç duyulduğundan, Tabakhanelerin olduğu yerleşim yerlerinde, çoluk çocuk ellerinde teneke maşrapalar, köpek dışkısı toplarlar, sama işlemi ancak dumanı tüten taze dışkı yapılabildiğinden, koşa koşa tabakhanelere yetiştirirlermiş...

Hayvanların derilerinin işlendiği atölyeler köpek dışkısı için yanar tutuşurlarmış. Çünkü bir tek taze köpek dışkısı içinde bekletilen deri yumuşacık, kıl köklerinden arınmış, gözenekleri açık, ince, homojen yani kaliteli olabilirmiş. Bu nedenle köpek çiftlikleri kurulmuş. Binlerce köpek beslenmiş, üretilmiş ve hatta köpeğin dışkısını sıcak ve kurumadan yetiştirmek için sistemli bir iş örgütlenmesi oluşturulmuş.

Safranbolu da deriyi işleyip kullanılabilir hale getiren meslek erbabına "Tabak mısın; it bokuna muhtaçsın", denirmiş…

Bugün dericilik tamamen ölmüş olup, yapay olarak yeni kimyasallarla da aynı sonuç elde edilmeye başlanınca köpeklerin de, dışkı toplayıcıların da pabucu dama atılıvermiş, "tabakhaneye bok yetiştirmek" de yeni kuşakların nereden geldiğini bilmediği, belki de içinde bok kelimesi geçtiğinden günümüze kadar gelebilmiş.

9 Temmuz 2009 Perşembe

Ice Age 3 - Dawn of the Dinasaurs...



Ice Age 1 ve 2 'yi bayıla bayıla ve defalarca seyretmiş biri olarak, serinin 3. filmi yaz ortasında kızgın kumlardan serin sulara atlamak gibiydi. 1 Temmuz'da tüm dünya ile aynı anda ülkemizde de vizyona giren film için bana kalsa o akşama bilet alacaktım ancak sevgili kocamla programlarımız ancak cuma akşamı için tuttu.

3. filmin diğerlerinden en önemli farkı 3D, yani üç boyutlu olması. Dolayısıyla olmuşken öylesi olsun diyip, orjinal dilinde 3 boyutlu versiyona bilet aldım. Son dönemde sinemada izlediğimiz filmleri genelde, çok ama çok memnun olduğumuz, Cinebonus'larda ve nispeten geç matine izliyoruz. Biletleri mybilet üzerinden alıyorum. İstediğim yeri seçiyorum, biletimi de sinema girişindeki mybilet express kioskundan hiç sıraya girmeden alıyorum. Siz rahat ben rahat.

Genelde olduğu üzere sevgili kocam konu gündeme geldi andan itibaren benimle dalga geçmeye başladı, frekans cuma günü iyice şiddetlendi. Açtığı telefonlardaki giriş cümlelerinden bazıları: "Akşam küçük kızımı sinemaya mı götürücem ben?", "Küçük kızım sinema öncesi lolipopta ister mi?", "Çocuklar içerideyken babalara ekstra bir program var mıymış?" vs,vs... Ama Allah büyük. Tüm bunların üzerine bir gittik, inanmazsınız yaş ortalaması en kötü ihtimalle 25 :))

Dediğim gibi biz 3 boyutlu versiyonu tercih ettiğimiz için girişte gözlüklerimizi dağıttılar. Biz o klasik kağıt gözlüklerden beklerken, hani gözlük koca burun ve bıyıklı komik bir maske vardır, onun sırf gözlük versiyonu çıktı karşımıza, hani sırf kemik ama kocaman olan. Film öncesi reklamlar da 3 boyutlu olunca herkes erken erken gözlüklerini taktı ve dolayısıyla zaten hazır modda gittiğimiz için gülmeye o anda başladık. Düşünün koca salon, koca koca insanlar ve gözlerinde o kaca koca gözlükler.

İlk film bize buz devrini anlatmış, Manny, Sid, Diego ve Scrat ile tanıştırmıştı. İkinci filmde buzlar erirken ana 4'lüye dişi mamut Ellie, keseli sıçanlar Crash ve Eddie eklenmişti. Bu filmde ise yer altında yaşayan dinazorların yanı sıra o alemin bıçkını Buck, her yerinden dişilik akan Scratte ve bebek mamut Peaches ile tanıştık.

İtiraf etmek gekirse ne 2 ne de 3, 1. filmin seviyesini yakalayamadı ama yine de böyle grafik animasyonlarla bambaşka bir dünyayı izlemek çok keyifli.

Eski dostlar bildiğiniz gibi. Scrat hala meşe palamudunu kovalıyor ancak bu sefer beraberinde aşkı buluyor. Manny ve Ellie'nin bebekleri oluyor. Diego bu domestik hayatın içinde fazlaca paslandığını düşünüyor ve kendi yoluna gitmeye karar veriyor. Sid ise yalnızlıktan çok muzdarip. Manny ve Ellie gibi bir aile kurmak istiyor. Zaten ne oluyorsa ondan sonra oluyor.

Filmde karakterlerden kaynaklanan komiklikler ön planda. Benim dikkatimi çeken diğer bir konu, repliklerde "Astala Vista bebeğim", "Roger that?" gibi Hollywood klişelerine çok fazla yer verilmiş olması.

Merak edenler için tadımlık Ice Age 3...



7 Temmuz 2009 Salı

Deniz Seki Sorunsalı...

Hiç haddime düşmediği halde, uzaktan izleyerek üzüldüğüm bazı insanlar vardır. Altyapısızlık veya geçmişten gelen arazları mevcut pozisyonlarını hazım sorunu yaratır ve arka arkaya skandallarını takip etmeye başlarız. Hemen aklıma gelen iki isim Deniz Akkaya ve Yasemin Kozanoğlu.

Bir başkası da, son günlerde Ayşe Arman'la yaptığı röportaj ile gündeme gelen Deniz Seki. 1995'te birinci olduğu Pop Show'dan beri müzik dünyasının içinde. Başlarda güzel müzik yapıyordu. Sonrasında belki de kendini yenileyememenin getirdiği baskıyla kendisini buralara getiren süreç başladı.


24 Şubat'tan beri kokain kullanmak ve satmaktan tutuklu. Hatta olayın içinde bir de çete durumu var. 1Ekim'de mahkemeye çıkması, büyük ihtimalle de tutuksuz yargılanmasına karar verilmesi bekleniyor. Süren tartışma, tutuklu bulunduğu sürenin haksız olduğu, bunun hesabını kimin vereceği yönünde. Yani Deniz Seki şu anda bir nevi mağdur!

Tutukluluğun ilk günlerinde ailesi bağımlılık tedavisi görmesi için hastaneye yatırılması gerektiği yolunda başvuruda bulunmuştu, şimdilerde bu konuyla ilgili bir durum yok gibi görünüyor.

Konuyla ilgili başta Hıncal Uluç olmak üzere bir sürü kişi yazı yazdı. Hatta Hıncal Uluç, konuyu yine kokain bağımlısı olan, futbol gibi geniş kitleleri hedefleyen ve rol modellerinin ön plana çıktığı bir spor dalında tekrar Fenerbahçe'nin başına gelen Daum'a getirmiş, "o Türkiye'de çalışma lisansı alabiliyor, Deniz Seki sadece kullanmaktan bu kadar süredir içeride" demişti.

Tüm bunları birleştirdiğinizde sanırsınız ki, eski Türk filmlerindeki gibi, masum genç kız, kötü adam tarafından zorla alıkonuldu, kötü yola düştü, zorla uyuşturucuya alıştırıldı, falan filan.

Belki yargılama sürecinin gecikmesi ile ilgili bir sorun var gerçekten ama ne profösörler, bilim adamları daha suçlarının bile ne olduğunu bilmeden iki yılı aşkın süredir cezaevinde. Zavallı aç çocuklar ekmek çaldıkları için içeride, ne vergi kaçakçıları, o kullanılan uyuşturucunun ticaretini yapan insanlar dışarıda.

Ayrıca Ayşe Arman'ın accayip dramatik şekilde anlattığı tecrit edilmiş cezaevi ortamı, sırf Deniz'in değil, tüm tutukluların gerçeği. Ayrıca normal şartlarda olması gereken de birşey.

Yani kısaca, Deniz Seki'nin yaşadığı süreçte yanlışlıklar bile olsa, esas suçu sanki çok da sıradan bişeymiş, o esasında bir kader mahkumuymuş durumunun yaratılmasından çok rahatsızım. Öyle bir durum var ki, sanırsınız tahliye edildiği gün kutlamalar falan düzenlenecek, "Adalet yerini buldu!" diye manşetler atılacak. Yuh yani...

Ben bu durumdan rahatsız oldum, sizlerle de paylaşmak istedim, olay bundan ibarettir.

6 Temmuz 2009 Pazartesi

Oyun, Set ve Maç...



Oldukça keyifli bir 15 gün geçirdik. Ve bu 15 gün sonunda tek erkeklerde oyun, set, maç ve bir sürü rekor FEDERER'in oldu.

Kızlardan çok bahsetmiyorum çünkü kupa yine ailede kaldı. Geçen seneki final maçında Venüs'e kaybeden Serena, "Seneye de ben alırım" demişti, öyle de oldu. Yarı finale tek bayanlarda dünyasıralamasının ilk 4'ü kalmıştı. 2 ve 3. sıradaki Williams'lar bu maçlarını alıp, önce tek bayanlar finalinde karşılaştılar, sonra da çiftlerde beraber Avustralya'lı çifti yendiler. Tamam bu maçlar da güzel ama hem heyecan erkeklerdeki kadar yüksek değil, hem de oyun sırasındaki o çığlıklar bana accayip itici geldiği için hatunları pek izleyemiyorum.

Turnuva başında Nadal çekildiğini açıklayınca, Federer'in bir aksilik olmazsa final oynayacağı bekleniyordu - ki o da neredeyse zorlanmadan, toplamda sadece 1 set vererek, Soderling'i 4.turda, Karlovic'i çeyrek finalde, Haas'ı da yarı finalde yenerek finale çıktı. Rakip olarak elbette İngilizlerin gönlünden Andy Murray geçiyordu ancak iki Andy'li yarı final maçından Amerikalı Roddick galip çıktı.

Erkeklere gelirsek Roland Garros'ta Soderling bir nevi sürprizdi, burada da Roddick. Elbette Roddick dünya kılasmanında 6. sırada, o anlamda aralarında ciddi fark var ama yine de kimse bu kadar dişli, 4 küsur saat sonunda bile oyundan kopmayan bir Roddick beklemiyordu. Hatta set bile alamaz deniyordu ama neredeyse maçı alıyordu.

Geçen seneki Nadal - Federer maçı, daha önce de söylediğim gibi, unutulmazların ilk sırasında ama dün akşamki maç da kendine listede iyi bir yer edindi. Özellikle son sette tie-break olmadığı için iki farklı skor gerektiğinden ancak 14 - 16'da bitti ve 95 dakika sürdü. En hızlı servis (143 mph/ Roddick) ve ace (50 / Federer) rekorları kırıldı.

Maç sonunda Federer, geçen sene 1 yıllığına Nadal'a teslim ettiği Wimbledon şampiyonu ünvanını ve dünya sıralamasındaki 1. sırasını geri aldı. 15. Grand Slam zaferine ulaşarak, Roland Garos'ta ünvanını egale ettiği Pete Sampras'ı, o kendini izlerken, geride bıraktı.

4 saati aşkın süren ve oldukça keyifli geçen final maçının sonunda Roddick neredeyse konuşamadı. Federer ise, aynı yoldan geçen sene geçmiş biri olarak, "inşallah sen de benim gibi seneye de burada olursun" dileğinde bulundu.

Geçen sen olduğu gibi bu sene de maçı CnnTurk yayımladı. Ve birkez daha Eurosport ve CnnTurk farkı ortaya çıktı. Eurosport'un Roland Garros yayını oldukça başarılıydı. Spiker konu hakkında oldukça bilgiliydi ve boş konuşma neredeyse yoktu. Ancak CnnTurk'ün yayınındaki spiker ve yorumcu, tam milli maç anlatan İlker Yasin veya Sabri Ugan tadındaydı. 4 saatlik maç içinde iki sporcuya ait istatistiki bilgiler, izleyicilerin arasında kimlerin olduğu, aileler hakkındaki detaylar ve onların yüz ifadelerine göre hissettikleri ile ilgili yorumlar tekrarlandı durdu. Bir ara kendileri de fark etti sanırım ki, "Ekranları yeni açan izleyiciler için tekrar ediyoruz" dediler. Ama o arada biz baştan beri seyredenler baygınlık geçiriyorduk. Ne yorumlar, ne anlatım, oyunun ve oyuncuların hak ettiği sofistikelikten çok uzaktı. "Bir minik izleyici de bu görsel şölene tanıklık ediyor","İzleyicinin göğsündeki yazı da kameralarla tarihe geçti" aklımda kalan boş konuşmalardan bazıları. Hele ki maç sonu ropörtajındaki simultene tercüman kızımız ne konuşulanı anladı ve aktarabildi, ne de arkadaki ses kısıldığı için biz orijinalini anlayabildik. Yazık ki ne yazık...

2 Temmuz 2009 Perşembe

Siz Uyurken*...

DÜN gece siz yatağınızda uyurken, dünya saatte 110 bin kilometre hızla yol aldı.
Gemiler geçti Boğaziçi’nden.
Bebeği oldu Tokat’ın köyünden Bergül’ün.
Siz uyurken...

Afrika’da otuz yedi çocuğu öldürdüler gerillalar.
Yeryüzünde tam 500 milyon çift sevişti.
Ve 165 bin insan öldü dün gece.
Yarısı gençti...
Sancıları tuttu yoğun bakımdaki hastaların.
Dün gece ne çok şey oldu bilemezsiniz...
Siz uyurken...

Siz uyurken fareleri kovaladı kediler.
Turna sürüleri geçti çatıların üzerinden.
Tırtıllar erikleri yediler.
Teröristler sine sine karlı dağlardan inip mayınlarını döşediler geçitlere.
Asker annelerinin gözüne uyku girmedi yine dün gece...

Siz uyurken ne çok şey olur.
Çocuklarımızın marşlarını aldılar ellerinden, zafer türkülerimiz anlamsızlaştı.
Çağdaşlığa dönük yolumuz...
Devrimlerimiz...
Geleceğimizi kaybettik; siz uyurken...
Rüyalarımız vardı; medeni, güçlü, özgür, aydınlık, demokrat, mutlu bir ülkenin yüzü gülen insanları olmanın o hoş rüyası...
Oysa kâbuslar var gecelerimizde...
Şaşkın-umutsuz gençlerimiz yine gizli gizli ağladılar... İşsiz babaların gözüne uyku girmedi... Çocuklarına güzel bir dünya isteyen o yürekli çağdaş kadınlarımız endişeliydi yine dün gece...
(.......)
Tuzakları gece kurarlar...
Hesaplar, sinsi planlar...
Pusular...
Ve nasıl olduysa, devrimlerimizi savunmak birer suçmuş gibi yapışır oldu yakamıza...
Aydınlığımızı aldılar elimizden.
Siz uyurken...

* Bekir Coşkun, Hürriyet Gazetesi, 2.7.2009
Blog Widget by LinkWithin

Etiketlerim..

...

"Hayat, özellikle, yazılanları okumak, çekilenleri seyretmek ve tabii ki pişirilenleri yemek için çok kısa, biraz koşmak lazım... "
myspace graphics

Free Counters

Hayatın İçinden...

 

Divitim... | Creative Commons Attribution- Noncommercial License | Dandy Dandilion Designed by Simply Fabulous Blogger Templates